internet kitap305;nız kitapyurdu.com'dan binlerce kitaba ulaşabilirsiniz.
   
 
  İhya-ı Ulumu'din...GAZALİ...

İlmin, İlim Öğretme'nin ve İlim Öğrenme'nin Fazileti ve Bunlara Dair Aklî ve Naklî Deliller

İlmin Fazileti Ayetler

Allah kendisinden başka ilah olmadığına adaletle şehadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah ol madığına şehadet ettiler1 (âlu İmran/18)

Dikkat edildiğinde görülecektir ki, bu ayette Allah Teâlâ (c.c) önce zât-ı ulûhiyetinden başlayarak birliğine şehadet etmekte, ikinci olarak melekleri, üçüncü olarak da âlimleri bu gerçeğe şahid göstermektedir. Bu ise, ilmin ve âlimin yüceliğini gösteren çok büyük bir delildir. Bu şeref âlimlerin faziletini anlatmak husu sunda yeterli ise de, biz delil getirmeye devam edeceğiz.

Allah da sizden inananları kendilerine ilim verilenleri de recelerle yükseltsin. (Mücadele/İl)

Âlimlerle cahiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünürler.
(Zümer/9)

Allah'tan tam mânâsıyla ancak âlimler korkar.
(Fâtır/28)

De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah Teâlâ'nın ve Kitab'ın ilmine sahip olanların şahidlik etmesi yeter'. (Ra'd/43)

Kitab'dan bir ilme mazhar olan zat 'Sen gözünü kapayıp açmcaya kadar ben sana onu (Belkıs'ın tahtını) getiririm' dedi.
(Neml/40)

Kitab'dan bir ilme mazhar olan zat, ilmin nelere kâdir olduğunu göstermek için Hz. Süleyman'a böyle hitap etmiştir.

İlim ve irfana mazhar olanlar ise şöyle dediler: 'Yazıklar ol sun sizlere! İman edip, salih ameller işleyen kimseler için Allah'ın sevap ve mükâfatı daha hayırlıdır'. (Kasas/80)

Allah Teâlâ bu ayette âhiretin kıymetinin ancak ilimle bili neceğini anlatmaktadır.

Biz bu misalleri insanlara beyan ve îrad ediyoruz. Bunları hakkıyla ancak ilim ve iz'an sahipleri idrâk ederler.2
(Ankebût/43)

Eğer aldıkları malûmatı peygambere, emir sahiplerine (âlimlere) bildirseydiler, onlar vâkıaları tedkik ve tahkik ederek, bunların açıklamaya veya gizlemeye layık olup ol madıklarını bilirlerdi. (Nisâ/81)

Allah Teâlâ bu ayette olayların yorumunu âlimlerin istihrac ve istinbatına bırakmakta ve böylece onların mertebelerinin ne denli büyük olduğunu ve bu mertebenin peygamberler mertebesine nasıl ilhak olunduğunu bildirmektedir.

Ey Âdemoğulları! Sizler için avret yerlerinizi örtecek elbise ve ziynet eşyası varettik. Ancak takvâ elbisesi daha hayırlıdır. (A'raf/27)

Bazı âlimler bu ayette geçen avret yerini örten elbise ile ilmin, ziynet ile yakîn mertebesinin, takvâ elbisesi ile de hayat mertebe sinin kastedildiğini söylemişlerdir.

Onlara ilim üzere tafsil ettiğimiz bir kitab getirdik.
(A'raf/52)

Elbette herşeyi bilerek onlara nakledip haber vereceğiz! (A'raf/7)

Hayır! O (Kur'an), kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde bulunan açık açık ayetlerdir.
(Ankebût/49)

Rahman olan Allah, Kur'an'ı öğretti, insanı yarattı, ona be yanı öğretti.
(Rahman/1-4)

Allah Teâlâ bu hakikati insana minnet etmek kabilinden böy lece ifade buyurmuştur.

Hadîsler
Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

Allah bir kulu için hayrı murad ettiğinde, onu dinde Allah'tan korkan bir âlim yapar. Ona kendisini doğru yola götürecek akıl ve idrâk verir.3

Âlimler peygamberlerin varisleridir.4

Peygamberlik derecesinden daha üstün bir mertebenin bu lunmadığı herkesin malûmudur. Demek ki bu mertebeye vâris olmak, şereflerin en büyüğüdür.

Yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkat, âlim bir kimsenin affedilmesi için Allah'a yalvarırlar.5

Yerlerde ve göklerdeki tüm mahlûkatın kendisi için Allah'tan af dilediği bir kimsenin mertebesini bir düşünün! Bundan daha büyük bir mertebeye ulaşması mümkün mü insanoğlunun?
Alim kendi işleriyle meşgul olduğu halde, yerlerin ve göklerin sâkinleri de onun affı için istiğfar etmekle meşgul olmaktadırlar. Bir insan için bundan daha büyük bir şeref düşünülebilir mi?

Hikmet (ilim), şerefli bir insanın şerefine öyle büyük bir paye ilâve eder ki köleleri, sultanların seviyesine çıkarıncaya değin yükseltir.6

Hz. Peygamberin 'Köleleri sultanların seviyesine çıkarır' bu yurmakla ilme nasıl bir paye verdiğini görüyorsunuz! İlmin bu dünyada vereceği neticeler bile bu kadar değerlidir. Dünyada ka zandırdıkları ahiret hayatına nisbetle bir hiçtir. Çünkü ahiret hem dünyadan sayısız derecelerle daha üstündür, hem de ebedî dir.

İki iyi haslet vardır ki, bu hasletler hiçbir münafıkta bu lunmaz: Birincisi güzel ahlâk, ikincisi dinde derin bilgi (fıkıh) sahibi olmak.7

Günümüzün bazı fakihlerinin münafıklığı, sizleri bu hadîs hakkında şüpheye düşürmemelidir; zira Hz. Peygamber, günü müzdeki anlamıyla fıkıhtan söz ediyor değildir. Onun fıkıh ile kas tettiği anlam, günümüzdeki anlamından çok uzaktır. Nitekim ki tabımızın ilerideki bölümlerinde bu anlam ortaya konacaktır. Fıkh'ın en küçük derecesi, ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu bilip, bu gerçeğe göre hareket etmektir. Fakih olan kim sede bu türden bir vasıf olduğu takdirde; bilgileri doğru olur, üze rinden her türlü riya hâli kalkar ve nifak tehlikesinden kurtulur.

İnsanların en faziletlisi o mü'min âlimdir ki, kendisine ih tiyaç olduğunda yardım eder. Halk kendisinden kaçtığında ilmiyle yetinerek vakarlı davranır.8

İman çıplaktır; onun örtüsü takva, süsü hayâ ve meyvesi ilim'dir.9

İnsanlar arasında nübüvvet makamına en yakın kimseler, ilim ve cihad ehli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, halkı peygamberlerin getirdiği ilahî nizâma yönelttiler. Cihad ehli
olanlar ise, peygamberlerin getirdiği bu ilahî nizâmı kılıçlarıyla korumak için cihad ettiler.10

Bir kabilenin ölümü, bir âlimin ölümünden ehvendir.11

İnsanlar, altın ve gümüş gibi farklı değerler taşıyan madenlere benzerler. Dinde derin ilim (fıkıh) sahibi olmak şartıyla; cahiliye döneminde hayırlı olanları, İslâm'a girdikten sonra da (insanların) hayırlılarıdır.12

Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanıyla tartılır.13

Ümmetime ulaştırmak üzere kırk hadis ezberleyen kimseye kıyamet gününde hem şefaatçı, hem de şahid olurum.14

Allah Teâlâ, dininde bilgi sahibi olan kimseyi korur ve um madığı yerden ona rızık verir.15

Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e şöyle vahyetti: Ey İbrahim! Ben alimim ve alîm olan her kulumu severim.16

Âlim kimse, Allah Teâlâ'nın yeryüzündeki emin kuludur.17

Ümmetimden iki sınıf ıslah olursa herkes ıslah olur, onlar fesada düşerlerse onlarla birlikte herkes fesada düşer. Bunlar yöneticiler ile âlimlerdir.18

Beni Allah'ın rahmetine yaklaştıracak bir ilim (ve amel) sahibi olmamı temin etmeyen bir günün üzerime doğmasında benim için bir hayır yoktur.19

Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashabımın en düşük dere celisine olan üstünlüğüm gibidir.20
Bakınız ki. Hz. Peygamber ilim. mertebesini, nasıl da nübüvvet mertebesine eşit tutmakta ve ilimsiz amelin derecesi ne kadar düşük olmaktadır.

Şayet âbid, eda ettiği ibadetin ilminden mahrumsa, onun ibade tinin hiçbir anlamı olmadığı gibi, böyle bir amelin kişiye hiçbir ya rarı da dokunmaz.

Âlim'in âbide üstünlüğü, ondördünde bulunan ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.21

Kıyâmet gününde üç sınıf insan şefaat edebilecektir: Peygamberler, âlimler, şehidler.22

Nübüvvet makamının hemen ardından gelen ve şehidlik mer tebesinden bile üstün olan ilmin mertebesi ne büyük bir nimettir!

Allah Teâlâ'ya din hususunda ilim sahibi olmaktan daha üstün bir şeyle ibadet olunmuş değildir. Şeytan için bir tek fakih(i aldatmak) bin âbid(i aldatxnak)tan daha zordur. Herşeyin bir temeli vardır. Bu dinin temeli ise ilimdir.23

Dininizin en hayırlı tarafı en kolay olanıdır. İbadetlerin en hayırlısı ise ilimdir.24

Âlim olan mü'min, âbid olan mü'minden yetmiş derece daha faziletlidir.25

Ey ashabım! Sizler fakihleri çok, kurrâsı (Kur'an hafızları) ve hatipleri az, (ilim) isteyenleri seyrek, fakat (ilim) verenleri çok olan bir zamanda bulunuyorsunuz. Bu zamanda salih amel işlemek, ilim yapmaktan daha hayırlıdır. Fakat insan ların üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, fakihleri az, ha tipleri çok, (ilim) verenleri seyrek, (ilim) isteyenleri ise çok olacaktır. İşte böyle bir zamanda ilim (sahibi olmaya çalışmak) her ibadetten daha hayırlıdır.26

Alim ile âbid arasında yüz derece fark vardır. Bu dereceler den her biri arasında iyi beslenmiş bir koşu atının hızıyla yetmiş yıllık bir mesafe vardır.27

Hz. Peygamber'e amellerin hangisinin daha üstün ve efdal olduğu sorulduğunda, şöyle cevap verdi: 'Allah'ı bilmek'. Ne tür bir bilgiyi kastettiği sorulduğunda, yine 'Allah'ı bilmek'
diye cevap verdi. Ashab 'Biz amelden soruyoruz, siz ise ilimden haber veriyorsunuz' diye itiraz edince, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: 'Allah'ı bilerek yapılan amel ne kadar az olursa olsun insana fayda verir. Allah'ı bil meksizin yapılan ameller ise, insana bir fayda sağlamaz'.28

Kıyamet gününde Allah Teâlâ bütün kullarını diriltip mahşere getirdikten sonra, âlimleri de diriltip getirir ve on lara hitaben şöyle buyurur: 'Ey âlimler zümresi! Sizi iyi bildiğim için size ilim sıfatımı emanet ettim. Size ilmimi siz leri azaba uğratmak için vermedim. O halde nimetlere koşun; zira hepinizi affettim'.29

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hz. Ali, talebesi Kumeyle30 şöyle demiştir: 'Ey Kumeyl! İlim maldan daha hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen ise malı korursun. İlim hâkim, mal ise mahkûmdur. İnfak malı azaltır, ilim ise artırır'.

Yine Hz. Ali şöyle buyurmuştur: 'Âlim bir kimse, gündüzleri sürekli oruç tutan, geceleri ise ibadet edip, tüm zamanını cihada sarfeden bir kimseden daha üstündür. Alim bir kimsenin ölü müyle açılmış gediği, yine aynı büyüklükte bir başka âlim doldura bilir'.

Hz. Ali bir manzumesinde şöyle demektedir: İnsanlar beden leri itibarıyla birbirlerine eşittir. Babaları Adem, anaları ise Havva'dır. Eğer soylarında soplarmda bir iftihar vesilesi arıyorlarsa, bilsinler ki asılları çamur ve sudan ibarettir. İlim er babı, hidayet arayanlara hidayet vesilesi olur. Her insanın kıymeti bilgisiyle ölçülür. Cahiller ise, ilim erbabının en amansız düşmanlarıdır. İlmi elde etmeye çalış ve ilmin nerelerde kul lanılacağını mutlaka bil! Bütün insanlar ölürler, ancak ilim ehli olanlar yaşarlar'.

Ebu Esved ed-Düelî31 söyle demiştir: 'Dünyada ilimden daha üstün ve daha aziz hiçbir şey yoktur. Çünkü sultanlar halka hük mederlerken, âlimler de sultanlara hükmederler'.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'Hz. Süleyman'a ilim, mal ve saltanat arasında istediğini seçmek hakkı verildiğinde, o bu üç nimet arasından ilmi seçti. Onun için Allah Teâlâ kendisine malı da, saltanatı da verdi'.

İbn Mübârek'e kâmil insanların kim oldukları sorulduğu za man, âlimler diye cevap vermiş, gerçek sultanların kimler olduk ları sorulduğunda, zâhidler demiş ve en aşağılık insanların kim ler oldukları sorulduğunda ise dünyaları için dinlerini satan kim seler cevabını vermiştir. Dikkat edilecek olursa İbn Mübârek, âlim ler dışındakileri kâmil insan mertebesine koymamaktadır. Çünkü, insanı hayvandan ayıran özellik sadece ilmidir. İnsan, kendisine şeref kazandıran vasfıyla ancak insan sayılabilir.

İnsanın şerefi, kuvvetinden gelmez. Öyle olsaydı develerin daha üstün olması lâzım gelirdi; zira develer insandan daha güç lüdürler. Cüssesinin büyüklüğünden de değildir; zira filler insan lardan daha cüsselidir. Şerefi cesur oluşundan da kaynaklanmaz; zira ormanlardaki yırtıcı hayvanlar insandan çok daha cesaretli dirler. Fazla yemek yemesinden de ileri gelmez. Öyle olsaydı öküz lerin daha şerefli olmaları gerekirdi; zira midesi çok büyük olan canlılardan biri de öküzdür. Fazla cinsî münasebette bulun masından da değildir; zira küçücük kuş bile cinsî kudret husu sunda insanoğlundan daha güçlüdür. Kısaca bunların hiçbiri in sana şeref vermez. İnsana şeref veren şey sadece ilimdir!

Bazıları şöyle demişlerdir: 'İlmi elinden kaçıranın ne ka zandığını bir bilseydim ve ilmi elde edenin de ne kaçıracağını bir bilseydim'.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kur'an bilgisine sahip olan bir kimse, başkasının maddî servetini daha hayırlı görürse. Allah'ın büyük gördüğünü küçük görmüş olur.

Ebu Muhammed Feth b. Said el-Mevsılî32 şöyle demiştir: 'Hasta yemek, içmek ve tedavi edilmekten menedilirse ölmez mi? Elbette ölür. İşte kalp de aynen bir hasta gibi, üç gün üst üste ilim ve hikmetten mahrum olursa (mânen) ölür'.

Feth el-Mevsılî (Allah rahmet eylesin) ne de doğru söylemiştir! Gerçekten de kalbin gıdası ilim ve hikmettir, tıpkı bedenin yaşamasının gıda almasına bağlı olduğu gibi, kalbin yaşaması da ilim ve hikmete bağlıdır. İlimden mahrum bir insanın kalbi hem hastadır, hem de mânen ölüdür. Üstelik dünya sevgisi ile mal düşkünlüğü ilimsiz kişiyi öyle bir hale getirir ki, bütün hislerini dumura uğratır! Korku, yaranın acısını geçici bir zaman için nasıl engellerse, o kişi de artık bu büyük felâketi idrâk etmekten yoksun kalmış demektir! Böyle insanlar işte bu hâle gelir. Fakat ölüm gelip çattığında ve onun dünya yükünü sırtından aldığında, kişi o zaman felakette olduğunu bütün dehşetiyle görür ve fevkal âde müteessir olur. Tıpkı sarhoşken veya korku içindeyken aldığı yaralardan sızı duymayan bir insanın, ayıldıktan veya korkudan kurtulduktan sonra yaralardan duyduğu sızı gibi, onun o anki pişmanlığı da kendisine fayda vermez. Perdeyi kaldıran günün dehşetinden Allah'a sığınırız!
İnsanoğlu uykudadır, öldükten sonra uyanır, daha önce yaptıklarının karşılığını görür ve fakat iş işten geçmiştir artık!

Hasan Basrî33 şöyle demiştir: 'Âlimlerin kaleminden damla yan mürekkep, şehidlerin kanıyla tartılır; ve o kanla tartılan mü rekkep, temiz kandan daha ağır gelir'.

İbn Mes'ud şöyle demiştir: İlim büsbütün çekilmeden ilme sarılın! İlim ancak ilmi yayanların eksilmesiyle ortadan kalkar. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yo lunda şehid olarak öldürülen kimseler; âlimlerin âhiretteki mer tebelerini gördükleri zaman, hemen Allah'tan kendilerini tekrar diriltip âlim yapmasını isterler. Hiç kimse anasından âlim olarak doğmaz. İlim ancak çalışıp öğrenmekle elde edilen bir nimettir'.

İbn Abbas şöyle demiştir: 'Bence gecenin bir ânında ilim üze rine sohbet etmek, o gecenin tamamını namaz kılmakla geçirmek ten daha faziletlidir'.

Hasan Basrî 'Ey rabbimiz! Bize dünyada da hasene ver, ahi rette de hasene ver! Bizi cehennem azabından koru!' ayetinin tefsi rinde şöyle demektedir: 'Bu ayette geçen dünyadaki hasene, ilim ve ibadet'i içine alır. Ahiretteki hasene ise cennet demektir'.

Hikmet ehlinden bir zâta 'Bu dünyada neyi sermaye edinmek daha kârlıdır?' diye sorulduğunda, 'Gemi battığı zaman gemiyle birlikte batmayan ve seninle kalan şeyi sermaye edin!' bu yurmuştur. O bu sözleriyle ilmi kasdediyordu. Çünkü ilim insanın zihninde olduğu için oradan kaybolup gitmez, her daim insanla beraberdir. 'Geminin batması' insanın ölümüyle te'vil edildiğine göre, kendisiyle kalacak sermayenin de, ilim olduğu anlaşılır.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Hikmeti kendisine gem edi nen bir kimseyi, halk kendisine rehber edinir. Hikmete vukufiye tiyLe tanınan kimseye ise bütün insanlar tâzim ve hürmet ederler'.

İmam Şâfiî 'İlmin özelliğinden birisi de, az da olsa ondan payı olanlar sevinirler, olmayanlar ise mahzun kalırlar' demiştir.

Hz. Ömer şöyle demiştir: 'Ey insanlar! İlmi talep edip, öğrenin. Çünkü Allah'ın çok sevdiği bir elbise vardır ve o elbiseyi ilmi ara yan ve aradığını bulan kimselere giydirir. Allah'ın giydirmiş olduğu o elbiseyi giyen kimse, o elbise sırtında iken ne günah işlerse işlesin Allah Teâlâ, sevdiği elbiseyi sırtından almamak için o kimseye üç kere tevbe etmesi için teklifte bulunur. Günah yo lunda ölüme kadar devam etse bile, o elbise sırtmdayken hiçbir zaman günahlardan dönme yolu kapanmış değildir o kimse için...'

Ebu Bekir el-Ahnef b. Kays b. Muaviye 'Âlimlerin hepsi nere deyse padişah olacaklardı. İlimle takviye edilmemiş bütün izzetle rin sonu zilletten başka birşey değildir' demiştir.

Sâlim b. Ebi Elca'd şöyle anlatır: 'Efendim beni üç yüz dirheme satın aldı ve sonra da azad etti, âzad olduktan sonra ne iş ya pacağım diye kendi kendime düşünmeye başladım. Neticede ilimle uğraşmaya karar verdim. Aradan bir sene geçmeden içinde yaşadığım şehrin valisi beni ziyarete geldi ve fakat ben müsait ol madığım için içeri girmesine izin vermedim, o da çekip gitti'.

Zübeyr b. Ebî Bekir şöyle demiştir: Pederim bana Irak'tan mek tup yazıyor ve mektuplarında şöyle diyordu: 'Oğlum ilim öğren! Zira fakir düşersen ilim senin için en kıymetli maldır. Eğer zengin olursan ilim senin için güzellik ve cemâldir'.

Hz. Lokman'm oğluna yaptığı tavsiyelerde de bu gibi nasihatlar vardır. Nitekim oğluna şöyle nasihatta bulunmuştur: 'Ey oğul! Âlimlerle beraber otur. Dizini onların dizlerine bitiştir; zira Allah Teâlâ yeryüzünü rahmetiyle diriltip yeşerttiği gibi, ilim de insanoğlunun kalbini öylece diriltip yeşertir'.

Filozoflardan biri şöyle demiştir: 'Âlim bir kişi öldüğü zaman sudaki balıklardan tutun da, havadaki kuşlara kadar bütün hay vanlar matem tutup ağlarlar'.

Bu sözü destekleyen bir hadisi İbn Neccar Hz. Enes'den rivayet eder: 'Âlimler için, öldükleri günden kıyâmet gününe kadar de nizdeki balıklar bile af talebinde bulunurlar'. Gerçekten de ölen âlimin sadece yüzü unutulur, fakat kendisi hiçbir saman unutul maz, adı daima anılmaya devam eder.

Zührî şöyle demiştir: İlim erkektir (büyüktür). Onu ancak er kekler (büyükler) sever'.

1) Bazı müfessirler, ayette geçen'kâimen bi'l-kıst'tâbirini alimler lafzına atfederek ayete şu şekilde bir mânâ vermişlerdir:'Âlimler de Allah'tan başka ilah olmadığına adaletle şehadet ettiler'.
2) kur'an'da kırk küsür darb-ı mesel vardır. Bazı selef âlimleri Kur'an'ın bu darb-ı mesellerinden birini okuyup anlamadıkları zaman ağlarlar ve 'Eyvah demek ki ben âlimlerden değilim' diye üzülürlerdi. (Zebîdî)
3) Buharî ye Müslim, (Muaviye'den); Tirmizî ve İmam Ahmed (İbn Abbas'dan); İbn Mâce (Ebu Hüreyre'den)
4) Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Derdâ'dan)
5) Irakî, bu hadîsi daha önceki hadîsin bir parçası kabul etmektedir. Aynı hadîs başta yollardan da rivayet edilmiştir.
6) Ebu Nuaym, Hilye; İbn Abdilberr îlim; Abdülganî el-Ezdî MuhaddislerinAdabı, (Enes'den zayıf bir senedle)
7 ) Tirmizî, (Ebu Hüreyre'den) ; hadîsin garib olduğunu söylemiştir.
Hâkim, Nişâbur Tarihi, (Ebu Derdâ'dan); hadîsin isnadının zayıfolduğunu söylemiştir.
9) Beyhakî, Şuab'il-İman, (Ebu Derdâ'dan zayıf isnadla)
10) Ebu Nuaym, (İbn Abbas'dan zayıf isnadla); ayrıca Ebu Talib el-Mekkî,kut'ul-kulûb, (Muaz b. Cebel'den)
11) Taberânî ve İbn Abdilberr, (Ebu Derdâ'dan)
12) Buharî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
13) İbn Abdilberr, (Ebu Derda'dan zayıf bir senedle)
14) İbn Abdilberr, İlim, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
15) Hatib el-Bağdadî, Tarih
16) İbn Abdilberr (Talik yoluyla); Irakî bu hadîsin senedine rastlamadığınısöylemiştir.
17) İbn Abdilberr, (Muaz b. Cebel'den zayıf bir senedle)
18) İbn Abdilberr ile Ebu Nuaym, (İbn Abbas'dan zayıf bir senedle)
19) Taberânî, Evsat; Ebu Nuaym, Hilye, (Said b. Müseyyeb'den ve Hz. Aişe'den zayıf bir senedle)
20) Tirmizî, (Ebu Umame'den) Hadisin hasen ve sahih olduğunu söylemiştir.
21) Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi ve İbn Hibban
22) İbn Mâce, (Hz. Osman'dan zayıf bir senedle)
23) Taberânî, Evsat', Ebu Bekir el- Acurî, Riyaz'ul Müteallimîn; Ebu Nuaym, (Ebu Hüreyre'den zayıf bir senedle)
24) İbn Âbdılberr, (Enes'ten zayıf bir senedle)
25) İbn Adîy, (Ebu Hüreyre'den zayıf bir senedle)
26) Taberânî, (Huzam b. Hâkim'den zayıf bir isnadla)
27)İsfehanî, Tergib ve Terhib, (Abdullah b. Amr'dan); Deylemî, Müsned'ul-Firdevs, (Ebu Hüreyre'den)
28) İbn Abdilberr (Enes'den)
29) Taberânî, (Ebu Musa'dan)
30) Kumeyi, Hz. Ali'nin meşhur talebelerinden biridir. Babasının adı Ziyad'dır.
31) Bu zat Hz. Ali'nin talebesidir, Arap gramerinin kurucusu olmakla bili nir. H. 169 yılında vefat etmiştir.
32) Bu zat ünlü zahidlerdendir. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî gibi muta savvıfların döneminde yaşamış vc H. 130 yılında vefat etmiştir,
33) bu zat zeyd b. sabit'in âzatlısı hasan b, Yesar'dır, Hz, Ömer'in hilâfeti devrinde doğmuş, H. 110 yılında vefat etmiştir.

İlim Öğrenme'nin Fazileti

Ayetler

Her kabileden bir cemâatın dini iyice öğrenmeleri gerekmez miydi?
(Tevbe/122)

Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre sorunuz! (Nahl / 43)
Hadîsler

İlim tahsil etmek maksadıyla yollara düşen kimseye Allah Teâlâ cennete giden yolu gösterir.34

Melekler ilim yolcusunun hâlinden râzı oldukları için ka natlarını onun ayakları altına sererler.35

İlimden bir bölüm öğrenmen, yüz rek'at namaz kılmandan daha hayırlıdır.36

Kişinin ilimden öğrendiği bir bölüm, onun için dünya ve dünyadakilerin tümünden daha hayırlıdır.37

İlim Çin'de de olsa bulup öğrenin!38

İlim öğrenmek her müslümana farzdır.39

İlim hazinedir. Bu hazinenin anahtarı soru sormaktır. Sormaktan çekinmeyin; zira ilmin sorulmasından dört kişi birden mükâfat kazanır: Soran, cevap veren, onları dinleyen, onları seven!40

Câhil, cehaletine razı olup durmasın. Âlim de ilmini sus mak suretiyle saklamasın!41

Bir âlimin (ilim okuttuğu) meclisinde, (ilim tahsil etmek veya dinlemek için) hazır bulunmak, bin rek'at namaz kılmaktan, bin hastayı ziyaret etmekten ve bin cenaze na mazında hazır bulunmaktan daha faziletlidir!42

Hz. Peygamber bu sözleri söylediğinde, ashab kendisine şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Âlimin meclisinde bu lunmak, tek başına Kur'an okumaktan da mı üstündür?7 Hz. Peygamber 'Hiç ilimsiz Kur'an okumak insana fayda sağlar mı?' diye karşılık verdi.43

İslâm dinini ihyâ etmek maksadıyla ilimle uğraşırken ölen kimseyle peygamberler arasında, cennette sadece bir derece lik fark vardır.44

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: İlim talep ederken büyük zor luklara göğüs gerdim, fakat ilmi elde ettikten sonra aziz oldum'. Gerçekten de İbn Ebî Müleyke şöyle der: 'İbn Abbas'ı gördüğümde, ondan daha güzel yüzlü ve muntazam endamlı bir kimseyi gördüğümü ve görebileceğimi tasavvur edemedim.

Muhterem pederleri Hz. Abbas (r.a) gibi güzel bir insandı. Konuştuğu zaman herkesten daha açık ve daha beliğ konuşur, fetva verdiği zaman in sanların en âlimi olduğunu gösterirdi'.
İbn Mübârek şöyle der: İlme talip olmadan bir kimsenin ken disinde az da olsa şeref aramasına ve kendisini şereflilerden say masına şaşarım!'

Filozoflardan biri şöyle demiştir: 'İlim öğrenmek istediği halde öğrenemeyen veya öğrenebileceği halde öğrenmeyen kimselere acıdığım kadar kimseye acımam'.

Ebu Derdâ der ki: İlimden küçük bir mesele öğrenmem, benim için bütün bir geceyi ibadetle ihya etmekten daha mühimdir'.
Yine Ebu Derdâ şöyle buyurur: 'Hoca ile talebesi hayırda or taktırlar. Onların dışındakilerin sivrisinek kanadı kadar hayırları yoktur. Yâ âlim, ya talebe, ya da dinleyici ol. Bunların dışında dör düncü bir sınıfa dahil olma; yoksa helâk olup gidersin'.

Atâ şöyle demiştir: 'Bir kere ilim meclisinde hazır bulunmak, yetmiş lehviyat meclisinde bulunmanın kefareti olur.

İmam Şâfiî de şöyle demiştir: İlim tahsil etmek, bütün nafile ibadetlerden daha faziletlidir'.

Fakih Ebu Muhammed Abdullah b. Abdilhakem şöyle anlatır: Bir gün İmam Mâlik'in önünde ders okurken öğle ezanı okundu. Nafilelerimi kılmak üzere ders kitabımı kapattım. Hocam (İmam Mâlik) yüzüme bakarak şöyle haykırdı: 'Ey genç! Burada okuduğun ders, kalkıp kılacağın nafile namazlardan fersah fersah daha hayırlıdır'.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Sabahları kalkıp ilim tahsiline git meyi cihad olarak kabullenmeyen ve böyle olduğuna tüm samimi yetiyle inanmayan kimsenin ne aklı var, ne de bir fikri'.

34) Ebu Dâvud,-Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Derdâ ve EbuHüreyre'den)
35) Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban ve Hâkim, (Saffan b. Assal'dan)
36) İbn Abdilberr, (Ebu Zer'den)
37) İbn Abdilberr, İlim; İbn Hibbaıı, Ravzat'ul Ukalâ, (Hasan'dan)
38) İbn Adiy ve Beyhakî (Enes'den); Taberânî, (İbn Mes'ud ve İbnAbbasdan)
39) İbn Adiy, Beyhakî ve İbn Abdilberr, (Enes'den)
40) Ebu nuaym, Hilye, (Hz. Ali'den)
41) Taberânî, (İbn Merduveyh'den)
42) ırâki bu hadîsin Ebu Zer'den değil, İbn Ömer'den rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Cevzî ise bu hadîsi Mevzuat adlı eserinde zikretmiştir.
43) Ebu Nuaym, Herevi, (Hasan dan)
44) Ebu Nuaym, (İbn Mes'ud'dan)

İlim Öğretme'nin Fazileti

Ayetler

Dönüp kavimlerine geldiklerinde (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi?
(Tevbe/122)

Bu ayette geçen inzar kavramından ilim öğretmenin ve irşadda bulunmanın vâcib olduğu anlaşılmaktadır.
Allah, kendilerine kitab verilenlerden, onu mutlaka insan lara beyan edecekleri ve hiçbir şekilde gizlemeyecekleri hu susunda söz almıştı.(Âlu îmran/187)

Bu ayette, ilim öğretmenin farz olduğu açıklanmaktadır.
Buna rağmen onlardan bir grup bildikleri halde hakikati gizlerler.(Bakara/146)

Bu ayette de hak ilmi saklayıp öğretmemenin haram olduğu beyan edilmektedir. Nitekim başka bir ayette, ilmin gizlenmemesi gerektiği gibi, şahidlikten de kaçınmamak gerektiği bildirilmiştir:

Şehadeti gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki kalbi günah kârdır.(Bakara/283)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ peygamberlerden aldığı sözü (âlimlerden de) almadan herhangi bir âlime ilim vermez. Alman bu söz de ilmi halka açıklayıp gizlememeleridir.45

Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve 'Ben müslümanlar danım' diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
(Fussilet/33)

Ey Râsûlüm! İnsanları Kur'anla, güzel söz ve nasihatla rabbinin yoluna (İslâm nizâmına) dâvet et. (Nahl/125)

Allah onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğretir. (Âlu İmran/48)

Hadîsler
Hz. Peygamber (s.a) Hz. Muaz'ı Yemene gönderirken kendi sine şöyle demiştir:

Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın senin vasıtanla bir kişiyi doğru yola iletmesi, senin için dünya ve dünyanın içinde bu lunanların tümünden daha hayırlıdır.46

İlimden birşey öğrenip, öğrendiği şeyi halka öğreten bir âlime, yetmiş sıddık'ın sevabı verilir.47

Öğrenip amel eden ve öğrendiklerini öğreten bir kimse, gök ler âleminde hayırla yâd edilir.48

Kıyamet günü geldiğinde Allah Teâlâ âbid ve mücahid kul larına 'Cennete girin' deyince, âlimler Allah'a şöyle derler: 'Ey âlemlerin rabbi! Âbidler ve mücahidler bizim kendile rine öğrettiğimiz ilim sayesinde ibadet edip cihad ettiler'. Bunun üzerine Allah Teâlâ âlimlere 'Sizler benim nez dimde meleklerimden bazıları gibisiniz. İstediğiniz kimse lere şefaat ediniz, şefaatiniz kabul olunacaktır' der ve bu il âhî müjde üzerine âlimler, istediklerine şefaat ettikten, sonra cennete girerler.49

Bu fazilet, sadece başkalarına ilim öğreten âlimlere mahsus tur. İlmini başkalarına aktarmayan âlimin bu fazilete sahip ol ması sözkonusu değildir.

Hiç şüphesiz Allah Teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap)larla halkı da dalâlete sevkeder
ler.50

Bir ilmi öğrendiği halde, o ilmi ketmeden, (başkalarından esirgeyen) kimseyi, Allah Teâlâ kıyâmet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemler.51

Hediyelerin en güzeli, ilmi dinleyip, anlayıp, bu ilmi olduğu gibi müslüman kardeşine öğretmendir. Bu, bir yıllık nafile ibadete denktir.52

Dünya lânetlenmiştir (kıymetsizdir), dünyanın içindekiler de lanetlenmiştir. Ancak Allahın zikri ile birlikte onu öğreten ve öğrenen bundan müstesnadır.53

Allah Teâlâ, melekler, göklerin ve yerin ehli, hatta yu vasında bulunan karıncalar, denizdeki balıklar; halka hayır yollarını gösteren kişi için rahmet dilerler.54

Bir müslümanın bir başka müslümana, dinlediği bir hadîsi olduğu gibi aktarmasından daha büyük bir yardımı ola maz.55

Mü'minin, dinlediği hayırlı bir kelimeyi başkasına öğretmesi vc onunla amel etmesi, bir senelik (nafile) ibadet ten daha hayırlıdır.56

Birgün Hz. Peygamber (s.a) evinden çıkıp mescide geldi. Mescide girdiği zaman, toplanmış iki grup gördü. Bu grup lardan biri dua ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsc3diyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber zikir halinde olanlara işaret ederek şöyle buyurdu: 'Bunlar Allah'tan is terler. Allah Teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine konuşanlara işaret ederek şöyle bu yurdu): 'Bunlar ise, halkı eğitip, ilim öğretmeye çalışıyorlar. Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim'57. Daha sonra Hz. Peygamber ilim öğretenlerin meclisine gi derek onların aralarına oturdu.

Allah Teâlâ'nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidaye tin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun mi saline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allah Teâlâ halkı ya rarlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için) ne suyu üs tünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir.58

Hz. Peygamber, birinci grubu ilimden menfaat sağlayanlara; ikincisini başkalarına menfaat sağlayanlara, üçüncüsünü de bu iki faziletten de mahrum kalanlara benzetmiştir.

Ademoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir (defteri dü rülür). Fakat ölüp de defteri dürüldükten sonra bile üç şey devam eder: Yararı olan ilim, sadaka-i câriye, salih evlât. Böyle bir evlât, babası öldükten sonra babası için bol bol hayır işler, dualar eder.59

Hayra delâlet eden (hayır yolunu gösteren), o hayrı bizzat işlemiş gibi sevabına nail olur.60

Hiçbir şeyde hased (imrenme) doğru değildir; ancak iki kişinin hâline imrenmek bu hükmün dışındadır: a) Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmet öğrettiği kimsenin hali ki, bu kimse (aynı zamanda) öğrendiği ilmi halka öğretip müşkilleri hakkında bu ilimle hüküm verir; b) Allah Teâlâ'nın kendisine mal vermiş olduğu kimsenin hâli ki, Allah ona elindeki malı hayra sarfetmeyi nasip etmiştir.61

Allah'ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun! 'Senin halifelerin kimlerdir yâ Rasûlullah?' diye sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: 'Benim sünnetimi ihya eden ve sünnetimi Allah'ın kullarına öğreten kimselerdir'.62

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: 'Bir hadîs rivayet eden ve rivayet ettiği bu hadîsle insanların ameline yardımcı olan kimseye, o had îsi yaşamasından dolayı sevap verildiği gibi, başkalarının yaşamasından hasıl olacak sevap kadar daha verilir'.

İbn Abbas da şöyle demiştir: 'Halka hayrı öğreten bir kimse için herşey af diler, hatta denizdeki balıklar bile...'
Bir âlim şöyle demiştir: 'Âlim kişi halk ile Allah Teâlâ arasına girer. O halde âlim kişiye düşen görev, bu işi nasıl yapacağını düşünüp bulmaktır'.

Rivayet edildiğine göre Süfyan es-Sevrî Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikâmet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında soru sormaz. İmam buna çok üzülür ve şöyle der: 'Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş'. Süfyan es-Sevrî bu hareke tiyle ilim öğretmenin ne denli büyük bir önem taşıdığını ve ilmin devam etmesinin bu vazifenin yapılmasına bağlı olduğunu ifade etmek istemiş ve kendisinin de bu vazifeye ne denli bağlı olduğunu bu şekilde göstermiştir.

Atâ b. Ebi Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb'in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor'.

Selef-i sâlihînden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Alimler kendi dönemlerinin ışıklarıdır. Her âlim kendi dönemini aydınlatır ve o devrin insanları ışıklarını ondan alırlar'.

Hasan Basrî der ki: 'Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvan ların seviyesine inerlerdi! (İnsanları hayvanlık seviyesinden âlim ler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak onlar yükseltirler).

İkrime 'Bu ilmin değeri vardır' deyince, kendisine ilmin değeri sorulur. O da şöyle cevap verir: 'Onun değeri, onu koruyabilecek ve hiçbir şekilde zâyi etmeyecek kimselere öğretmektir'.

Yahya b. Muaz 'Âlimler ümmete, onların analarından ve baba larından daha merhametlidir' dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; o da şöyle der: 'Çünkü babalar ve anneler ço cuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar'.
Denildi ki: 'İlmin evveli sükût, sonrası dinlemek, daha sonrası hıfzetmek ve daha sonrası ise onunla amel etmektir. En sonu da onu insanlara öğretmektir'.

Yine şöyle denilmiştir: 'İlmini, bilmeyenlere öğret; bilmediğin ilimleri de bilenlerden öğren. Sen böyle hareket ettiğin takdirde, bilmediklerini öğrenir, bildiklerini de mükemmel bir hâle getirir sin'.

Muaz b. Cebel ilmi öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkında şöyle demiştir: İlmi öğrenin; zira ilmi Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadet tir. İlmi müzakere etmek teşbihtir, İlmî araştırma yapmak en bü yük cihaddır. ilmi, bilmeyen bîr kişiye öğretmek sadakaların en makbûlüdür. İlmi, ehlini bulup vermek ise, Allah'a en çok yaklaştırıcı davranıştır. İlim, yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşıdır; tenha yollarda ise en emin yoldaşdır. Dinde delildir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretendir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir. Cennet yolunun nişanesidir. Allah Teâlâ, ilim sayesinde birtakım toplumları yükseltir ve onları hayırda lider ve izlerinde gidilen rehberler yapar. Onlar hayır hususunda herkese örnek teşkil ederler. Eserlerine ve gösterdikleri yollara herkes bağlanır, hareketleri ise herkes tarafından tâkip edilir. Melekler bunlarla arkadaşlık yapmaya can atar ve kanatlarıyla onları okşarlar. Dünyadaki bütün yaş ve kuru nesneler onlar için Allah Teâlâ'dan af dilerler. Denizlerdeki balıklar, karadaki yabanî ve evcil hayvanlar; gök ve yıldızlar onlar için Allah Teâlâ'dan af talebinde bulu nurlar. Çünkü ilim, insanların kalplerini körlükten kurtaran bir nimettir. Gözleri zulmetten nûra kavuşturan bir ışıktır. İnsan bünyesini kuvvetlendiren bir kuvvet kaynağıdır. Kul ancak ilmi sa yesinde Allah yolunda olanların mertebesine varır, yüce derecelere ulaşır. İlim ve tefekkür oruçla eşittir. İlim müzakeresi, tüm ibadet lere denktir. Allah'a ancak ilimle itâat edilebilir ve yine ancak ilimle ibadet mümkün olur. Allah'ın birliği ancak ilimle bilinir. Allah'ı ancak âlimler güzelce tesbih edebilirler. Kişi ancak ilim sayesinde takvâ ehli olabilir. İlim sayesinde sıla-i rahim yapabilir. Haram ve helâl yalnız ilimle bilinir. İlim imandır. Amel ise ilmin izinden gitmeye memul' bir emir eridir. Allah Teâlâ ilmi said kul larına ihsan eder, ondan ancak şakileri mahrum bırakır'.63

Allah1 dan hüsn-ü tevfîkini dileriz. Aldı Deliller
İlim öğrenmek ve ilim öğretmekten söz ettiğimiz bu bölümde gayemizin ilmin faziletini anlatmak olduğu bilinmelidir!
'Fazilet'in hakikati nedir?' sualinin cevabı verilmedikçe, Faziletlin ne anlama geldiği bilinmedikçe, onun ilme ve başka şeylere sıfat olup-olmadığı da bilinemez. Sözgelimi hikmet'in mâ nâsını anlamayan ve hakikatinden haberi olmayan bir kimse, bir şahsın hikmet ehli'nden olup olmadığını araştıracak olsa, hiç kuşkusuz verecek olduğu hükümde yanılır. Bu bakımdan önce Fazilet'in anlamıyla söze gireceğiz.
Fazilet kelimesi Fazl kökünden gelir ve ziyadesiyle artış, faz lalık demektir. İki şey bir hususta ortak oldukları zaman, biri or taklıkta biraz daha az pay sahibi bulunsa, öbürü için 'Bu diğerinden daha faziletlidir' denilir. Bu fazlalığa, başka bir şeyin kemâline yararlı olduktan sonra, miktarına hiç bakılmaksızın hü küm verilir. Sözgelimi 'At merkepten daha faziletlidir' demek şu anlama gelir: At ve merkep yük taşımada ortak yanları olan iki hayvandır. Fakat at, merkebe nisbetle üstündür; zira at, merkepten daha fazla yük taşır, ondan daha hızlı koşar ve hedefe daha evvel varır. Bütün bunlar onu merkepten daha üstün kılar.

Bazen bir merkebe daha fazla değer verilebilirse de, hiçbir za man merkebin attan daha üstün olduğu söylenmez. Çünkü onun üstünlüğü cüsse itibariyledir. Oysa at, her zaman merkepten daha üstün vasıflara sahiptir. Bu hal her açıdan kemâl sayılmaz. Hayvan yetenekleri ve özellikleri bakımından aranılır ve kendisine bu nedenle sahip olunmaya çalışılır; yoksa sırf cüssesi için değil!

Bu örneği gerçekten anlamışsanız, fazilet kelimesinin an lamını artık biliyorsunuz demektir.
Diğer hayvanlara nisbetle at nasıl faziletli ise, ilim vasfı da diğer bütün vasıflara nisbetle hiç kuşkusuz daha faziletlidir.

Atta bulunan hızlı koşma yeteneğinin bir fazilet olduğunda şüphe yoksa da, bu mutlak bir fazilet sayılmaz. Ancak ilim böyle değildir. İlim, hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir fazilet taşımaktadır. İlmi hiçbir şeyle kıyas edemeyiz; zira ilim, Allah Teâlâ'nın kemal sıfatıdır.

Peygamberlerin ve meleklerin bütün şerefi ilim'den gelmekte dir. Hatta atların bile zeki olanı, uyuşuk olanından daha üstündür. Bu nedenle ilim, hiçbir meziyete izafe edilmeksizin tek başına fazi letin kendisidir.

Bilinmelidir ki istenilen şeyler (iyilikler); a) Kendi zâtından do layı istenilen, b) Başka sebepten dolayı istenilen, c) Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeyler (iyilikler) olarak bölümlere ayrılır. Kişinin zâtından dolayı istediği şey (iyilik), başka sebepten dolayı istediği şeyden (iyilikten) daha faziletlidir.

Başka sebepten dolayı istenen şeye, dinar ve dirhem (para) ör nek olarak verilebilir. Dinar ve dirhem gerçekte pek büyük değeri olmayan madenlerden ibarettir. Şayet Allah Teâlâ o madenlerle alışveriş yapılmasını murad etmeseydi, onların salt maden olarak hiçbir değeri olmazdı.

Kişinin, zatından dolayı istediği şeye ise, âhiretteki saadet ile Allah Teâlâ'nın cemâlini müşahede etmenin lezzeti örnek olarak verilebilir.

Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeye gelince, buna da kişinin bedensel bir özre sahip olmaması (sağlıklı olması) örnek olarak verilebilir. Çünkü örneğin ayakların sağlam olması, hem bedenin Ölümden uzak olmasını ve hem de yürüyerek istenilen yere ulaşılmasını sağlar. Nitekim insanoğlu ihtiyaçlarını ayaklarıyla yürüyerek giderebilmektedir.

İlime bu açıdan baktığınızda, onun ne denli önemli.bir haslet olduğunu açıkça görebilirsiniz. Demek oluyor ki ilim, zâtından do layı istenen bir nimettir! Yine bu şekilde ahiret âleminin nimetle rine götüren en önemli vesilenin de Hun olduğunu açıkça görebi lirsiniz; zira Allah Teâlâ'nın huzuruna ancak ilim ile gidilir.

İnsanoğlu hakkında en büyük makam, ebedî saadet olduğundan dolayıdır ki bu saadete ulaştıran vesile de en büyük fa zilettir! Çünkü insan için ilim ve ilime bağlı amel olmadığı tak dirde, bu nimetlerin hiçbirine ulaşmak imkânı yoktur!
Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilimle varılır. Bu bakımdan dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Dolayısıyla kuşku götürmez bir biçimde sabit olmaktadır ki, ilim amellerin en faziletlisidir. Nasıl olmasın ki? Birşeyin fazileti onun sonucunun güzel olmasını bilmekledir.

İlimin, âhiretteki müsbet sonuçlarını daha önceki sayfalarda bildirmiştik ve İlim'in, âlemlerin rabbine yaklaşmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile aynı seviyeye gelmeye ve sile olduğu anlaşılmıştı. İlim'in dünyadaki müsbet sonuçlarına gelince; bunlar izzet, saadet, hâkimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onları nüfuz altına almak ve beşerin indinde âlimin itibarım kabul etmek gibi hususlardır. Öyle ki ahmak ve kalbi taştan daha sert olan insanlar bile kendilerini âlimlere hürmet göstermeye zorlarlar. Zira yaratılışlarında böyle bir hususiyet vardır. Bu konuda deneme ve tecrübe yollarından geçerek gereği kadar fikir sahibi olmuşlardır. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, hayvanlar bile insanların kemâl derecesi bakımından daha ileride olduklarım sezdikleri içindir ki insanlara yaltaklanır ve onlardan yardım isterler, hepsi onlara korkuyla karışık bir hürmet içinde yaklaşırlar.

İşte İlimin mutlak mânâda fazileti budur!
İleride de sözünü edecek olduğumuz gibi, ilimler çeşitlidir. Derece ve mertebelerine göre ilmi sınıflara ayıracağız ve siz de bunu açıkça göreceksiniz.İlim öğretmek ile ilim öğrenmenin fazi letine gelince, bunların faziletleri şimdiye değin yapmış olduğumuz izahlardan anlaşılmış olmalıdır.

İlim, nimetlerin en faziletlisi olduğundan, onu öğrenmek en
faziletli bir nimeti elde etmek demektir. İlim' i öğretmek ise en faziletli bir nimeti başkalarına aktarmaktır. Bu hükmü şu şekilde açıklayabiliriz: Halkın isteği din ve dünyadan ibarettir. Din ancak bu dünyada tatbik edildiği zaman kâim olur; zira bu dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünyayı âlet veya geçici bir konak olarak kullananlar için bu dünya, Allah'a giden yolun bir başlangıcı, bir vasıtasıdır.

Bu dünya insanların yaptıklarıyla düzene kavuşur. İnsanların amelleri ve sanatları da üç kısımda toplanabilir:
1. Şu âlemin nizâmını ayakta tutmak için konulmuş olan bir
takım düsturlardır. Bu düsturlar da dört bölüme ayrılır:
a) Ziraat. (Çünkü yemek için azık toplamak ziraata bağlıdır).
b) Dokumacılık. (Bu da giyinmek içindir).
c) Bina. (Mesken içindir).
d) Siyaset. (Birleştirme, arayı bulma, maişetin sebeplerini zabt-u rabt altına alma ve yardımlaşma içindir).

2. Bu sanatlar için başka yollar da vardır. Örneğin demircilik gibi, Bu sanattan elde edilen âletler ziraatta kullanıldığı gibi, başka iş dallarında da kullanılır.
Hallaç ve örme işi gibi. Bunlar da dokumacılık yapabilmek için malzeme hazırlayan iş dallarıdır,

3. Esas sanatları hazırlayan ve süsleyen iş dalları. Ziraat mah sûlünün öğütülmesi, ekmek yapılması, dokunan malın yıkanması ve dikilmesi gibi.
Bunlar tıpkı bütüne izafe edilen cüzler gibi yeryüzünün icab ları itibarıyla bu şekilde bir taksime tâbi tutulmuşlardır.

İnsan uzuvları da üç kısma ayrılır.
1. Asıl organlar; kalp, ciğer, beyin.
2. Bunlara hizmet eden organlar; mide, damar, damarla alâ
kalı diğer unsurlar, mafsalları birbirlerine bağlayan sinirler ve kalp damarları...
3. Bunları tamamlayan ve süsleyen organlar; tırnak, parmak
ve kaslar...

Bütün sanatların en şereflisi esas olanlardır. Esasların da en şereflisi insanları birleştirici; iktisadî, içtimaî, dinî ve dünyevî bü tün durumlarını düzelten ve nizâma sokan siyasettir. Bu hikmete binaen, nizâmı deruhte edecek olan kimselerde hiçbir meslekte aranmayan vasıflar aranır; zira siyaset sanatını elinde bulundu ranlar diğer bütün sanat erbabını yönetenlerdir; bütün sanat er babı siyasetçilerin gösterdiği istikamette çalışmaya mecbur kalırlar.

Halkı ıslah ve onların iyi yola gitmelerini temin etmek için dünya ve âhiretlerini mâmur edici siyaset dört grupta özetlenebi lir:
1. Peygamberlerin siyaseti ki en faziletli (üstün) siyaset budur. Çünkü peygamberler, bütün insanların hem bâtınî ve hem de zâ hirî yönlerine hükmetmektedirler; her iki açıdan da insanlar üze rinde bir otoriteleri vardır.
2. Halifelerin, melik ve sultanların siyaseti ki bunlar bütün halk üzerinde hüküm sahibidirler, ancak bütün otoriteleri insan ların zâhirî yönlerine ilişkindir, insanlar üzerinde bâtınî bakımdan bir otoriteleri yoktur!
3. Allah'ı ve O'nun dinini bilen ve peygamberlere vâris olan âlimlerin siyaseti ki bu âlimler sadece halkın elit (havas) taba kasının iç âlemine (bâtınına) hükmederler. Halk (avam) ise, bu kimselerden istifade edecek güce sahip bulunmadığı için faydala namazlar. Bu âlimler halkı ilzam etmek, kötü işlerden menetmek ve kanunlara itâata zorlamak gücüne sahip değildir. Bu tür bir otoriteden mahrumdurlar.
4. Vâizlerin siyaseti ki bunların siyaseti sadece basit halk tabakasının bâtınına hitab edebilir. (Halkın üzerinde başka bir otoriteleri yoktur!)

Bu dört çeşit siyasetin en şereflisi hiç kuşkusuz peygamberle rin siyasetidir. Bu siyasetten hemen sonra âlimlerin siyaseti gelir. Çünkü bunlar ilim öğretmekle halkı helâk edici kötü ahlâktan arındırırlar ve onları irşad ederek güzel ahlâka yöneltirler. İşte âlimlerin siyaseti budur ve eğitim-öğretimin en mühim fayda larından biri de bu güzel neticeyi sağlayabilmesidir.
Öğretim siyasetinin, diğer siyaset ve sanatlardan üstün olduğunu söyledik; zira bir sanatın şerefi üç şey'in mevcudiyetiyle bilinir.
A) Sanatın maksadına ulaştıran şeyin bizzat maddesini teşkil eder. Buna örnek olarak şunu gösterebiliriz: Aklî ilimler, lûgatla ve edebiyatla ilgili bütün ilimlerden üstündür. En güzel örnek bu dur; zira bütün hikmetler akıl vasıtasıyla çözülmektedir. Lûgat ve edebiyat ise işitmek suretiyle öğrenilebilir. Aklın, işitme hassasından çok daha üstün olduğu aşikârdır.
B) Toplumun menfaatine uygundur; yani halka daha büyük
fayda sağlayan şeyin şerefi bu fayda nisbetinde yükselir. Örneğin ziraatın kuyumculuktan üstün olması bu hikmete mebnidir.
C) Üzerinde çalışılan şeyin maddesinin kıymetidir. Bu şekilde
bakıldığı zaman kuyumculuk dericilikten üstün olur. Çünkü ku
yumcu, altın gibi çok nefis bir maden üzerinde çalışma yaparken, derici pis ve murdar hayvan derileri üzerinde çalışmaktadır.

Dinî ilimlerin, âhiret yolunun aydınlanmasına vesile olduğu herkesin malûmudur. Bu ilim ise ancak aklın selim oluşu ve ze kânın Saffeti lie bilinir. Akıl insana verilen nimetlerin en
şereflisidir. Nitekim bu hususu kitabımızın ilerideki bölümlerinde geniş bir şekilde izah etmeye çalışacağız.
Aklın en şerefli bir nimet oluşunun esas sebebi, Allah'ın ema netinin (dinî emirlerin) ancak akılla kavranabilmesi ve yapılabilmesidir. Bu emirleri yerine getirmek suretiyle Allah'a yakınlaşılabilir.

Aklın umumî yararı ise saymakla bitmez. Çünkü akîm bütün ırıeyvası âhiret sâadetini temin etmektir.
Üzerinde çalışılan şeyin maddesine gelince, bu herkesin mal ûmudur; zira bir muallim insanın kalbine ve bedenine tasarruf etmektedir. Yeryüzünde yaşayan bütün mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanın en şerefli organı da kalbidir. Öğretmen, işte bu en kıymetli uzva hükmetmesini bilen kişidir. Öğretmen, insanı bü tün kötü hasletlerden arındıran ve Allah'ın manevî huzuruna çıkaran kişidir.

Bu nedenle ilmin öğretilmesi, bir yandan Allah'a ibadetin, diğer yandan da Allah'ın halifesi olmanın gereğidir. Bu haslet, in sanı Allah'a halife yapar. Çünkü Allah Teâlâ, âlimin, kalbinde en mümtaz nimet olan ilmin kapısını açmıştır.

Dolayısıyla bir âlim, kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazi neden insanlara dağıtma yetkisi dahi bulunmaktadır.
Kulun, Allah ile mahlûkatı arasına girip de mahlûku Allah'a yaklaştırmasından daha büyük bir mertebesi olabilir mi? Kulların cennete girmesinden elde edilecek dereceye hangi derece ulaşabilir?

Ya rabbî! Bizi bu bahtiyar kullarından eyle! Kulun ve rasûlün Muhammed Mustafa'ya (s.a); onun âline ve ashabına salât ve se lâmını gönder, onlardan rahmetini esirgeme!

45) Ebu Nuaym, (İbn Mes'ud'dan)
46) İmam Ahmed, Müsned
47) Nesâî, Kitab 'ul-İlim
48) Deylemi, Müsned'ul-Firdevs, (Ebû Abdullah el-Hâkim'den)
49) Mu'ribî, (İbn Abbas'dan)
48) Deylemi, Müsned'ul-Firdevs, (Ebu Abdullah el-Hâkim'den)
49) Mu'ribî ibn Abbas'dan
50) Ebuta Dâvud dışındaki sünen sahipleri, (Abdullah b. Amr'dan)
51) Bu hadîs Ebu Hüreyre, Abdullah b. Amr, Ebu Said, Enes b. Mâlik, İbn Mes'ud, İbn Abbas, İbn Ömer vc Câbir'den rivayet edilmiştir.
52) Vbn Âdıy, ll>n ÂM)as dan)
53) Tirmizî, İbn Mâce, (Atâ b. Murre'den)
54) Tirmizî, (Ebu Derdâ'dan)
55) İbn Abdilberr, (Muhammed b. el-Münkedir'den mürsel olarak)
56) Deylemî, Müsned'ul Firdevs, (Muhammed b. Muhammed b. Ali b. As'dan)
57) Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub
58) Buharî ve Müslim, (Büreyde b. Abdullah b. Ebu Bürde'den)
59) Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî; hadîs hasendir.
60) Tirmizî, (Enes'den)
61) Buharî, Müslim, Nesâî ve İbn Mâce
62) İbn Abdilberr, İlim; Herevî, Zemm'ul-Kelam, (Amr b. Ebî Kesir yoluyla)
63) Ebu Nuaym, Hilye; Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub

Kitabul-İlim/I. Bölüm 97

İmam Şâfiî

Âbid olduğunu ifade eden delil şudur: Kendisi geceyi üçe tak sim eder, birinci bölümünü ilme, ikinci bölümünü ibadete, üçüncü bölümünü de uyku ve istirahate ayırırdı.

Rebî91 şöyle demiştir: İmam Şâfiî Ramazan ayında kıldığı namazlarda Kur'an'ı Kerîm'i altmış kere hatmederdi'.

İmam Şâfiî'nin talebelerinden olan Ebu Yakub Yusuf b. Yahya el-Buveytî92 de hocasına uyarak Ramazan ajanda hergün bir hatim indirirdi.

Hasan el-Kerabisî93 şöyle demiştir: 'Çok zaman İmam Şâfiî ile geceleyip gördüm ki, İmam Şâfiî gecenin üçte birinde namaz kılmakla meşgul olurdu. Bütün bu namazlarda, elli ayetten az okuduğuna asla rastlamadım. En fazla okuduğu da yüz ayeti geç
mezdi. Rahmetten bahseden ayetleri okuduğu zaman kendisi ve bütün müslümanlar için Allah'ın rahmetini talep eder, azaptan haber veren bir ayeti okuduğu zaman mutlaka azabından Allah'a sığınırdı; kendisi ve bütün müslümanlar için azaptan emin olmayı Allah'tan dilerdi. Sanki onda ümit ve korku birbirlerine yakın iki komşu gibiydi'.

İmam Şâfiî'nin bu uzun namazlarında sadece Kur'an'ın elli ayeti gibi az bir miktarını okumakla Kur'an'ın esrarına vakıf ol makta ne derece ileri gittiğini ve Kur'an'a ne kadar derinlemesine daldığını bir görünüz!

İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Onaltı seneden beri hiçbir zaman doya doya yemek yemiş değilim. Zira tam bir şekilde doymak be deni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, zekâyı dumura uğratır, uykuyu celbeder ve sahibini ibadet yapmaktan alıkoyar...'

İmam Şâfiî'nin tıka basa yemek yemenin âfetlerinden nasıl çe kindiğine bakarak, birtakım hikmetleri anlamaya çalışınız! O, iba detler için doya doya yemek yemediğim söylüyor. Çünkü ibadetin başı, az yemekle yetinmektir.

İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Gerek doğru ve gerekse yalan, hiç bir şekilde ve hiçbir zaman bütün hayatım boyunca Allah'ın is miyle yemin etmedim'.

Allah'ı ulu ve büyük görmesinin ve O'na eğilmesinin derece sine bakınız! İmam Şâfiî'nin bu hâli, onun Allah'ın celâli hakkındaki derin ilminin en büyük delilidir.

İmam Şâfiî'ye bir mesele soruldu. Sükût ederek bu suale cevap vermedi. Orada hazır bulunanlardan biri kendisine 'Allah senden razı olsun, neden cevap vermedin?' deyince şöyle buyurdu: 'Acaba fazilet bu suale cevap vermekte midir, yoksa vermemekte mi? İşte bunu düşünebilmek için bekledim'.

Fakihlere en çok musallat olan illetlerden biri olan dilini, nasıl zapt u rapt altına aldığına bakınız! İşte İmam Şâfiî dilini kontrol ettiğini bu hâdisede göstermiş oluyor. Aynı zamanda bu hâdise imam Şâfii'nin sadece Allah nezdindeki sevaba nail olmak için konuşup, sustuğunu göstermektedir.

Ahmed b. Yahya b. Vezir94 şöyle anlatır: İmam Şâfiî birgün kandiller çarşısından çıktı, bizler de onun arkasından gidiyorduk. Baktık ki bir adam ilim ehlinden olan birinin gıybetinde bulunu yor. Bunu duyan İmam Şâfiî bizlere dönerek şöyle dedi: 'Dillerinizi gıybetten ve ihanetten koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da tıkamak suretiyle bunları işitmekten koruyun; zira dinleyen söyleyene ortak olur. Ahmak kimse kendi içindeki kötü şeyleri sizin gönüllerinize boşaltmak ister. Bu kimsenin sözlerini dinleyenler günahkâr olur, reddedenler ise saadete ererler'.

İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: "Bir hakîm başka bir hakîme yazdığı mektupta 'Allah sana bir ilim vermiş. Bu ilmi günahların çirkefiyle kirletme ki ehl-i ilinin, ilimlerinin nûru ile yürüdükleri o gün (kıyamet günü) zulmette kalmış olmayasın' diye yazmıştır".

İmam Şâfiî'nin zühdüne gelince, o şöyle demiştir: 'Dünya ile Allah sevgisini bir kalpte barındırdığını söyleyen kimse yalan söy lemiş demektir'.

Humeydî95 şöyle anlatır: İmam Şâfiî bir ara bazı idarecilerle Yemen'e gitti. Oradan da Mekke'ye geldi. O anda elinde onbin dir hem para vardı. Mekke dışında kendisine bir çadır kuruldu. Halk onu grup grup ziyaret etmeye geliyordu. O da gelen fakirlere para dağıtıyordu. O kadar ki, o çevredeki fakirlere vermekten elinde bir kuruş bile kalmamış ve oradan meteliksiz ayrılıp gitmişti.

Birgün İmam Şâfiî hamamdan çıkarken, hamamcıya birçok mal vererek ayrıldı. Elindeki kamçı bir ara yere düştü. Biri yere eğilip kamçıyı alarak kendisine verdi. İmam Şâfiî derhal o adama elli dinar para verdi.

İmam Şâfiî'nin cömertliği burada anlatılanlardan çok daha iyi bilinmektedir. Zaten zühdün başı cömertliktir. Kişi neyi seviyorsa onu elinden kaçırmamaya bakar, Dünya malını ancak dünyaya ehemmiyet vermeyen kişiler dağıtır. Bu hal zühdün kemâl hâlidir.

İmam Şâfiî'nin zühdünün ne kadar ileri olduğuna, Allah'tan ne kadar çok korktuğuna ve himmetini daima ahirete yönelttiğine delil olmak bakımından şu hikâye yeter de artar bile!
Süfyan b. Uyeyne96 Rekâik'den aldığı bir hadîsi kendisine ri vayet etti. İmam, hadîsi duyar duymaz kendinden geçti. Süfyan'a 'İmam öldü' dendiği zaman Süfyan şöyle buyurdu: 'Eğer Şâfiî bayılmış değil de ölmüş ise, zamanının en faziletli kişisi ölmüş demektir'.

Abdullah b. Muhammed el-Belevî şöyle anlatır: "Ben ve Ömer b. Nebâte oturuyorduk. Aramızda âbidlerden ve zâhidlerden bahsedi yorduk. Bu konuşma sırasında Ömer bana şunları söyledi: 'Muhammed b. İdris Şâfiî'den daha müttaki, daha beliğ, daha fa sih bir kimseyi görmedim'. Ben, Ömer ve Haris b. Lebid, birlikte Safa tepesine çıktık. (Hâris b. Lebid, Salih el-Murrâ'nm97 talebe siydi ve çok güzel bir sesi vardı).

Hâris burada Kur'an'ı Kerim'den şu ayetleri okudu: 'Bugün dilleri tutulacak gündür. (İnkârcılara) izin verilmez ki özür dilesinler' (Mürselât/35-36) Orada bulunan ve ayeti dinleyen Şâfiî'nin benzi sarardı, âdeta tüyleri diken diken oldu. Sonra onun tir tir titreyerek yere serildiğini gördüm. Gözünü açtığı zaman Allah Teâlâ'ya şöyle niyazda bulundu.

Ey yüceler yücesi Allahım! Yalancılardan olmaktan ve ga fillerin yüzçevirmelerinden sana ve rahmetine sığınırım! Allahım! Ariflerin kalbi sana eğilmiş, müştekilerin boynu senin rahmetinin önünde bükülmüştür. İlâhi! Cömertliği bana hibe eyle ve beni örtünle setreyle. Mübarek yüzünün keremiyle kusurumu affet!

Abdullah diyor ki: Bu durumdan sonra İmam Şâfiî yürüdü ve biz de arkasından geri döndük. Ben Bağdad'a geldiğim zaman İmam Şâfiî de Irak'ta bulunuyordu. Dicle'nin kenarında abdest alıyordum. Birisi yanımdan geçerken bana seslendi: 'Ey genç! Abdestini güzel al ki, Allah sana dünyada ve ahirette güzellik ih san etsin'. Başımı çevirip baktığım zaman yanında topluluk bulunan bir zat gördüm. Abdestimi çabucak alarak derhal bu zâtı takip etmeye koyuldum. Bir ara bana dönerek şöyle buyurdu: 'Bir ihti yacın mı var?' Ben 'Evet, Allah'ın sana öğrettiklerinden sen de bana öğret!' dedim. O 'Bilmiş ol ki Allah'a sadakatle kulluk yapan lar kurtulur. Allah'ın dinine şefkat gösteren felâketten selâmet bu lur. Dünyada zâhid olanın gözleri yarın kıyâmet gününde karşılaştığı sevaptan dolayı nürlanır. Daha fazlasını söyleyeyim mi?' Ben 'evet' dedim. O da şöyle dedi: 'Kimde üç haslet varsa o imanını kemâle erdirmiştir, mârufu emr ve tatbik eden, münkeri yasaklayıp sakınan, Allah'ın hududlarını gözetip aşmayan. Daha fazlasını ister misin?' Ben 'evet isterim' dedim. O da şöyle dedi: 'Dünyaya sırt çevir, ahirete yöııel! Bütün işlerinde Allah'a doğruluk göster ki kurtulanlarla birlikte kurtulmuş olasın'. İşte bütün bunları söyleyerek uzaklaşıp gitti. O gittikten sonra kim olduğunu sordum. Bana onun İmam Şâfiî olduğunu söylediler".

İmam Şâfiî'nin Kur'an karşısında nasıl bayıldığını ve ayıldıktan sonra neler söylediğini dikkatlice düşünecek olursanız, bütün bu haller İmam Şafiî'nin ne kadar zâhid bir kimse olduğunu size anlatmaya, yeter. Çünkü bütün bu haller onun Allah'tan ne kadar çok korktuğunun apaçık birer delilidir. Böyle bir korku ve zühd ancak Allah Teâlâ'yı çok iyi tanıyanlara ve rilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Fâtır sûresinin 28. ayetinde bu hak îkate şu şekilde işaret buyurmaktadır: 'Allah'tan kulları içinde ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar'.

İmam Şâfiî bu takvâyı ve zühdü selem, icare ve diğer fıkhî ba hislerden elde etmemiştir. O takvâsını ancak Kur'an ve Sünnet'ten çıkarmış, ahiret ilimlerinden almıştır. Çünkü geçmişlerin ve gele ceklerin ilmi Kur'an'ı Kerim ile Sünnete dayanmaktadır.

İmam Şâfiî'nin kalbin sırlarını ve ahiret ilimlerini bilen bir âlim olduğuna dair delil ise, kendisinden rivayet edilen hüküm lerden anlaşılmaktadır:
Rivayet edildiğine göre, İmam Şâfiî'ye riya hakkında sual sor dukları zaman hiç düşünmeksizin riyayı şöyle tarif etmiştir: 'Riya bir fitnedir. Bu fitneyi heva ve heves meydana getirmiş ve âlimlerin kalp gözlerini tıkayarak görmelerine mâni olmuştur. Âlimler ne fislerinin arzusuna uyarak bu perdeye bakmışlar ve bütün amelle

Yine İmam Şâfiî şöyle buyurur: 'Amelini kibir ve gururun ze deleyeceğini hissedip korktuğun zaman, kimi razı etmek istediğine dikkat et! Hangi sevabı istediğini keşfetmeye çalış. Hangi cezadan korktuğunu araştır. Neden dolayı şükrettiğini anlamaya çalış. Hangi belâdan dolayı hatırlamış olduğunu tahkik et. Sen bu haslet lerden biri hakkında bile düşündüğünde amellerin gözünde küçülür'.

İmam Şâfiî'nin riyanın hakikatlerini nasıl belirtmiş olduğunu ve ayrıca riya kadar tehlikeli olan kibir ve gururun ilacını nasıl gösterdiğini düşün de, onun bu sahadaki büyük ilmini takdir et!

İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Nefsini günahlardan korumayana ilim bir fayda sağlamaz'.

Yine İmam Şafiî şöyle buyuruyor: 'İlmiyle Allah'a itâat eden, ibadetinin mânevî zevkine erer'.

Yine kendileri şöyle demiştir: 'Bu yeryüzünde dostu veya düşmanı olmayan hiç kimse yoktur. Madem ki durum böyledir sen, kendini Allah'ın ibadetine adayanlarla birlikte ol!'

Abdülkâhir b. Abdülâziz salihlerdendi ve çok muttaki bir kim seydi. İşte bu muttaki zat takvâ hakkında İmam Şâfiî'ye birçok sual sorardı. İmam da bu zâtın suallerine takvasından dolayı usanmadan cevap verirdi. Bu zat günün birinde İmam Şâfiî'ye şu suali sordu: 'Sabır mı, mihnet mi yoksa temkin mi daha üstün dür?'
İmam ise şöyle cevap verdi: Temkin peygamberlerin derecesi dir. Temkin derecesine ancak Mihnet'ten sonra varılır. O hale eren kimse imtihana çekildiği zamanlarda sabreder. Sabrettiği zamanlarda ise temkine varmış olur. Ey Abdülkâhir! Görmez mi sin? Allah Teâlâ, kulu ve rasûlü İbrahim'i (a.s) önce denedi. Sonra da temkin mertebesine ulaştırdı. Hz. Musa'yı da önce imtihan etti, sonra temkin derecesine vardırdı. Hz. Eyyûb'u da önce imtihandan geçirdi, sonra temkin'e vardırdı. Yine Hz. Süleyman'ı da imtihan ettikten sonra temkin derecesine vardırdı ve kendisine mülk ihsan eyledi. Demek oluyor ki temkin derecelerin en üstünü ve en efdali dir. 'İşte Yusufu böylece Mısır'a (temkin edip) yerleştirdik!' (Yusuf/21). Hz. Eyyûp büyük imtihandan sonra temkin mertebe sine vardi. Allah. Teâlâ HZ. Eyyûb'un başından geçen bu imtihan ve temkini Kur'an-ı Kerîm'de aynen şöyle ifade buyurmaktadır: 'Bizde duasını kabul edip hemen kendisindeki hastalığı giderdik. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir katını daha ver dik'. (Enbiya/84)

İmam Şâfiî'nin verdiği bu cevap, Kur'an'ın sırlarını ve Allah'a yönelen enbiya ve evliyanın derecelerini ne denli bildiğini göster mektedir. Bu ise ahiret ilimlerini bilmenin bir sonucudur.

İmam Şâfiî'ye 'Bir kişi ne zaman âlim olur?' diye so rulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'İlmini derinleştirip, diğer âlimleri tedkik ettiğinde hangisinin bilip, hangisinin bilmediğini anladığında...'

Hekîm Calinos'a 'Sen bir hastalık için niçin birçok ilaçtan mü rekkeb bir tedavi usûlü tavsiye ediyorsun' diye sorulunca, o bu sözü söyleyenlere şöyle cevap vermiştir: 'Gayeye bir ilaç da vardırır. Ancak o bir ilaca birçok ilacın eklenmesi hastanın hiddetini din dirmeye yarar. Zira teklik öldürücüdür'.
İmam Şâfiî'nin bu ve buna benzer daha nice sözleri, onun ma rifetullah' ta ve Ahiret İlmi'nde ne denli yüksek mertebelere çıkmış olduğunu göstermektedir.

İmam Şâfiî'nin Fıkıh'tan ve fıkhî konulardaki münazaralar dan sadece Allah'ın rızasını kastettiğine bir delil gösterelim.
Kendisi şöyle buyurmuştur: İsterdim ki herkes bu ilimden (fıkıh ilminden) menfaat görsün de bana bu menfaatin zerresi dahi isabet etmesin; hiçbir şeyi bana nisbet edilmesin'.
Dikkat edilecek olursa, İmam Şâfiî'nin ilimden doğacak olan âfeti ve ilmi şöhret elde etmek için istemenin felâketini nasıl idrâk etmiş olduğu, ilmi sadece Allah için istediği, ilimden gelecek olan şöhrete ise hiç iltifat etmeyip, kalbini benliğin her çeşidinden arındırdığı açıkça görülecektir.

İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Kimle konuştuysam ilmî mü nazarada muvaffak olmasını, doğru yolda gitmesini ve Allah'tan yardım görmesini, Allah'ın muhafazası altında olmasını niyaz et tim. Kimle ilmî bir münazara yapmış isem, Allah Teâlâ'nın onun diliyle mi, yoksa benim dilimle mi hakkı açığa çıkaracağını bir an bile kendime mesele edinmedim'.

Yine şöyle buyurmuşlardır: 'Hak ve hakikatı hangi âlime söy lemişsem ve o söylediğim kimse de hakkı kabul etmişse, mutlaka onu büyük saydım ve onun sevgisinin bana gerekli olduğuna inandım. Benimle hak ve hakîkat konusunda haksız yere tartışarak hakkı kabul etmeyen kimseler ise gözümden düşmüş; hakkı kabul etmedikleri için kalbimde onlara karşı en küçük bir sevgi kalmamıştır'. Bütün bunlar İmam Şâfiî'nin Fıkıh'ta ve fıkhî münazaralarda dahi sadece Allah'ın rızasını aradığının açık bi rer delilidir.

Dikkat edecek olursanız, İmam Şâfiî'den sonra gelen ve sözde onun yolunda olduklarını iddia edenler, yukarıda bahsi geçen beş hasletten ancak birinde ona tâbi olmuşlardır. Hatta sonradan o bir haslette bile kendisine muhalefet etmişlerdir.
İşte Ebu Sevr98 'Ben Şâfiî gibi ne bir kimseyi gördüm ve ne de başkaları onun gibisini bir daha göreceklerdir' sözünü bu sırra bi naen söylemiştir.

Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: 'Kırk seneden beri her kıldığım namazda Şafiî'ye dua ediyorum'.
Dua edenin kadirşinaslığına, insafına ve dua edilenin de yük sek derecesine dikkat ediniz! Onunla günümüzdeki âlimleri, fa kihleri bir kıyas edin ve bu devirdeki âlimlerin aralarındaki buğz ve nefreti bir düşünün ki, bunların 'Biz Şâfiî gibilerin yoluna uy maktayız' sözlerinin ne kadar samimiyetsiz olduğunu anlayabile siniz.

Ahmed b. Hanbel, imam Şâfiî'yi dualarında çokça andığı için oğlu kendisine 'Şâfiî nasıl bir kimse idi ki sen ona bu kadar dua ediyorsun?7 diye sorunca, Ahmed b. Hanbel oğluna şu cevabı verir: 'Ey oğlum! İmam Şâfiî dünya için bir güneş ve insanlar için de bir âfiyet kaynağı gibiydi'.

Tüm bu rivayetler sizlere günümüzdeki âlimlerin İmam Şâfiî ile Ahmed b. Hanbel'in halefi olup olmadığını göstermektedir.
Yine İmam Hanbel 'Eline kalem alan herkesin üzerinde mut laka İmam Şâfiî'nin hakkı vardır' demiştir.

Yahya b. Said el-Kattan" şöyle der: 'Kırk seneden beri her kıldığım namazda mutlaka İmam Şâfiî'ye dua ederim; zira Allah Teâlâ ona ilim kapısını açmış ve onu fıkıh ilminde başarılı kılmıştır'.imam Şâfiî hakkında naklettiğimiz bu rivayetlerle yeti nelim; zira ona ait hasletler saymakla ve yazmakla bitmez. Burada naklettiğimiz menkıbeleri

Şeyh Nâsir b. İbrâhim el-Makdisî nin100 İmam Şâfiî hakkında telif ettiği Menakıb adlı eserinden almış bulunmaktayız.

Allah Teâlâ, İmam Şafii den ve bütün müslümanlardan razı olsun!

91) Künyesi Rebî b. Süleyman b. Abdülcebbar b. Kâmil el-Muradi'dir, Hicretin 174. yılında doğmuş ve 204'de Şevval ayının 21. gecesinde vefat etmiştir.
92) Buveytî, Mısır'ın Buveyt köyündendir. Âlim, âbid ve zâhid bir kimseydi.
93) Ebu Ali Hasan b. Ali b. Yezid el-Kerabisî büyük bir imamdır. Önceleri Ebu hanife'den ders almış sonra imam-ı Şafii den ders alarak ona tâbi olmuştur. Hicretin 245. yılında vefat etmiştir.
94) Künyesi Ahmed b. Yahya b. Vezir b. Süleyman b. Muhacir el-Mısrî'dir. Hicretin 171. yılında doğmuş, 251'de ve Şevval ayının altısında vefat etmiştir.
95) künyesi Ebu bekr Abdullah, b. zübeyr b. İsâ'dır. Küreydin Esed kabile sindendir. Mekke'de hicretin 219. yılında vefat etmiştir.
96) Künyesi Ebu Muhammed'dir. Hicretin 198. yılında ve Receb ayında vefat, etmiştir.
97) Künyesi Salih b. Beşir b. Vadi' b. Ebîl-Ek'as'dır. Hicretin 188. yılında vefat etmiştir.
98)künyesi Ebu Seyr İbrahim b. Halid b. Yamandır. Hicretin 240.yılında vefat etmiştir.

İmam Ebu Hanife

İmam Ebu Hanife âbid, zâhid, Allah'ı bilen, Allah'tan korkan ve ilmiyle sadece Allah'ın rızasını murad eden bir zât idi.
Onun büyük bir âbid olduğu şu menkıbesinden açıkça
anlaşılmaktadır:

İbn Mübârek107 şöyle der 'Ebu Hanife büyük bir mürüvvete sahip ve çokça ibadet eden bir zât idi'.

Hammad b. Ebi Süleyman108 Ebu Hanife'nin (ömrünün son günlerinde) bütün geceyi ibadetle geçirdiğini rivayet etmiştir.

İmam A'zam, hayatının ilk devrelerinde gecelerinin yarısını ibadetle ihya ederdi. Bir gün yoldan geçerken bir adam kendisini yanındakilere göstererek şöyle söyledi: İşte bu zat bütün geceyi ibadetle ihya eden bir kimsedir'. Bu sözü duyan İmam A'zam o günden itibaren kendisi hakkında bu bilgiyi taşıyan adamı yalancı çıkarmamak için bütün gecelerini ibadetle ihya etmeye başladı ve 'Ben halkın beni bende olmayan vasıflarla övmesinden dolayı Allah Teâlâ'dan utanırım' dedi.

Rebî b. Asım109 şöyle anlatır: 'Yezid b. Ömer b. Hubeyre, beni Ebu Hanife yi onun huzuruna getirmem için gönderdi. Vezir, Ebu

Hanife ye Beytülmal nâzın (Mâliye Vekili) olması için teklifte bu lundu. Ebu Hanife vezirin bu teklifini reddetti. Teklifini reddettiği için vezir ona yirmi değnek vurarak cezalandırdı.
İmam A'zam'ın işkence çekmek pahasına makam ve mansıbdan nasıl kaçtığına çok iyi dikkat edilmelidir.

Hakem b. Hişam Sakafi110 'Şam'da bulunduğum bir sırada bana, Ebu Hanife'nin devrimizin en emin insanı olduğunu söyledi ler' demiş ve şu menkıbeyi anlatmıştır: "Devrin sultanı Ebu Hanife'ye Beytülmal nâzırlığı teklif etmiş ve 'Şayet benim bu tekli fimi kabul etmezsen seni kırbaçlatırım' diyerek onu tehdit etmeyi de ihmal etmemişti. Ebu Hanife ise, onun vuracağı kırbaçların acısını Allah'ın kendisine vereceği azabın acısından daha hafif bulduğu için dünya azabını tercih etti ve hükümdarın kendisine teklif ettiği görevi reddetti".
İmam A'zam hakkında İbn Mübârek'in yanında bir söz açılınca İbn Mübârek şöyle der: 'Siz öyle bir kişiye kötülük yakıştırıyorsunuz ki, bütün dünya ona ait olmak istedi, fakat o, Allah'tan korkarak kendisini isteyen bu dünyadan kaçtı'.

Muhammed b. Şücâ'dan ve bir kısım arkadaşlarından rivayet edildiğine göre, Ebu Hanife'ye 'Emîr'ul-Mü'minin Ebu Cafer Mansur size on bin dirhem verilmesini emretmiştir' denildiği za man Ebu Hanife 'Ben bu parayı kabul etmem' diye razı olmadığını izhar eder. Fakat sultanın bu parayı kendisine göndereceği günün sabahı, namazını kılar ve sonra elbisesine bürünerek sessiz se dâsız yatağına girer ve kimseyle konuşmaz. Bu esnada Hasan b. Kahtebe'nin111 bir adamı, yanında bahsi geçen parayı getirerek Ebu Hanife'nin huzuruna girer.

İmamın yanında bulunanlardan bazıları devletin gönderdiği elçiye 'Ancak arada sırada ve pek az konuşabiliyor' derler ve ilâve ederler:'Sizin anlayacağınız kendisine bir hastalık ârız olmuştur; bu hastalık ârız olduğundan bu yana hâli hep böyledir'. Parayı ge tiren elçi 'O halde getirdiğim parayı şu keseye koyup evin bir ke narına bırakın ve iyileştiği zaman da kendisine teslim edin' der,

Bu hal karşısında İmam A'zam, terekesi hakkında oğlu Hammad'a şu vasiyette bulunur: 'Öldüğüm zaman beni defneder etmez bu paraları al, Hasan b. Kahtebe'ye götür ve ona de ki: 'Ebu Hanifenin yanında emanet olarak bıraktığınız şu paranızı geri alın.

Oğlu Hammad şöyle anlatır: 'Babamın vasiyetim aynen tatbik ettim. Bunun üzerine Hasan bana dedi ki: 'Allah'ın rahmeti ba banın üzerine olsun. O, dini hakkında çok sıkı idi...'
Ebu Hanife Kadı'ul-Kudal (Şeyhülislâm) olmaya dâvet edildiğinde şunları söylemiştir: 'Ben bu vazifeye lâyık değilim'. Neden lâyık olmadığı sorulduğu zaman da şu cevabı vermiştir: 'Eğer doğru isem bu vazife için ben işe yaramam; şayet yalancı isem bir yalancının kadı olması yanlış bir iş olur'.

Âhiret yolunu, din işlerim ve Allah Teâlâ'nın sıfat-ı ilâhîyele rini bilmesine gelince, dünyadaki zühd ve takvâsı ve Allah'tan şiddetle korkar olması bunun açık bir delilidir.
İbn Cüreyh112 şöyle der: 'Sizin şu Kûfeli Nûman b. Sâbit'ten bahsedenler, hep onun Allah'tan şiddetle korktuğunu söylüyorlar'.

Şerik en-Nehaî113 şöyle demiştir: 'Ebu Hanife çok susardı, da ima düşünceliydi ve halk ile az konuşurdu'.
Bu durumu, onun Bâtınî İlim e sahip olduğunun en bariz deli lidir. O, dinin en mühim ve "hayatî konularıyla ilgili meseleleri üzerinde düşünür ve netice çıkarmaya çalışırdı. Çünkü susmasını bilip, sükût eden kimseye ilmin tamamı verilmiştir.

Yukarıda zikrettiğimiz menkıbeler sözü edilen üç büyük imamın hallerinden sadece birer küçük bölümdür.

107) Künyesi İbn Mübârek b. Vadih el-Hanzelî'dir. Muhaddislerin Sultanı kabul edilir. Hicretin 181. yılında ve 63 yaşında vefat etmiştir. Ebu
Hanife'nin talebelerindendir. Hocasının ilminden birçok bilgiler nakletmiş ve onun rahle-i tedrisinde uzun zaman kalmıştır,
108) Asıl ismi Müslim'dir, Kûfelidir. Sahabe'den Ebu Musa el-Eş'ari'nin azadlısıdır.
109) Bazı nüshalarda er-Rebî b. İsmail Ebu Asım diye geçmektedir.
110)Aslen Kûfelidir, Bilahare Şam'a yerleşmiştir.
111) Abbasî devletinin hükûmet erkânından biridir.
112) Mekkelidir. Büyük âlimlerdendi ve ünlü bir fakihti. Hicretin 149, yılında vefat etmiştir.
İlâ) Künyesi Şerik b. Abdullah b. Ebi Şerik'tir. Aslen Kûfelidir. Buhara şehrinde hicrî 95 yılında doğmuş, hicretin 177. yılında vefat etmiştir.

Halkın Makbul İlimler Arasında Kabul Ettiği, Fakat Gerçekte Makbul Olmayan İlimler

Halkın Makbul İlimler Arasında Kabul Ettiği, Fakat Gerçekte Makbul Olmayan İlimler, Bir Kısım İlimlerin Mezmûm Sayılmasına Neden Olan Faktörler, Fıkıh, İlim, Tevhid, Tezkir ve Hikmet gibi Terimlerin Anlamı ve Bugün Aslî Mânâlarına Uygun Bir Şekilde Kullanılmadıklarının Beyanı, Şer'î İlimlerin Makbul ve
Mezmûm Olanları; Ne Kadarının Makbul ve Ne Kadarının Mezmûm Olduğu

Mezmûm İlimlerin Yerilmesinin Nedenleri
Şöyle demeniz mümkündür: 'İlim birşeyin hakikatini bilmek demektir. Bu mânâda olan ilim Allah'ın sıfatlarmdandır. Birşey ilim olduğu halde nasıl olur da çirkin olabilir?'
Bu soruya şu şekilde cevap vermek mümkündür: İlim, hiçbir surette salt ilim olması bakımından mezmûm/çirkin olmaz.

Fakat üç sebebe binaen bazı kullar hakkında mezmum addedilir.
1. Sahibini veya başkalarını kötüye sevkeden ilim. Sihir ve büyü ilmi buna örnek olarak verilebilir. Çünkü bu ilimler birer ilim ka bul edildiği halde kötülenmiştir. Bu ilimlerin var olduğunu Kur'an tasdik etmektedir. Yine Kur'an bu ilmin eşlerin arasını açtığını bile zikretmektedir. (Bkz. Bakara/102)
Aynı zamanda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığı ve bu sihirle hastalanarak yatağa düştüğü, bilinen gerçeklerdendir.114 Bunu bizzat Cebrail söylemiş ve sihri orada bulunan bir kuyunun derin liklerindeki taşın altından çıkarmıştır.

Sihir ilmi, cevherlerin özelliğinden, yıldızların doğuş merkez lerini hesap etme inceliklerini bilmekten elde edilen bir ilimdir.

Hususiyetleri bilinen bu cevherlerden, sihre tutulması istenen kişinin şeklinde bir iskelet yapılır ve herhangi bir yıldızın hususî bir vakti gözetlenir. Beklenen vakit gelir gelmez iskeletin üzerine küfürden, şeriata muhalif olan fuhşiyattan bazı kelimeler hecele nir, bu hecelenen kelimeler vasıtasıyla şeytanların yardımına mazhar olunur. Bütün bunlardan sonra, Allah'ın âdetleri icra ettiği hükmüne istinaden o sihir yapılan kişide garip durumlar be lirmeye başlar. İşte bütün bu sebepleri öğrenmek mezmum değildir. Fakat bu bilinenler sadece halka ve diğer insanlara zarar vermeye vesile olur. Şerre vesile olan elbette şerr olur ve böylece mezmûm sayılır.

Sözgelimi biri, bir veliyi öldürmek kasdıyla tâkib eder. Veli ise görünmeyecek şekilde kapalı bir yere gizlenir. Onu tâkib eden zâ lim, velinin yerini sorduğu zaman, ona velinin yerini söylemek çok çirkin bir hareket olur. Çünkü böyle bir hareket, zâlimin veliyi öl dürmesine sebep olabilir. Dolayısıyla burada zâlimi, velinin tam tersi istikamete yöneltmek vâcibdir. Fakat bu zâlime yardım etmek; yâni bildiği şeyi söylemek bir ilim ise de, şerre yol açtığı için mez mûm'dur.

2. Sahibine kârdan fazla zarar veren ilimdir. Astronomi gibi... Bu ilim, ilim olmak hesabıyla zararlı bir ilim değildir. Çünkü ikiye ayrılır:
a) Hesab İlmi Allah Teâlâ Kur'an'da güneşin ve ayın bir hesab ile sey rettiğini söylemektedir.
Güneş ve ay (kendi menzillerinde yaptıkları hareketler bir hesab iledir. (Rahman/5)

Aya da menziller (miktarlar) takdir ettik. Nihayet kurumuş eski hurma dalı gibi oldu.(Yâsîn/39)

b) Ahkâm İlmi
Bu ilmin özeti hâdiselerin oluşunu sebeplere bağlamaktır. Doktorun nabız yoklamasıyla muhtemel hastalığı keşfetmesine benzer. Bu ilim, Allah'ın kendi yarattığı varlıklar hakkındaki
sünnet ve âdetinin cereyan tarzını bilmektir. Fakat bu ilmi, şeriat (bir hikmete binaen) zemmetmiştir.

Kader zikredildiği zaman, kadere dalmaktan kendinizi alıkoyun. Yıldızlar zikredildiği zaman, kendinizi sakının. Ashabım zikredildiği zaman (onların arasındaki hâdiseleri kurcalamaktan) sakının!115

Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum:
1. İdarecilerin zulmü,
2. Yıldızlara inanmak,
3. Kaderi yalan lamak.116

Hz. Ömer şöyle demiştir: 'Yıldızlardan ancak karada ve de nizde size yarayacak kadarını öğrenin, gerisinden ise sakının'.
Hz. Ömer'in bizi yıldız ilminin kara ve denizlerde işimize yara yacak kısmından başkasını elde etmekten alıkoyması üç sebebe da yanır:
a) Halkın çoğuna zarar verir. Çünkü halka 'Şu olaylar falan yıldızın hareketinden meydana geliyor' dendiğinde, halkın kal binde yıldızların tesir edici ve tasarruf sahibi birer ilâh oldukları kanaati yerleşmektedir. Özellikle yıldızların semavî birer cevher oldukları hususu da bu kanaati iyice desteklemektedir. Böyle olunca yıldızların tesiriyle insanların zihinleri çeliniyor ve onlara bağlanıyorlar insanlar. O kadar ki hayrı ve şerri; ümit veya ümit sizliği onlardan beklemeye başlıyorlar. Böylece Allah'ın zikri kalp lerden siliniyor. Çünkü zayıf olan kimse daima vasıtalara bakar; bir türlü o vasıtanın esas müessirine bakmaya gücü yetmez. Güneşin, ayın ve yıldızların Allah Teâlâ'nın birer teshir edilmiş mahlûku olduğunu sadece ilimde derinleşmiş âlimler bilebilirler.

Zayıf bir insanın, ışıkların ancak güneş doğduktan sonra etrafı aydınlattığını görmesi, karıncanın şu hâline ne kadar benzer: Bir kâğıdın üzerinde bulunan karıncaya akıl ihsan edilse de o kâğıdın üzerindeki yazıları okuma kabiliyeti kazandırılsa; yazıların arka arkaya kâğıt üzerinde sıralanışını kalemin işi zanneder. Çünkü o kâğıt üzerine yazıyı yazan olarak yalnız kalemi görmüştür. Kalemin daha üstüne bakıp, onu tutan parmakları göremez. Hele hele parmakların yukarısında bulunan eli ve o eli idare eden ira deyi hiç göremez. O iradeyi taşıyan yazarın varlığını, o yazara bu kabiliyet ve hassasiyeti veren hakikî kudret ve kuvvet sahibini, hiç bir şekilde idrâk edemez.

İşte tıpkı bu karınca misâlinde olduğu gibi, halkın dikkati çoğu zaman enginlerde ve yakın sebeplerde kalır. Bu sebepleri aşıp, se beplerin asıl müessirine varmaya muvaffak olamaz.
İşte yıldızların ilmine dalmayı yasaklayan sebeplerden biri bu dur.

b) Yıldızlara bakarak netice çıkarmak tahminden başka birşey değildir. Ne zan ve ne de yakîn olarak insanlar tarafından açık birşey bilinmemektedir. O halde yıldızların doğuşu sebebiyle ortaya atılan hüküm, cahilâne bir hükümdür ki, böyle bir hükmün hiçbir değeri yoktur. Cehalete yol açtığı için zemmedilmiştir. Yoksa mü cerred olarak zemmedilmiş değildir.
Bu ilimle elde edilen mârifetlerin Hz.idris'in mucizesi olduğu kuvvetle rivayet olunmaktadır. Fakat Hz. İdris'in meşgul olduğu yıldız ilmi, günümüzde tamamen inkiraza uğramış ve yok olup gitmiştir.

Müneccimin yapmış olduğu tahminlerin bazen doğru çıkması, sadece bir tesadüften ibarettir. Zira müneccim, bir kısım sebeplere muttali olur. Muttali olduğu sebeplerden meydana gelen şartların arkasından bakar, birçok şartların gelmesiyle ancak müsebbeb meydana gelir. Bu şartların hakikatine muttali olmak beşerin kudreti dışında bir keyfiyettir. Kazara ve tesadüfen Allah Teâlâ'nın bütün bu sebeplerin geri kalan kısımlarını takdir ettiği bir âna, müneccimin hükmü tesadüf ederse, müneccim hükmünde doğru sayılır, tesadüf etmediği takdirde ise müneccim yanılmış sayılır. Müneccimin bu durumu tıpkı bulutların toplandığını görerek, yağmurun yağacağına hükmeden bir insanın durumuna benzer.

Fakat çoğu zaman bulutlar dağılarak yağmurun yağacağı sonu cuna varan kimseleri yanıltır. Bazı zamanlar bunun aksi de olur ve yağmur yağar. İşte nasıl sadece bulutların bir araya gelmesi yağmurun yağmasına kâfi gelmiyor ve daha bilinmeyen sebepler de gerekiyorsa; bir kaptanın esintiye bakarak bir tehlike görme mesi, bir gemicinin tecrübelerine dayanarak vermiş olduğu 'gemi batmaz' hükmü de tıpkı böyledir. Zira bu esintilerin daha nice ne denleri vardır ki, gemici bunlara bazan muttali olur, bazan ise olamaz. Hele bir kısmına hiçbir zaman nüfuz edemez. Onun için bazen hükümlerinde isabet eder, bazen de yanılır.

İşte bu nedenle kuvvetli insan da zayıf insan gibi bu ilimden menedilir.
c) Yıldız ilminde fayda yoktur. Zararlarından en azı fuzulî bir iş yapmış olmaktır. Fuzulî bir iş yapmış olmak da en değerli ha zine olan hayatı boşa harcamaktır ki bu zararların en dehşetlisidir.

Birgün Allah'ın Rasulü (s.a) bir kişinin yanından geçerken, halkın o kişinin başına toplandığını görür ve 'Bu ne top lantısı?' diye sorar. Halk 'Bu büyük bir âlimdir, onun için et rafında toplandık' der. Bu cevabın üzerine Allah'ın Rasûlü 'Hangi meselede âlim?' diye sorar. 'Şiiri ve Arabın ensabını çok iyi bilir' derler. Bu cevabı alan Allah'ın Rasûlü şöyle bu yurur: 'Bu ilmin (şiir ve ensab hakkındaki ilmin) ne bilin mesinde bir fayda, ne bilinmemesinde bir zarar vardır!'117

İlim ancak bir ayet veya kâim (nesh edilmemiş) bir sünnet veya (mirasçılar arasındaki taksim ile ilgili) adaletli bir far izadan ibarettir.118

Astroloji ve benzeri ilimlere dalmak tehlikeli olduğu gibi fay dasızdır ve bu ilimle meşgul olmak vakit kaybetmekten başka birşey değildir. Allah'ın takdir ettiği şeyden kaçınmak hiç kimse nin elinde değildir. Ama tıb ilmi böyle değildir, çünkü o ilme in sanların ihtiyacı vardır. Tıb ilminin delillerinin bir çoğuna insan vakıf olabilir. Tıb ilmi gibi rüya tâbiri ilmi de her ne kadar tahmine dayalı bir ilim ise de; yıldız ilminden farklıdır. Rüya tâbirinde de faydalar vardır. Zira tâbir ilmi, nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır ve bu ilimde herhangi bir tehlike yoktur.

3. Üçüncü sebep ise, faydasız bir ilme dalmaktır. Faydasız ilme dalmak zemmedilmiştir. İlimlerin açığını bilmeden inceliklerine, esaslarını öğrenmeden de gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak ve ilimlerin açık taraflarını bilmeye çalışmadan kapalı taraflarını bilmeye gayret etmek ve ilâhî ilimlerin sırlarını araştırmak gibi... Felsefeciler ve kelâmcılar bu ilimlere her ne kadar vakıf olmak is temişlerse de; tek başlarına bu ilimleri kavramaktan uzaktırlar. Bu ilimlere tek başına vakıf olmak ve bir kısım yollarını elde etmek sadece peygamberlere ve onların izinden giden velilere mahsustur. O halde insanların böyle ilimlerden sakınması ve bütün bunları şeriatın ölçülerine irca etmesi gerekir. Zira şeriatta Allah'ın tevfi kine mazhar olan kimseler için ikna edici deliller mevcuttur. Nice kişiler vardır ki, ilimlere dalmışlar, fakat dalmış oldukları ilim lerden çok zararlı çıkmışlardır. Şayet bu ilimlere dalmamış olsa lardı, dinî durumları çok daha iyi olurdu. Bu kısım ilimlerin bazı kimselere zarar verdiği açık gerçeklerden biridir. Nitekim kuşların etinin ve bir kısım tatlıların süt çocuklarına zarar verdiği malûmdur.

Birçok kimsenin, bazı hususları bilmemeleri, bilmelerinden daha hayırlıdır.

Rivayet olunduğuna göre, halktan biri doktara giderek hanımının çocuk yapma özelliğinin olmadığından (kısır olduğundan) şikayet eder. Doktor, kadının nabzını yoklayarak şöyle der: 'Tedavi edilmeye muhtaç değil; zira kırk gün sonra vefat ede cek. Nitekim nabzının durumu buna işaret ediyor'.

Doktorun ağzından çıkan bu sözleri dinleyen kadın dehşete kapılır, hayatı perişan olur. Varını yoğunu fakir fukaraya vererek vasiyetini ya zar. Kırk gün yemek yiyemez su içemez. Kırk gün dolduktan sonra adam, doktora gelerek karısının ölmediğini bildirir. Bunun üzerine zekî doktor 'Ölmeyeceğini biliyordum. Hemen eve git ve karınla cinsi münasebette bulun, derhal gebe kalacaktır' der. Doktorun bu cevabına hayret eden koca 'Bu nasıl olur?' diye sorar. Doktor meseleyi şöyle izah eder: 'Muayene neticesinde kadının şişman olduğunu ve bu sebeple rahim ağzının kapalı bu lunduğunu gördüm. Bu yağları ancak ölüm korkusu eritebilirdi. Bunun için onu böyle bir korkuya sokmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Şu anda maksat hasıl olmuş, eşinin rahim ağzını kapla yan yağlar erimiştir. Onun için çocuk yapmaya hazır bir vaziyete gelmiştir'.

İşte bu hikâye sana bazı ilimlerin tehlikesini haber vermekte, hatta sadece bunu haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a) şu sözünün mânâsını da açıkça ve eksiksiz bir şekilde bildirmektedir:
Payda vermeyen ilimden Allah'a sığınırız.119

İşte bu hikâyeden ibret al. Şeriatın zemmettiği ilimlere dalma ve onlardan şiddetle kaçın. Ashabın eteğine yapış. Sünnet-i Seniyye yolundan bir an olsun ayrılma. Zira din ve dünyanın selâmeti an cak sahabe-i kirâmın yolundan gitmeye bağlıdır.
Tehlike ise, kendi başına birtakım şeyleri araştırmak ve saha benin görüşünden ayrılıp müstakil bir görüşe sahip olmaktadır. Sakın zannmla, delilinle, aklınla ve kişisel görüşünle inat göstere rek insanlarla çokça tartışma!
'Ben bazı şeyleri bilmek için araştırıyorum. Öyleyse ilmi düşünmekte ne zarar vardır?' deme; zira müstakil şekilde, olur olmaz ilmî meselelere dalışının zararı, kârından fazladır. Çok şeyler vardır ki, ona vakıf olduğun zaman elde ettiğin şey, seni teh likelere sürükler ve âhiretini berbat eder. Allah'ın rahmeti sana yetişmediği takdirde bu felâketten kurtulamazsın ve helâk olur gi dersin!

Bilmiş ol ki, nasıl ehliyetli bir doktor tedavi usûllerinde kimse nin kestiremediği ince usûllere müracaat etmesini biliyorsa; kalplerin hekimi sayılan, âhiret hayatının vesilelerini bilen peygam berler de aynı şekilde bu sahada başkalarının bilmediği usûllere vâkıftırlar.

Bu bakımdan, sen kendi aklına güvenerek onların mesleği üzerinde düşünüp mesleklerini değiştirme durumuna düşme. Böyle yaparsan seni felâketten hiçbir şey kurtaramaz. Birçok kim seler vardır ki, parmakları yaralandığı zaman kendi kendilerine o yarayı birtakım merhemler sürerek iyi etmeye çalışırlar. Halbuki hekim, merhemin elin başka tarafına sürülmesi icabettiğini söyle yebilir. Damarların bedene yayılışını, köklerini ve bedeni nasıl çev relediklerini bilmeyen kimseler doktorun bu tavsiyesini akla yakın bulmaz; 'Nasıl olur da yaranın üzerine değil de başka tarafa sürü lür' diyerek itiraz ederler, işte âhiret yolunda şeriatın incelikle rinde, âdâbında, insanların bilmekle mükellef oldukları inançlarında ve lâtifelerinde de durum böyledir.

Akıl bu meseleyi tek başına halletmeye muktedir değildir ki kendi gücüyle bunu ihâta edebilsin. Nitekim madenlerin yapılarında birtakım acâip özellik ler vardır ve bu özellikler sanat erbabının bilgisi dahilinde değildir.

Sözgelimi hiçbir sanat erbabı; demirdeki mıknatıs çekiminin mahiyetini bilmez. Bunun gibi inanç ve amellerdeki gariplikler de kalplerin saffeti, temizliği, tezkiyesi ve ıslahı için kulların, Allah'ın manevî komşuluğunda yükselmelerini temin eder. Kalplere Allah'ın yüce faziletinden, maddî ilâçlardan daha fazla ve daha büyük faydaların teminine vesile olduğu bir hakikattir. Nasıl akıllar, ilâçların faydalarını birdenbire çözemez ve hangi ilâcın hangi hastalığa iyi geleceğini kestiremez ve bunu ancak bir takım deneylerden sonra anlayabilirse; aynı akıllar, âhirette in sana fayda verecek şeyleri de kendi başlarına bulmaktan âcizdir ler.

Bu âcizliklerini bu konuda deneme yoluyla telâfi imkânı da yoktur. Keşke bazı ölüler dünyaya dönselerdi de, bizlere Allah'a nasıl yaklaşılır, hangi fiillerin Allah'a yaklaştırıcı ve hangilerinin Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu söyleselerdi.

Çünkü ancak onlar amellerin ve inançların hangisinin insana yararlı olduğunu bile bilir ve açıklayabilirler. Fakat bir ölüden bütün bu soruların ce vabını almak hiç kimsenin harcı değildir.

Hz. Peygamberin (a.s) doğruluğuna ve işaretlerinin hakî katına vâkıf olmak bakımından aklın rehberliği ve menfaati sana yeter. Ondan sonra aklın vazifesi biter ve kendisi için en yararlı yol;

Hz. Peygamberin yolunu tâkip etmektir. Sen ancak bu yolu tâkip ettiğin zaman selâmete erersin. Bu konu özet olarak bu kadar an latılabilir.

Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlmin bir kısmı cehalettir, sözün bir kısmı da yorgunluk tur.120

İlmin hiçbir zaman cehalet olmayacağı herkesin bildiği bir gerçektir. Fakat burada 'Bazen zarar vermek hususunda cehaletin tesirine benzer bir tesir gösterir' anlamında kullanılmıştır.

Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Tevfîkin azı, ilmin çoğundan daha hayırlıdır.121

Ulû'l-Azm peygamberlerden olan Meryem oğlu İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Nice ağaçlar vardır ki meyveleri yoktur, nice meyveler vardır ki güzel ve hatta yenecek gibi değildir ve nice ilimler vardır ki insana hiçbir faydası dokunmaz'.122

Değiştirilen Bazı Terimler
Çirkin ilimlerin şer'î ilimlerle karışması, güzel kelimelerin mânâlarının değiştirilmesiyle mümkün olmuştur. Kavram kargaşası, ard düşüncelerle selef-i sâlihînin ve birinci neslin kas tettiği mânâlardan başka mânâlara çevrilen terimlerden doğmaktadır.
Asıl anlamı değişen ve başka mânâlar alan terimler beş tane dir.
1. Fıkıh
2. İlim
3. Tevhid
4. Tezkir
5. Hikmet

İşte gördüğünüz bütün bu terimler güzel anlamlara sahip idi ler. Bu terimlerin ifade ettiği mânâlara vâkıf kimseler dinî kıymetlere sahip kimselerdi. Fakat günümüzde bütün bu terimler mânâlarını kaybetmişler ve yanlış anlamlarda kullanılmaya başlamışlardır.

Saf ve sade kalpler; bu terimler kötü ilimlerde kullanıldığı için, bu terimlerin sahiplerini gördükleri zaman nefret edip kaçmak tadırlar.

Birincisi Fıkıh terimidir. Bu terimi aslî mânâsından başka mânâlara çevirmemiş ve başka mânâlarda kullanmamışlardır; ancak bu terimi bazı ayrıntılara hasretmişler, kelimenin ihâta ettiği geniş sahaları ihmal etmişlerdir. Örneğin bu terimi fetva il minin garip dallarının, ince illetlerinin anlaşılmasında ve o dallar hakkında inceden inceye yapılan konuşmalarda ve onlarla ilgili tartışmalarda kullanmışlardır. Zamanımızdaki ilim erbabına sor sanız, fetva veren kimseleri en büyük fakihler olarak takdim eder ler. Kim en çok fetva konusu üzerinde durmuşsa, o en kuvvetli fa kih sayılmıştır.
Sahabe zamanındaki fıkıh ilmi ise, âhiret yolunun, nefse mu sallat olan âfetlerin inceliklerini bilmeyi; fâsid amelleri ve dün yanın sevilmeye lâyık bir meta olmadığını tam mânâsıyla idrak etmeyi; ayrıca âhiret nimetlerinin bilinmesi ve Allah korkusunun kalbi doldurması gibi ilimleri ifade ediyordu, Fıkıh ilmi ancak bu bilgiler dairesinde kullanılırdı. Fıkhın bu mânâda kullanıldığı hu susunda en bariz delil, Allah Teâlâ'nın şu buyruğudur:
İnananların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdi. Ama her kabileden bir grubun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kavim lerine geldikleri zaman (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi?
(Tevbe/122)

İnsanların kendisiyle uyarıldıkları ve kalplerine Allah korku sunu yerleştiren, ilimin adı fıkıh ilmi idi,

Talâk, Lian, Selem ve İcare gibi meseleler ise fıkıhla alâkalı değildi. Çünkü bütün bunlarla kalbin korkutulması mümkün değildir. Tam tersi bu meselelerle uğraşanların kalpleri büsbütün katılaşmakta ve zamanımızda müşahede ettiğimiz gibi Allah kor kusu kalplerinden silinip gitmektedir.

Yemin olsun ki cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat bu kalpler ile gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. (İbret almazlar). Kulakları vardır, fakat onlarla nasihat din lemezler. İşte banlar hayvanlardan daha şaşkındırlar. Gafil olanlar da işte bunlardır!(A'raf/179)

Ayette geçen 'Bu kalpler ile gerçeği anlamazlar' ifadesiyle fetva değil, iman kastolunmaktadır.
Burada, fıkıh ile fehim kelimeleri aynı anlama geliyorsa da, bu kelimelerin biri eskiden kullanılmış, diğeri de yeni olarak kul lanılmaktadır.

Herhalde onların (münâfıklarla yahudilerin) yüreklerinde size karşı hissettikleri korku Allah'ınkinden daha fazladır. Bu, onların anlayışsız bir kavim olmalarındandır.(Haşr/13)

Dikkat edilecek olursa, Allah Teâlâ bu ayette onların Allah'tan az korkmalarını ve buna mukabil mahlûkatm gücünü büyütmele rini, kıt olan anlayışlarına bağlamaktadır.
Peki o halde bu, fetva ilminin ayrıntılarını bilmemekten mi kaynaklanıyor? Yoksa daha önce de beyan ettiğimiz gibi fıkhın ha kikî mânâlarını idrâk etmemenin neticesi mi?
Dini meseleleri görüşmek için kendisine gelen bir heyet hakkındaki Hz. Peygamberin şu buyruğuna bakalım:

(Bu gelenler) âlim, fakih ve hakimdirler.123
Zührî'ye124 'Medineliler içinde en fakih kişi kimdir?' diye so rulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: 'Allah'tan en çok korkanı, en iyi fakihtir'.

Burada Sa'd (Zührî), Fıkh'ın meyve ve neticelerine dikkati çekmektedir. Takvâ ise, fetvaların ve hükümlerin değil, bâtın ilmi nin meyvesidir. Öyleyse fıkıh, bâtın ilminin adı olabilir.

Nitekim Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
'Size gerçek fakihi haber vereyim mi?' Sahabe-i kirâm 'Evet yâ Rasûlullah! Bize gerçek fakihi bildiri' dediler. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü şöyle cevap verdi: 'İnsanları Allah'ın rahmetinden ümitsiz etmeyen ve Allah'ın azabından emin kılmayan ve Allah'ın geniş rahmetinden onların ümitlerini kesmeyen; Kur'an'ı bırakıp başka kitap ların arkasına takılmayan kimse gerçek fakihtir'.125

Şafak zamanından güneşin doğuşuna kadar Allah'ı zikre den kimseler ile oturmam, bana dört köle azâd etmemden daha sevimli gelmektedir.126

Enes b. Mâlik Hz. Peygamberin bu hadisini rivayet ettiğinde, arkadaşları Zeyd b. Eban Rakkaşı ve Ziyâd b. Abdullah Numeyrî'ye dönüp şöyle dedi: 'Allah Rasûlü'nün sözünü ettiği zikir meclisleri, sizin bugünkü meclislerinize benzemezdi. Sizin meclislerinizde biri va'z ve nasihatta bulunurken sözünü uzattıkça uzatıyor. Fakat Hz. Peygamber'in zamanında biz biraraya geliyor, iman konu sunda müzakereler yapıyor, Kur'an ayetleri üzerine dikkatle eğiliyor, dinde fıkıh sahibi oluyor ve fıkhımızdan dolayı Allah'ın bize olan nimet-i ilâhîsini inceden inceye düşünüyorduk'.

Dikkat edildiği takdirde görülecektir ki Hz Enes (r.a) Kur'an üzerinde düşünmeyi, anlayarak Allah'ın nimetlerini saymayı, fıkıh olarak adlandırmaktadır.

Kul, Allah için insanlara buğzetmedikçe ve Kur'an'ın birçok yönlerini anlamadıkça tam olarak fakih olamaz.
Bu hadîs-i şerif, Ebu Derdâ'dan mevkuf olarak şöyle bir ilâveyle rivayet edilmektedir:

Bütün bunlara buğzettikten sonra Allah için nefsine yönel meli ve her şeyden daha çok ona buğz etmeli.

Sencî, Hasan Basrî'ye bir sual sorar. Hasan sorusunun ce vabını verdikten sonra kendisine şu itirazda bulunur: Fakihler senin verdiğin cevaba muhaliftirler. Onların verdiği cevap senin verdiğin cevaba uymamaktadır'. Bunun üzerine Hasan hiddetle bağırır: 'Ey anası matemini tutasıca! Acaba sen hiç fakih gördün mü? Elbette görmedin. Çünkü fakih dünyaya sırt çevirip, âhirete yönelip, rabbine ibadet etmeye devam eden, nefsini müslümanlarm şerefini ihlâl etmekten alıkoyan; müslümanlarm malını haksızlıkla almaktan kaçınan ve müslüman cemaata Allah'ın emirlerini hiç hatır gönül dinlemeden haykıran insandır'.

Dikkat edilecek olursa Hasan Basrî hiçbir şekilde fetva vermek ten bahsetmemekte, fakillin fetvaları hıfzeden biri olduğunu söy lememektedir.
Ben, Fıkıh teriminin zahirî ahkâmın fetvalarını bilen kişilere şâmil olmadığını söylüyor değilim. Fakat Fıkıh tâbiri, başlı başına bu fetva ehlini ifade etmemekte; ancak tâli derecede bu hususu da içine almaktadır. Demek istediğim sadece budur. Çünkü selef âlimleri, bu terimi Fetva ilminden daha fazla, Ahiret İlmi ne ıtlak etmişlerdir.

Bu açıklamadan sonra anlaşılmış olmalı ki, insanların iyi ve kötü ilimleri birbirine karıştırması, Fıkıh teriminin sonradan sa dece fetva ilmiyle ilgili görülüp, âhiret ilmine ve kalplerin ah kâmına dair konularla ilgili görülmemesine yol açmıştır,

Tahrifçiler bu terimi istedikleri mânâda kullanmak için nefsin de yardımını görmüşlerdir. Çünkü bâtın ilmi zordur. Onunla amel etmek ise daha zordur. Bunun için insan tabiatı, bâtın ilminden kaçar. Bâtın ilmine sahip olmakla; insan valilik, kadılık, rütbe ve servet elde edemez. İşte bu fırsatı ganimet bilen şeytan, esasında güzel bir şer'î terim olan Fıkıh terimini teferruata tahsis ederek kalplere güzel göstermeye çalışmıştır.

İkincisi İlim terimidir. Bu terim asr-ı saâdette Allah'ı, ayetle rini ve kulları hakkındaki fiillerini bildirmek için kullanılırdı. Hatta Hz. Ömer (r.a) vefat ettiği zaman ashabın büyük âlimlerin den olan İbn Mes'ud şöyle demişti: 'İlmin onda dokuzu öldü'.

Bu terime karşı koyanların hiddetini durdurmak için İbn Mes'ud, harf-i târifle birlikte kullanılan el-İlim terimini İlm-i Billah olarak yorumlamıştır.

Zamanımızın insanları bu terimi tıpkı birinci terimde olduğu gibi, fâsit bir daireye tahsis etmişlerdir. Hatta o kadar ki, fıkhî veya gayr-ı fıkhı konularda hasımlarıyla tartışanlar hakkında bile bu terim kullanılabilmektedir. Örneğin fıkhî konularda hasımlarıyla iyi ve inandırıcı bir şekilde tartışan, hakikî âlim ve ilimde aşılmaz bir büyük olarak görülmekte, fakat fıkhı meselelerde tetebbuu ol mayan, tartışmayan ve münazaradan kaçman kimseler çok zayıf kimseler olarak kabul edilmektedir.

İşte tıpkı birinci terim de olduğu gibi el-İlim terimi de hakikî mânâsının dışında birtakım tâli meselelerde kullanılmaktadır. Fakat ilim ve onunla iştigal eden âlimler hakkında vârid olan fazi letlerin çoğu; Allah'a, O'nun emirlerine ve sıfatlarına vâkıf olan âlimler hakkındadır. Zamanımızda ise şer'î ilimlerden ancak ce del ve hilâfiyâtı bilen ve bunları bilmekle de ulemadan sayılanların arasına karışan kimselere âlim denmektedir. Halbuki bu insanlar ayrıca tefsir, hadîs, mezheb v.s ilimleri bilmemektedirler.
Sonuçta bu terimin anlamının bozulması, ilim talebinde bulu nan birçok kimselerin helâk olmasına sebep teşkil etmiştir.

Üçüncüsü ise, Tevhid terimidir. Bu terim, zamanımızda kelâm ilmini bilen, mücadele yolunu kavrayan ve hasımlarının tenkid yo lunu kapayacak sualler sormasını bilen, insanları kendisinden şüpheye düşüren, hasmı durduracak değerde deliller bularak, hasmı tasfiye eden kimselerin sanatı için kullanılmaktadır. Hatta bu kişilerden bazıları kendilerini ehli tevhid ve'l-adl olarak tanıtmaktadırlar.

Kelâmcılara tevhid âlimleri adı verilmiştir. Oysa kelâm sa natının bütün malzemesi asr-ı saadette bilinmemekteydi. Bilinmemesi bir yana, şayet asr-ı saadeti meydana getiren o müba rek insanlar, cedel ilminin kapısını açanları görseydiler, belki de onları şiddetle kınarlardı.

Kur'an'ın ihtiva ettiği zâhirî delillere gelince, duyar duymaz insan aklının onları hemen kabul edeceği malûm bir husustur. Demek ki Kur'an'ı bilmek, bu ilmin tamanını bilmek demektir.
Asr-ı saadette yaşayan büyükler, Tevhid teriminden günümüz kelâmcılarının çoğunun anlamadığı şeyleri anlıyorlardı. Üstelik günümüz kelâmcıları bu mânâları anlasalar da, anladıkları bu mânâlarla muttasıf olamazlar. Onların anladığı mânâlar şunlardı:
'Herşey Allah'tan gelir' inancına hiçbir sebep ve vasıtaya başvurmaksızın bilip bağlanmak, hayrın tamamının Allah'tan olduğuna kat'î bir şekilde kanaat getirmektir. Bu makam çok şerefli bir makamdır.

Tevekkül, rıza ve Allah'ın hükmüne teslim olmak, bu mertebe nin meyvelerindendir. Diğer bir meyvesi ise, Hz. Ebu Bekir'in (r.a) kendisini ebediyet âlemine götürecek olan hastalığı sırasında 'Sana doktor getirelim mi?' diye sorulduğu zaman, 'Beni hasta düşüren doktordur' şeklindeki sözüdür.
Başka bir hastaya 'Bu hastalığın hakkında doktor sana ne söy ledi?' denildiğinde, hasta 'Doktor bana dedi ki: Ben istediğimi en iyi şekilde yapan bir zâtım' cevabını vermiştir.
Bu konular tevhid ve tevekkül ilmine ait kitaplarda, bütün de taylarıyla ve delillere dayanılarak izah edilecektir. Şimdilik tafsi lâtı burada kesip, geniş izahı ilerdeki sayfalara bırakalım ve asıl meselemize dönelim!

Tevhid, paha biçilmez bir cevherdir ve bu cevheri koruyan iki kabuk vardır:
1. Özden en uzak olan kabuk. Halk. Tevhid kavramını özünden çekip almış, bu ismi kabuğa ve o kabuğu koruyan sanata vermiştir. Özü ise bütünüyle ihmal etmiştir

Birinci kabuk dille 'Lâ ilâhe illâllah' demektir. Bu kabuğa Tevhid ismi verilmiştir. Bu kabuk esasında hristiyanların açıkça izhar ettikleri teslis inancını yıkan bir kabuktur. Fakat bu keli meyi, özünü reddettiği halde söyleyen münafıklar da vardır. Bu münafıklar da Tevhid kelimesini dilleriyle söylemekte ve insanları kandırmaktadırlar.
2. Kalpte, dil ile söylenen bu söze hiçbir muhalefetin bulunma ması ve bu kelimenin bütün anlamının olduğu gibi kabul edilmesidir. Kalp, zâhirde zikredilmiş olan bu kelimenin bütün mânâ ve medlûlünü kesin olarak tasdik etmeli ve bu inanç Allah inancının bütününe şâmil olmalıdır. Bu mertebe, halk tabakasının Tevhid mertebesidir. İşte kelâmcılar bu kabuğu bid'at ehlinin taarruzundan korurlar. Bu hakikate daha önce işaret edilmişti,
3. Öz. Yâni bütün vasıtalara sırt çevirmek, her şeyin Allah'tan olduğuna tam mânâsıyla inanmak ve Allah'a hiçbir varlığı ortak koşmaksızm kulluk yapmaktır. Nefsinin hevasma uyan insan, Tevhid anlayışının dışında kalır. Bu bakımdan arzularına tâbi olan, nefsini kendisine ilah edinmiş demektir,

Gördün mü o kimseyi ki he vasini kendisine ilâh edinmiş, Allah da bir ilim üzere onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiş! Artık onu Allah'dan başka kim yola getirebilir? Hâlâ düşünmez misi niz?
(Câsiye/23)

Allah nezdinde yeryüzünde kendisine ibadet edilen ilahların en buğz edileni hevâ-i nefistir.127

Düşünen bir insan puta tapanların, aslında o puta değil, kendi hevalarına tapmakta olduklarını hemen anlar.

Zira onu, ecdadının dinine bağlayan hevasıdır. O da nefsin bu meyline tâbî olunan mânâlardan birisidir. Halka kızmak veya on lara iltifat etmek bu Tevhid anlayışına aykırı düşer. Zira herşeyi Allah'tan bilen bir insan katiyyen kızmaz. Nasıl olur da 'Herşeyin müsebbibi Allah'tır' diyen bir insan, başka insanlara kızar? Tevhid teriminden daha öncekilerin anladıkları mânâ bu idi. Bu yüksek makam, Sıddîk'ın makamıdır.

Bu terimin ifade ettiği mânânın ne hâle geldiğine ve za manımızdaki insanların bu terimin hangi kabukta kalan mâ nâsıyla iktifa ettiklerine iyi dikkat edilmelidir! Bu kelimenin ifade etmiş olduğu geniş mânâyı bir kabuk mânâya inhisar ettirenler böyle yaptıkları için nasıl da böbürlenebilmektedir? Bu kelimeyi kabuklaşmanın vasıtası kılmışlar ve onunla övünmeye çalışıyorlar. Halbuki övülmeye lâyık tarafı kırpılmış olduğundan, ona yapışmış olanlar müflis duruma düşmüşlerdir; nerede kaldı ki kendi durumlarıyla iftihar edeler...

Bunların iflâsı aynen kıbleye yönelerek 'Şüphesiz ben sadece hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim' (En'am/79) meâlindeki ayeti okuyan, fakat bu okuduğu ayetin mânâsına inanmadığı için Allah'a karşı hergün yalanını tekrarlayan bir kimsenin iflâsına benziyor. Eğer bu kişi, ayetteki yüz (vech) tâbirinden zâhiri anlamdaki yüzü kasdederse, o zaman kişi zâhirî yüzüyle Kâbe'ye yönelmiş olur. Fakat o bu durumda yü zünü başka cihetlerden çevirip Kâbe istikametine yöneltmiş olmak tadır. Kâbe, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın istikameti değildir ki, oraya her yönelmiş olan, Allah'a yönelmiş sayılsın. Cihetlerin ve bütün dünyanın yaratıcısı, oralara sığmaktan münezzehtir, o bütün bunlardan çok yücedir Mahlûk, hâlikını ihâta edemez!
Eğer namaz kılan kimse, ayette geçen yüz terimiyle kalp yü zünü irade ederse ki ibadette matlub olan kalp ile yapılan ibadettir. Kalbi tereddüt içinde olan insanın aklı, dünya ihtiyaçlarında olduğu için; böyle bir kişinin sözü nasıl doğru olabilir? O yalnız sözle yüzünü Allah'a çevireceğim söylemektedir. Halbuki kalbi, türlü türlü hileleri, mal toplamayı, dünya mertebeleri elde etmeyi ve bütün bunlara götürecek vesileleri düşünen ve kendisini yalnız bunlara veren bir kişinin Allah'a dönmesi mümkün müdür? Bu adamın kalbi bu takdirde asla yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan yüce Allah'a yönelmiş olmaz.

Bu kelime, tevhidin hakikatini ifade eden bir kelimedir. Bu ne denle muvahhid bir kimse, tek varlık olan Allah'tan başka hiçbir şey görmeyen ve ancak kalp yüzü ile Allaha yönelendir.

Böyle bir durum Allah Teâlâ'nın aşağıdaki ayetinde ne güzel açıklan maktadır: (Ey Rasûlüm!) Sen Allah de! Sonra onları bırak, bâtıl sözleri içerisinde oynayadursunlar. (En'am/91)

Bu ayeti celîledeki 'Sen Allah de' hükmünden maksad dille söylemek değildir. Çünkü dil, kalbin tercümanıdır. Dil bazen doğru ve bazen de yalan söyler. Allah Teâlâ'nm nazar ettiği yer ise, dilin tercüman olduğu kalptir. Tevhid'in mâdeni ve kaynağı sadece kalptir.

Dördüncüsü ise Zikir Tezkir terimidir. Allah Teâlâ şöyle bu yurmaktadır:
Sen Kur'an ile öğüt ver, çünkü öğüt mü'minlere fayda verir. (Zâriyat/ 55)

Zikir meclislerini metheden birçok hadîs-i şerif vârid olmuştur.
Cennet bahçelerinden geçtiğiniz zaman, o bahçelerden yeyin. Kendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet bahçeleri ile neyi murad ediyorsunuz?' diye sorulduğunda, cevaben şöyle buyurdu: 'Zikir meclislerini...'128

Hak ile meşgul olan meleklerden başka, dünya yüzünde se yahat eden, Allah'ın daha nice melekleri vardır. O melekler zikir meclislerini gördükleri zaman, birbirlerini çağırırlar: İşte aradığımız buradadır, geliniz!' Her taraftan o meclis lere gelirler ve zikir meclislerine iştirâk ederek zikir mecli sini kuşatırlar ve dinlerler. O halde (ey ümmetim), Allah'ı çokça zikredin! Nefislerinize de hatırlatınız.129

Zikir teriminden zamanımızın birçok vâizi aşağıdaki şu dört mânâyı anlamakta ve terimi bu mânâlarda kullanmaktadırlar.
1.Kıssalar
2. Şiirler
3. Şatâhat
4. Tamat. (Şatâhat ile Tamat'ın tefsiri, yeri geldiğinde yapılacaktır).

Kıssalara gelince, bunlar bid'attırlar. Selef-i Sâlihîn, kıssacıların yanında oturmayı bile yasaklamışlar, hikâyecileri katiyyen dinlememişlerdir. Kıssa, ne asr-ı saâdette, ne de Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında vardı.130 Ne zaman fitne başgösterdi, işte o zamandan beri hikâyecilik ve kıssacılık süratle yayıldı.

Rivayet olunduğuna göre İbn Ömer bir ara mescidden dışarı çıktı. Çıkışının sebebini soranlara bu sebebi şöyle izah etti: 'Beni mescidden hikâye anlatanlar çıkardı. Bu hikâyeciler olmasaydı, hiçbir surette mescidi terketmeyi düşünmezdim'.

Zümre131 şöyle anlatır: Süfyân-ı Sevrî'ye, 'Biz hikâyecilere yü zümüzü çevirip bakıyoruz' dedim. O şöyle mukabelede bulundu: 'Bid'atçılara yüzünüzü değil, arkanızı dönerek oturunuz'.

İbn Avn132 şöyle der: ibn Şirinin133 yanına gittiğimde şöyle bu yurdu: 'Bugün ne haberler var?' Bu suale 'Emîr'il Mü'minîn, hikâyecileri hikâye anlatmaktan menetti' diye cevap verdim. O zaman İbn Şirin 'Emîr'il Mü'minîn çok isabetli bir karar almış' dedi.

A'meş, Basra camiine girdiğinde, bir hikâyecinin şöyle dediğini duydu: 'A'meş bize boyle rivayet etmiştir'. Bu söz üzerine A'meş, cemaatin ortasına dikilerek koltuk altlarını yolmaya başladı. Hikâye anlatan adam, densizlik yaptığı açık olan bu adamı şöylece tekdir etti: 'Ey ihtiyar! Va'z meclislerinde koltuk altlarını yolmaktan utanmıyormusun?' A'meş 'Neden utanayım? Ben bir sünneti yerine getiriyorum. Sen ise yalan söylüyorsun. Çünkü bahsettiğin A'meş benim. Sana da böyle bir hikâye anlatmış değilim'.

Ahmed b. Hanbel şöyle buyurmuştur: 'İnsanların en yalancısı hikâyeler anlatan ve çok soru sorandır'.

Hz. Ali Basra mescidinde hikâye anlatan bir adamı kovmuştur. Fakat aynı Hz. Ali (r.a)., Hasan Basrî'nin mescidinde yaptığı va'za mânî olmamıştır; çünkü Hasan Basrî (r.a), âhiret ilmi, ölüm, nefsin ayıplarını gösterme, amellerin âfeti, şeytanın iğvaları ve bütün bunlardan sakındırmak hususunda va'z ediyordu. Aynı zamanda Allah'ın nimetlerini, kulun bu nimetlerin şükründe kusur ettiğini, dünyanın ayıplarını sayarak hakir ve geçici bir yer olduğunu; dünyanın hiçbir şeyinde vefa bulunmadığını, âhiretin tehlikelerini ve şiddetli azâplarını anlatıyordu. İşte bütün bunlar şer'an güzel kabul edilen zikir olduğu için, bunlardan konuşmakta büyük bir fayda vardır. Bu tür bir zikrin gerekli olduğunu Ebu Zer Gıfarî'nin (r.a) rivayet ettiği şu hadîsten anlıyoruz:

Zikir (ilim) meclisinde hazır bulunmak, bin rek'ât nâfile namaz kılmaktan daha hayırlıdır. (Bir zikir meclisinde bu
lunmak), bin hastayı ziyaret etmekten daha hayırlıdır. (Bir ilim meclisinde bulunmak), bin cenaze merasiminde hazır bulunmaktan daha hayırlıdır. Allah'ın Rasûlü'ne 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu meclislere gitmek, Kur'an okumaktan da mı üstündür?' diye soranlara Allah'ın Rasûlü (s.a) şöyle cevap vermiştir: 'İlim olmadan okunan Kur'an'ın bir fay dası olur mu'?134

Atâ şöyle demiştir: 'Bir zikir meclisine iştirâk etmek, yetmiş lehviyat meclisine girmenin kefareti olur'.

Zâhirperestler bu hadîs-i şerifleri nefislerinin tezkiyesine dair bir hüccet kabul etmişler ve zikir ünvanını da, yapmış oldukları kötü hurafelere ad olarak takmışlardır. Onun için güzel ve esas olan Zikr'in asıl mânâlarından uzaklaşmışlar, ihtilâflı kıssalarla meşgul olmuşlar, keyiflerine göre eksiklik veya ziyadelikler icad etmişlerdir. Kur'an-ı Hakîm'de vârid olan kıssaların sebebinden uzaklaşılmış ve o kıssalara kendi hissiyatlarından doğanları ek lemişlerdir. Kıssaların bir kısmını dinlemekte fayda varsa da; bir kısmı da doğru olmasına rağmen zararlıdır. Nefsi için bu kapıyı açan bir kimse, eğri ile doğruyu, yararlı olanla zararlı olanı karıştırır ve bundan ötürü tehlikeli bir duruma düşer.

Hikâyeciliğin menedilmesinin sebebi de bu tehlikeden korunmak tan başka bir şey değildir.

Yine bu sebepten dolayı Ahmed b. Hanbel şöyle buyurmaktadır: İnsanların, doğru hikâyeler anlatan insanlara ne kadar ihtiyacı vardır?'

Şayet bir hikâyeci peygamberlerin kıssalarından bahsediyor ve aynı zamanda kendisini dinleyenlere dinî emirleri bildiriyorsa; kısaca doğru şeyleri hikâye ediyorsa, ben böyle birinin hikâyele rinde hiçbir zarar görmemekteyim. Ancak yalan söylemekten, halkın anlamayacağı bir şekilde peygamberlerin hayatlarından hikâyeler anlatmaktan, çok zararlı olacağı için bu hareketlerden şiddetle kaçınmalıdır. Peygamberlerden hasıl olan zellelerin ardından onların yaptıkları hasenâtı anlayamayacağı için, kendi hatâlarının da affedileceği inancına saplanarak kendisini büyük bir tehlikeyle başbaşa bırakır.
'Bir kısım meşayihten ve ümmetin büyüklerinden şöyle ve böyle rivayet edilmiştir' diyerek kendi düşüncelerini haklı görmek ten şiddetle kaçınmalıdır insanlar... Hikâyeciler kendi fikirlerini delillendirmek için çoğunlukla böyle davranırlar.

Böyle yapan her kes büyük bir günah işlemiş olur. Çünkü bu hareket 'Ben Allah'a isyan etmiş ve kusur işlemişsem eğer, bu kusurları benden çok daha faziletli olan büyük insanlar da işlemişler' demekten başka bir mânâ taşımaz. Bu tür şeylerden bu şekilde bir hüküm çıkarabilirler ve bu hükümle bilmeden kendilerini Allah karşısında cüretkâr bir duruma getirirler.

Bu iki mahzurdan; yani yalan ve rezillikleri anlatmaktan sakınıldığı takdirde hikâye anlatmakta bir zarar yoktur. Bu tak dirde hikâye güzel olur ve Kur'an'ın zikrettiği haber hâlini alır. Nitekim değerli kitaplarda bu tip hikâyelerin çokça yer aldığını görmekteyiz.

Bir kısım insanlar, ibadetlere teşvik edici hikâyeler anlatmayı güzel bulurlar. Çünkü bu hikâyelerin amacının insanları hakka dâvet etmek olduğunu düşünmektedirler. Halbuki bu, şeytanın bir yanıltmasıdır. Zira doğruyu anlatmak kâfidir.

İnsanı yalana sev kedecek hiçbir sebep yoktur. Allah'ın ve Rasûlü'nün emirlerini an latmak kâfi olduğu için va'zlarda uydurmalara hiçbir ihtiyaç yoktur.
Söze aslında olmayan ilâveler katmak mekruh bir hareket değil midir?

Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a), kendini zorlayarak ve cümleleri süsle yerek konuşmaya çalışan oğlu Ömer'e şöyle demiştir: 'İşte seni bana hor gösteren hareketin, süslü cümleler kurmak için kendini zorlamandır. Bu huyundan vazgeçmedikçe, hiçbir ihtiyacını karşılamayacağım'. Bu sözü, oğlu kendisinden bazı ihtiyaçlarını karşılamak için bir şeyler istediği zaman söylemiştir.

Hz. Peygamber (s.a) kelimeleri süsleyerek ve kendini zorlaya rak konuşan Abdullah b. Revaha'ya hitaben şöyle buyurmuştur:
Ey İbn Revaha! Kelimeleri kâfiyeli söylemekten ve bu ko nuda kendini zorlamaktan sakın!135

Dinen mahzurlu olan seci', iki kelimeden fazla olan seci'dir. Bu sırra binaen ceninin diyeti hakkında 'içmeyen, yemeyen, bağırmayan ve ağlamayan bir parça et için ne diye diyet verelim? Bu, boş yere mal vermektir.. diyen kimseyi Hz. Peygamber (s.a) şöyle azarlamıştır.
Göçebelerin kâfiyeli konuşması gibi mi konuşmak istiyorsun? 136

Şiirlere gelince, va'z ve nasihat ederken çokça şiir söylemek çirkin görülmüştür, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Şairlere ise, sadece sapık kimseler uyar. Görmez misin? O şairler, her vâdide şaşkın dolaşırlar. (Şuarâ/224-225)

Biz ona (peygambere) şiir öğretmedik, ona yaraşmaz da!
(Yâsin/69)

Vâizlerin, âdet edinerek okudukları şiirlerin çoğu aşk, mâşukun güzelliği, kavuşmak ve ayrılık acısıyla ilgilidir.

Böyle va'zları dinleyen cemaatin çoğunu halkın en ahmak tabakası teşkil eder. Bu ahmakların şehvet duygularından başka hiçbir şeyle ilgilenmedikleri ve kalplerinin ise güzel şekillere bakmaktan başka bir işe yaramadığı bir gerçektir.

Böyle bir cemaatin bu lunduğu yerlerde, yukarıda sözü edilen şiirler okunduğu zaman, bu kişilerin şehvet hislerini gıcıklamaktan başka bir sonuç elde edilmiş olmaz. Bu insanlar, saklı ateşin alevlenmesinden dolayı bağırıp çağırarak raksetmeye çalışırlar. Şiir çoğunlukla dinin ta mamına zarar verici bir fesad âleti olmaktadır. Bu nedenle mev'ize ve hikmetli sözleri ihtiva eden şiirler ancak istidlâl yoluyla nakle dilebilir, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Şiirin bir kısmı hikmettir.137

Şayet meclisi teşkil edenler havasstan kimseler ise ve onlardan başkası da yok ise; o zaman halka zarar veren şiir türleri okunabi lir, çünkü havassa böyle şiirler bir zarar vermez. Çünkü üstün de recelere ulaşmış ve kalpleri arınmış kimseler ne dinlerlerse dinle sinler, dinlediklerini kalplerindeki muhabbete malederler. Bunun hakikatini Sema' adlı bölümde uzun uzun anlatacağız. Bu sırra binaen meşhur Cüneyd-i Bağdâdî, ancak on kişiye hitabda bulunur ve cemaat on kişiden fazla olduğunda konuşmasını keserdi. Cüneyd'in hiçbir zaman yirmi kişilik bir cemaata hitap ettiği gö rülmemiştir.
Bir cemaat İbn Salim'in130 kapısına giderek, kendisine 'Arkadaşlarm seni dinlemek için hazırlandılar, çık da onlarla konuş!' dediklerinde İbn Sâlim 'Hayır; bunlar benim ar kadaşlarım değil. Onlar ancak meclisin arkadaşı olabilirler. Benim arkadaşlarım havass insanlardır' diye cevap vermiştir.

Şatahat'a gelince bu terimle bir kısım sûfilerin sonradan ilâve ettikleri iki hususu kastediyoruz:
Birincisi, Allah aşkı hakkındaki uzun iddialardır. Yâni zâhirî amellerin yerine geçen kavuşmadır. Hatta bu mevzuda bir grup, Allah ile birleştiğini bile iddia etmiştir. Öyle ki Allah ile ara larındaki perdelerin kalktığını, Allah'ı alenen gördüklerini ve şifahî olarak kendileriyle konuştuğunu iddia etmektedirler!
'Allah bize şöyle dedi, biz de ona şöyle cevap verdik' gibi sözler söylemek suretiyle, kendilerini daha önce bu sözleri söyleyen ve söylediği bu kabil sözlerden ötürü idam edilen Hüseyin b. Mansur el-Hallac'a, (Hallac-ı Mansur'a139) benzetmeye çalışırlar. Hallac'ın Ene'l-Hak sözüyle istişhad etmektedirler.

Beyazıd-ı Bistamî'nin140 'Subhanî, Subhanî; (ben ortaktan münezzehim, benim hiçbir ortağım yoktur) sözüne uyarak bir takım neticeler çıkarmaya çalışırlar.

Bu tür konuşmalar halka çok büyük zarar verir. Öyle ki, çiftçi lerin bir kısmı bu sözleri duydukları zaman çiftlerini, çubuklarını bırakarak bu kuru dâvalar arkasında koşmaya başlamışlardır. Çünkü bu konuşmalar acaip oldukları için insanlara cazip gel mektedir. Zira böyle konuşmalardan sonra insanlar kendilerini birtakım ibadetlerden kurtulmuş sanıyorlar. Bu ne büyük bir felâ kettir! Nefsin yüksek makamlara çıkması ve Allah'la hallenmesi felâketi de bunun çabası.., Ahmak insanlar bu kuru dâvaları ta hakkuk ettirecek kudreti nefislerinde daima görürler ve birtakım mânâsız ve zâhiren güzel görünen içi berbad kelimeleri söylemek ten de geri kalmazlar.

Eğer onlara böyle konuştukları zaman itiraz edilirse, hemen şöyle cevap vermeye yeltenirler: 'Sizin bu itirazınız ilminizden ve tartışmaya merakınızdan geliyor. İlim hakikatlerin önüne çekilen perdeden başka birşey değildir. Cedel ise nefsin hoşuna gittiğinden, hiçbir kıymeti yoktur. Oysa bizim bütün söyledikleri miz bâtın hallerinin dile dökülmesidir. Bunları, bâtınımıza hak nûrunun keşfolunması gösteriyor ve hak, bizim bâtınımızda tecelli ediyor.

İşte bu ve buna benzer iddialar, İslâm memleketlerini tehlikeli bir yangın gibi sarmış ve bu yangın bilhassa halk tabakasını yakıp kül etmeye neden olmuştur. Bu gibi sözleri söyleyen bir kimseyi öl dürmek, Allah indinde on kişiyi diriltmekten daha hayırlı bir iş olur.

Beyazıd-ı Bistâmî'ye mal edilen söz, onun ağzından çıkmamıştır. Böyle bir sözün ona mal edilmesi kesinlikle doğru değildir. Şayet buna benzer bir söz onun ağzından çıkmış ise, o zaman bu sözü kendisine değil, Allah'a ait olarak hikâye edip konuştuğunu kabul etmek gerekir. Allah'ın dininden bahseder ken, ona ait malûmat içinde böyle bir sözü de söylemiş olabilir. Nitekim Allah Teâlâ (c.c) hakkında malûmat verirken şu sözleri söylediği gibi: 'Muhakkak ben Allahım, benden başka ilâh yoktur, O halde bana ibadet edin'.
Bu bakımdan Bistâmî, bu kelâmı ancak Allah kelâmı olarak hikaye etmiş olabilir. Yoksa o kelâmı kendi adına söylemiş ol masını mümkün göremeyiz.

İkincisi, mânası anlaşılmayan birtakım kelimelerden ibarettir. Bu kelimelerin zâhiri, gayet hoş ve dehşetengiz mânâlar taşımaktadır. Fakat hepsi bu kadardır. Bunların ötesinde bir mânâ ifade etmezler. Bu kelimeleri söyleyen mânâlarını bilmez, sadece aklının noksanlığından dolayı kendi içinden geçirdiği saç malıkları bu kelimelere yükler. Hiçbir zaman ağzından çıkan bu kelimelerin mânâsına nüfuz edebilmiş de değildir. Bazıları bu mânâyı anlar, fakat gayesini anlatmaya muktedir olamadığı için, bu ibareleri yerli yerinde kullanamaz. Çünkü ilmi az olduğu için mânâların hangi terimlerle ifade edileceğini bilemez. Bu tür söz lerde bir fayda yoktur. Bu gibi kelimeler kalpleri yaralar, akılları dehşete düşürür ve zihinleri hayrette bırakır ve hiç de kastedilme yen mânâların anlaşılmasına yol açar."işte böyle olduğu zaman herkes arzularının peşine takılır ve bu kelimelerden istediği gibi mânâlar çıkarmaya başlar.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Sizden herhangi biriniz bir topluluğa anlamadıkları bir tarzda konuşma yaparsa; bu kimsenin konuşması, dinleyen ler için bir fitne olur.141

İnsanlara anladıkları bir tarzda hitab edin. İnsanlarla an lamadıkları tarzda konuşmaktan salanın. Acaba siz Allah ve Rasûlü'nün tekzib edilmesini ister misiniz?142

Allah Rasûlü'nün menettiği konuşmalar, ancak konuşanın kendisi tarafından anlaşılan, fakat dinleyenlerin anlamadığı konuşmalardır. Bu konuşmaları dinleyenler, anlamadıkları için konuşmayı asla zihinlerine yerleştiremezler. Bir de konuşanın bile anlamadığı kelimelere ne buyurulur? Konuşan kendi sözlerinin mânâsını bilir de, yalnız dinleyenler bu mânâyı anlamasalar bile böyle bir konuşma helâl olmaz.

Hz. îsâ şöyle demiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere ema net etmeyiniz ki, hikmete zulmetmiş olmayasımz. Hikmeti, ehil olan kimselerden kıskanmayınız ki, anlayanlara, idrâk sahiple rine zulmetmiş olmayasınız. Şefkatli bir hekim gibi olunuz ki, he kimler merhemi sadece yaraya sürerler'.

Hz. İsâ'nın (a.s) bu sözü şöyle de rivayet edilmiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere devretmeye çalışan bir kimse cahildir. Hikmeti, ehlinden saklayan bir kimse ise zâlimdir. Hiç kuşkusuz hikmetin bir hakkı vardır ve bir de ehli vardır. Öyleyse her hak sa hibine hakkı verilmelidir'.143

Tamat'a gelince, şatahat konusunun tamamı tamat ile ilgili dir. Bununla birlikte tamatın kendine ait hususî bir vasfı daha vardır. Bu hususî vasıf ise şeriata ait kelimeleri zâhirî mânâ larından ayırarak bu kelimelere zorla hiçbir faydası olmayan bâtınî mânâlar vermeye çalışmaktır. Tıpkı bâtınîlerin Kur'an ve hadîs üzerine yaptıkları te'vil gibi... İşte bunun için tamat da, şatahat da haramdır ve zararı büyüktür. Çünkü şeriat sahibinden gelen bir nakle dayanmayan ve bir zarurete binaen aklî bir delile istinad etmeyen te'vil ile kelimeleri zâhirî mânâlarından başka mânâlara çevirmek, kelimelere olan itimadı tamamen sarsar, bu durumda Allah'ın ve Rasûl'ün sözleri de anlaşılmaz bir hale gelir. Çünkü artık kelimelerin bir mânâsı kalmamıştır veya daha doğru bir deyişle herkes her kelimeye kendi istediği mânâyı vermiş ve hükümler ortadan kaldırılmıştır. Öyle ki artık her kelimeden bâtınî mânâlar çıkarılır olmuştur. İşte en büyük felâketlerden biri budur. Bu zararı çok büyük olan hâl, halk arasında çok yaygın olan bid'atlerdendir. Bu bid'atleri icad edenler, acaiplikler ar kasında koşmak suretiyle şöhrete ulaşmak isteyen kimselerdir.

Zira insanoğlu tabiatı icabı, daima acaipliklere meyletmiş ve acaip likleri temsil ettikleri sanılan kimseleri, büyük adam olarak bilmiştir. İşte insanın garip şeylerden zevk almasını, bu şarlatanlar istismar etmişler ve halkın gözünde birer kahraman kesilmişlerdir.

Bâtınîler, korkunç bâtıl telakkîleriyle şeriatın büyük temelle rini sarsmaya yeltenirler ve şeriatın zâhir olan hükümlerini te'vil ederek, (bunları yıkmak için kaleme aldığımız el-Müstezhir isimli kitabımızda da belirttiğimiz gibi) şeriatın tamamını kendi te'villerine göre bina etmeye çalışırlar.
Tamat ehlinin te'viline bir misal olarak şu ayetin te'vilini gös terebiliriz.
Haydi artık Firavun'a git, çünkü artık o çok azdı. (Nâziat/17)

Bunlar, ayet-i kerîmede geçen Firavun kelimesini, zalim Firavun'a değil de, kalbin bir hâline hamlederek 'Firavun' dan maksad, insana saldıran kalptir' demişlerdir. Yine bunlar Kasas sûresinin 32. ayetinde geçen 'Ve asânı yere bırak' cümlesindeki asâ kelimesini, insanın güvendiği ve Allah'tan başka itimad ettiği şeylere atfetmişler ve bunları kaldırıp atmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir.

Hz. Peygamberin (s.a) 'Sahur yemeğini
yeyiniz, çünkü sahurda bereket vardır'144 sözünü şöyle te'vil etmişlerdir: 'Sahur kelimesinden murad, seher vaktinde istiğfar etmektir'.

Bu adamlar o kadar ileri gitmektedirler ki, Kur'an-ı Kerîm'i baştan aşağıya te'vil etmeye kalkışmakta, İbn Abbas'dan itibaren bütün Kur'an müfessirlerini bir yana atarak bütün ayetleri kendi anlayışlarına göre tahrif etmektedirler. (Zaten bunu yapabilmek için böyle bir yola başvurmuştur bu sahtekârlar).
Bâtınîlerin ve te'villerinin bir çoğunun bâtıl olduğu apaçık bi linmektedir. Tıpkı Firavun'u kalp ile tefsir etmeleri gibi...

Firavun, elle tutulan ve gözle görülen bir kişidir. Varlığı teva tür yoluyla bize kadar gelmiştir. Gene aynı Firavun'un Hz. Musa tarafından hakka dâvet edildiği de tevatür hâlindedir. Firavun kendisinden sonra yaşamış bir Ebu Leheb, bir Ebu Cehil ve sâir kâ firler gibi bir kâfirdir. Firavun, asâ ve sahur; şeytan ve melek gibi hiss ile bilinmeyen şeylerden değillerdir ki onları teVile çalışalım.
Sahurun seherde istiğfar mânâsına tevil edilmesi de büyük bir hatadır. Çünkü sahurun ne olduğunu bizzat efendimiz hareke tiyle bize bildirmiştir. Allah'ın Rasûlü sahur zamanında yemek yer ve etrafındakilere şöyle derdi:
Bereketli gıdaya geliniz.145
Tevatür, hiss ve nakil yoluyla gelen bütün ölçülere göre, bu gibi te'viller bâtılın en aşağı derecesidir.

Bu tevillerin bâtıl olduğunu bâzen zann-ı galib ile biliriz. Bu da hissin müdahalesinin bulunmadığı emirlerde olur. Bütün bu te'viller haramdır, dalâlettir, dinî halk tabakası nazarında ifsad etmektir. Ne sahâbeden ve ne de tabiînden bu te'villere benzer riva yetler nakledilmiştir. Halkı hakka dâvet eden ve halka va'z u nasi hatta bulunan Hasan Basrî'den de böyle te'viller nakledilmiş değildir. (Hasan Basrî, kırk sene durmadan sahâbeyi dinleyerek ilim sahibi oldu. Bütün hayatı boyunca sahâbeden dinlediklerini nakletti. Onun dinledikleri kimseler içinde yetmiş Bedir kahra manı ve diğer üçyüz sahâbî vardı. Buna rağmen o böyle teViller yapmadı. Yaptığına dair en küçük bir rivayet gelmemiştir. Bâtınîlerin elinde buna dair en basit bir delil bile yoktur).

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Kur'an-ı Kerîm'i kendi görüşüne dayanarak (kaideleri gö zetmeden) tefsir eden kimse ateşte yerini hazırlasın.146

Bu hadîs-i şerifin mânâsını, bâtınîler gibi kendi görüşleriyle tefsir edenlere hamledersek ancak açıklığa kavuşturabiliriz. Şöyle ki: Yukarıda bahsi geçen tevil ve tefsirlere kaçan bâtınî meşrebli bir kimsenin gayesi ve görüşü bir emrin tahkik ve tesbitidir. İşte o emri bir de te'vil yoluyla Kur'an'ın şehâdetiyle tevsik etmek ister. Ne lûgat ve ne de nakil olarak hiçbir delil yokken Kur'an ayetlerini o mânâlara hamletmek ister. Yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerif 'Kur'an istihraç ve tefekkür yoluyla tefsire tâbi tutulmasın' demi yor. Zira birçok ayet için sahabe-i kirâm ve müfessirlerden beş-altı ve hatta yedi mânâ naklolunmuştur. Biliniyor ki bu mânâların hepsi Hz. Peygamber'den nakledilmiş değildir. Zira bu mânâların bâzan biri diğerini nakzettiği için bir araya toplanmaları mümkün olmuyor. Demek ki bütün bu mânâlar Hz. Peygamber'den işitilmiş değil, belki uzun tefekkür ve anlayış sonucunda ortaya atılmış mânâlardır. İşte bu sırra binaen Allah'ın Rasûlü, İbn Abbas için şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Onu dinde fakih kıl ve kendisine Kur'an'm te'vilini öğret.147

Tamat ehlinden, bu te'villerin lâfızlardan kastedilen mânâlar olmadığını bildiği halde caiz gören ve bununla halkı hakka çağırdığını iddia eden bir kimse; hakikatte doğru olan bir şeyin is batı için Allah Rasülü'nün söylemediği bir sözü uydurup da söyle yen bir kimseye benzer, Bu ise zulüm ve dalâletin tâ kendisi olduğu gibi, ayrıca bu zulmü irtikâb edeni de Allah Rasûlü'nün şu müba rek sözü tehdit etmektedir:
Benim söylemediğim bir sözü bana kasden mâleden ve yalan uyduran bir kimse ateşte yerini hazırlasın!148

Bu kelimelerin tevili, bütün bu tehlikelerden daha korkunçtur. Çünkü bu gibi teviller, kelimelere olan itimadı sarsar. Böyle olunca da hiç kimse Kur'an'dan hiçbir mânâ çıkarma imkânı bu lamaz. Böylelikle Kur'an'dan istifade etmek yolları kapanmış olur!

Şeytanın, halkı hakka dâvet edenleri memdûh ve makbul ilim lerden, mezmum ilimlere nasıl çevirdiği ortadadır. Bütün bu felâ ketler, terimleri hakikî mânâlarında değil, başka mânâlarda kul lanan sahtekâr âlimlerin telbisatı sonucunda meydana gelmekte dir. Şayet meşhur terimlere güvenerek ve asr-ı evvelde bilinen hak ikate bakmayarak bu kişilere tâbi olursan, senin durumun tıpkı hekîm denilen, fakat aslında hikmetle alâkası bulunmayan bir kimseye tâbi olup, şeref talebinde bulunan bir kimsenin durumuna benzer. Böyle bir kimse sadece hikmet teriminin şerefiyle yetinmiş olmaktadır.

Zira hikmet tâbiri günümüzde tabibe, şâire ve münec cime mâledilmektedir. Bu kelimeleri bahsi geçen meslek erbabına mâletmek ise, kelimelerin ifade ettiği mânâları bilmemekten (gafletten) doğmaktadır.

Beşincisi ise Hikmet terimidir. Hakîm sıfatı tabiblere, şairlere ve müneccimlere ait bir sıfat oldu. Hattâ yol kenarlarında kuşların pençeleriyle veya köylülerin eliyle kabak döndüren hokkabazlara dahi Hakîm sıfatıyla hitab edilmektedir. Halbuki hikmet, Allah Teâlâ'nın övdüğü ilme denir.

Allah dilediğine hikmeti ihsan eder. Kime hikmet ve rilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür.(Bakara/269)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hikmet'ten bir kelimeyi öğrenmek, kişi için dünya ve onun içindeki varlıkların tümünden daha hayırlıdır.149

Yukarıda naklettiğimiz ayet ile hadîsi dikkatle tedkik ederek hikmetin ne mânâya geldiğini düşününüz ki, sonraları hangi mânâlarda kullanıldığını anlayabilesiniz. Diğer terimleri de hikmet terimiyle mukayese ediniz. Ancak böyle yaptığınız takdirde sahtekâr âlimlerin hilesinden kendinizi koruyabilirsiniz. Zira kötü âlimlerin dine verdiği zarar, şeytanların verdiği zarardan daha dehşetlidir. Çünkü şeytan, insanların kalbinden imanı bu gibi kimseleri vesile ederek çekip alır. İşte bunun için Allah'ın Rasûlune (s.a) halkın en şerlisi sorulduğu zaman cevap vermek ten kaçınmış ve 'Allahım affet' demekle yetinmişti. Ashab, aynı suâli birkaç kere tekrarlayınca da şöyle buyurmuştu: 'Onlar, kötü alimlerdir'.150

Mahmud ve Mezmum (Güzel ve Çirkin) ilimlerin ve iltibasın nereden kaynaklandığını artık öğrenmiş bulunuyorsunuz. Bu ne denle şimdi muhayyersiniz; ister nefsinizi selef-i sâlihîne uydu rursunuz, ister gurur zincirlerine sımsıkı sarılır, halefin ar kasında gidersiniz. Selef-i sâlihinin kendisine meşgale olarak seçtiği güzel ilimler inkıraza uğramış olduğundan bugünün in sanını meşgul eden ilimlerin çoğu bid'attir ve dine sonradan ilâve edilmiştir. Böylelikle Hz. Peygamber'in (s.a) şu mübarek sözü de yerine gelmiş olmaktadır:

İslâm garip olarak başladı ve sonunda da başladığı gibi ga rip olacaktır. Garipler için cennet vardır.151

Bu hadîsi ifade buyurdukları zaman Hz. Peygamber'e 'Garipler kimlerdir?' diye soruldu. O da şöyle cevap verdi:
Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah edip düzeltirler. Halk tarafından öldü rülmüş (terkedilmiş) olan sünnetimi de ihyâ ederler.152

Garipler o kimselerdir ki, sizin bugün üzerinde olduğunuz hakîkate sarılırlar.153

Garipler, sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Fakat bu kişiler, sâlih olmayan, fertleri çok olan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.154

Gerçekten de selef-i sâlihînin ilimleri bugün gariptir. O kadar ki günümüzde bu ilimleri hatırlatanlar sevilmemektedir. İşte bu sırra işaret etmek isteyen Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Bir âli min dostunun çok olduğunu gördüğün zaman bilmiş ol ki, o âlim hak ile bâtılı birbirine karıştırmıştır. Zira hak ile bâtılı birbirine karıştırmamış olsaydı, dostu az düşmanı çok olurdu'.

Mahmud (Güzel) İlimlerin Memduh Olan Miktarı
Bu itibarla ilim üç kısma ayrılır:
1. Azı da çoğu da mezmum (çirkin) olan ilim
2. Azı da, çoğu da mahmud (güzel) olan ilim; ne kadar fazla olursa o kadar güzeldir.
3. Kifayet edecek miktarı güzel, kalan kısmı ise güzel olmayan ilim İlmin durumu aynen bedenin hâline benzer. Bedene ait bazı haller vardır ki azı da, çoğu da güzeldir. Meselâ, sıhhat ve güzellik gibi...

Diğer bir kısmı ise, mûtedil davranıldığı zaman güzel, haddi aşıldığı zaman çirkindir. Meselâ malını Allah yolunda vermek gibi. Haddi aşarak verilen şey sadakadır, fakat güzel değildir. Çünkü israftır. Meselâ şecaatin bir dalı olan tehevvür gibi. Tehevvür, şecaatin bir bölümüdür ama güzel değildir. Halbuki şecaat güzeldir. İşte ilim de aynen böyledir.
Azı da, çoğu da kötü ve çirkin olan ilim, ne ahirete ve ne de dünyaya bir faydası dokunmayan ilimdi. Ne dünyaya, ne de ahi
rete yaramayan ilmin faydasından çok zararı dokunacağı herke sin kabul edeceği bir gerçektir. Sihir, tılsım ve yıldız ilimleri gibi...

Bu ilimlerin bir kısmında hiçbir fayda yoktur. Dolayısıyla bu ilimlerle meşgul olmak insanın en kıymetli sermayesi olan öm rünü boşuna harcaması demektir ki değerli bir sermayeyi boşuna harcamak çirkin ve kötü bir harekettir. Bu ilimlerin bir kısmının zararı, dünyaya yaradığı zannedilen kısmından daha ağır bas maktadır. Zira bu kısmında geçici bir menfaat var ise de, verdiği zarara nisbetle bu menfaat hiç denecek kadar azdır.

Her tarafıyla mahmud (güzel) olan ilme gelince, bu ilim, Allah'ın sıfatlarını, fiillerini, halk arasındaki Sünnet-i ilâhîyesini ve âhireti dünyadan üstün kılmasının hikmetini beyan eden ilim dir. İşte bu ilim bizâtihi istenen ilmin tâ kendisidir. Çünkü ancak bu ilimle insanlar ebedî saadete ulaşırlar. Bu ilmi elde etmek için insanın vargücüyle çalışması bile kendisini kusurdan kurtarmaz. Zira bu ilim idrâk edilemeyecek kadar geniş ve dibi bulunamaya cak kadar derindir. Herkes kendi gücü nisbetinde ancak bu der yanın sahil ve sığ yerlerinde gezebilir. Bu denizin etrafında ve sığ yerlerinde ancak peygamberler, kâmil velîler ve Allah ilminde rü sûh kesbeden âlimler gezebilirler. Elbette ki onlar kendi derecele rine ve Allah Teâlâ'nın kendileri için takdir ettiği derinliklere ka dar dalabilmişlerdir.

İşte kitaplarda yazılı olmayan gizli ilim budur. Bu ilmi insan ancak öğrenmeye çalışmakla ve âhiret âlimlerinin ahvâlini iyi bilmekle elde edebilir. Âhiret âlimlerini tanıtacak alâmet-i fârika lar ilerideki bölümlerde izah edilecektir. İşte bu ilmi bilmek için yapılacak iş budur. Âhirette ise, bu ilmi elde etmeye çalışmak, mü cahede, kalb tasfiyesi, dünya meşgalelerinden kalbin kurtarılması ve bu dünyada peygamberlerin ve kâmil velilerin arkasında gitmek ile onları örnek almak yardım eder.

Evet, bütün bunları yapmak lâzım ki, bu ilmin peşinde olan herkes çalışması nisbetinde değil, ancak nasibi kadar bu ilme sa hip olabileceğini anlasın. Bu sözü, o halde gayrete gerek olmadığı mânâsına almak büyük bir hata olur. Zira gayret, hidayetin anah tarıdır ve hidayetin gayretten başka anahtarı da yoktur.

Bir miktarı güzel, kalanı çirkin olan ilimlere gelince, bu ilim ler farz-ı kifâye bölümünde zikrettiğimiz ilimlerdir. Farz-ı kifâye olan bu ilimlerin her birinde üç mertebe vardır:
1. Lâzım olduğu kadarıyla yetinmek ki bu en azıdır.
2. Ne ifrata ve ne de tefrite sapmaksızın normal bir miktarı elde etmek.
3. Ortalama haddini aşıp ömrün sonuna değin sürekli elde etmeye çalışmak.

Bu duruma göre sen iki halden birine talip ol. Yâni ya nefsinle veya nefsini ıslah ettikten sonra başkasıyla meşgul ol! Sakın kendi nefsini ıslah etmeyip, başkalarıyla meşgul olan kimselerden olma! Nefsinle meşgul olan bir kimse isen, sadece sana farz olan ve du rumunun şartlarına uygun düşen ilmi tahsil etmeye çalış! Namaz, taharet, oruç ve sair ibadetler gibi. Zâhirî amellerinle ilgili ilmi elde etmeye gayret et!

Herkesin ihmal ettiği ilim, kalbin özelliklerini ve bunların gü zelini ve çirkinini bildiren ilimdir. Yeryüzünde yaşayan hiçbir in san çirkin sıfatlardan arınmış değildir. Kötü sıfatlar; hırs, hased, riya, kibir, ucûb ve benzeri sıfatlardır. Bunları terk etmek ve kalp ten uzaklaştırmak vâcibdir.

Bütün bu kötü sıfatlarla malûl olduğu halde zâhirî amellerle meşgul olan bir kimsenin durumu, uyuz bir kimsenin durumuna benzer. Uyuz olan bir kimse, kendisini bu uyuz hastalığından kur taracak ilâçları ihmal ederek, zâhirde görünen yaralarına mer hem sürerse, hiç kuşkusuz saçma bir iş yapmış olur.
Bir meselenin dış yüzüyle ilgilenen âlimler, yol kenarında otu rarak, gelene geçene zâhirî merhem tavsiye eden doktorlara ben zerler. Âhiret âlimleri ise, ancak bâtının temizlenmesine, şerri bü tün şekilleriyle ortadan kaldırmaya ve kötülükleri kalplerden sö küp atmaya bakarlar.

Kalp amellerinin zorluğu, buna mukabil zâhirî amellerin ko laylığı birçok kimseleri ürkütmüş, onları kalbi temizlemeye çalışmaktan ise zâhirî amellere sarılmaya sevketmiştir. Bu garip lerin durumu, tıpkı hastalığı kökünden söküp atacak olan acı ilâç ları almaktan çekinip, zâhirî yaralara merhem sürmeye rıza gös teren hastaların durumuna benzer.

Bu hastalar bir yandan dıştaki yaralara merhem sürmek için
yorulurken diğer yandan o yaraların kökü daha da derinlere git mekte ve hastalık gittikçe azmaktadır. Şayet âhireti ister ve kurtulmayı murad edersen; ebediyyen helâk olmaktan kaçar saadeti elde etmeye çalışırsan, herşeyden önce hastalıkları derinliğine bil diren ve o hastalıkların ilâcını (Mühlikât bölümünde açıkça söy lediğimiz gibi) tavsiye eden ilmi öğren! Bu ilmi öğrenirsen öğrendiğin bu ilim seni Kurtarıcılar bölümünde zikrettiğimiz ma kamlara çeker ve bu şekilde kesin bir bilgiye, ebedî saadete ulaşmaya namzed olursun. Zira kalp kötü sıfatlardan kurtulunca, o sıfatların yerini övülmüş olan sıfatlar doldurur. Aynen toprağın yabanî otlardan temizlenerek, fideleri ve gülleri yetiştirmeye hazırlanışı gibi...

Şayet kalp, kötü sıfatlardan temizlenmezse, oraya iyi sıfatların girmesine imkân kalmaz. Bu bakımdan halk tabakası arasında farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olan kimselerin çok olduğu bir zamanda, farz-ı kifâyelerle değil, kalp ilimleriyle meşgul ol. Zira başkasının salâhı için kendisini helâk eden kimse ahmak sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü ya ratıklarla dolu olan kimsenin kendi hayatım düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamakat örneğidir! Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovması, kendisini akrep ve yılanların sokup öldürmesine mâni olmaz.

Eğer nefsini ıslâh ederek kötülükleri tasfiye etmiş isen, gü nahın açık ve kapalı bütün şekillerini terketmeye gücün yetiyor ise ve bu hâl sende bir tabiat hâlini almışsa ki bu sıfatın elde edilmesi çok uzak bir ihtimâldir o zaman farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olabilirsin. Fakat bu ilimlerde yine de tedricî bir şekilde yürümeyi unutma!

İşe önce Allah'ın Kitabı'ndan başla. Allah'ın Kitabı'nı öğrendikten sonra Rasûlü'nün sünnetini öğrenmeye çalış. Daha sonra Kur'an'ın nâsih, mensuh, mevsul, mefsul, muhkem ve müteşâbih ilimlerini öğren. Aynı minval üzere sünnet-i seniyeyi de öğrenmeye çalış. Bütün bunları öğrendikten sonra fıkıh ilminin bir dalı olan mezheb ilminin teferruatı ile uğraş. Sakın üzerinde ihtilâf olan konularla meşgul olma. Bunu da öğrendikten sonra usûl-ü fıkıh ilmine dal. Böylece ömrün müsaade ettiği nisbette diğer ilimlere de el atmaya bak. Bütün ömrünü ilmin bir dalma ve o ilmin zirvesine çıkmak için sarfetme; zira ilim çok, ömür ise kısadır. Bu ilimlerin hepsi birer âlet ve başlangıçtır. Bunların biz zat kendileri amaç değildir. Bunların herbiri başka ilimlerin basamaklarıdır. Bu nedenle başka ilimlere basamak olan herhangi bir ilimle meşgul olarak esas amacı unutup, ihmal etmek doğru bir hareket olmaz.
O halde lugat ilmini meramını arapça anlatacak kadar öğrenmeye çalış. Kelimelerden ancak Kur'an'ı ve Sünnet-i anlaya cak miktarını öğren yeter...

Daha doğrusu, Kur'an ve Sünnet'te ge çen garib kelimeleri anlayabilecek kadar Arap dilini bilmek kâfi dir. Daha ilerilere gitmek için vakit kaybetmemelidir. Nahiv il minden Kur'ân ve Sünnet-i çözecek miktarını öğren! Çünkü hiçbir ilim yoktur ki onda üç vasıf bulunmasın.
1. İktisar (lüzumlu miktardan az)
2. İktisad (ne ifrat ve ne de tefrit, tam ortası)
3. İstiksa (normalin üzerine çıkmak, en fazlasını bilmeyeçalışmak)

Diğer ilimleri kıyaslamak imkânının elde edilebilmesi için ha dîs, tefsir, fıkıh ve kelâm ilimlerinin bu üç mertebesine işaret ede lim. Tefsir ilminde iktisar, Kur'ân'ın iki misli olmak demektir. Nitekim böyle bir tefsiri Ali el-Vâhidî en-Nisaburî155 yapmış ve isim olarak da el-Veciz ismini vermiştir.

Tefsir ilminde iktisad mertebesi, Kur'an'm üç misli bü yüklüğünde olan tefsirdir. Nitekim böyle bir tefsiri el-Vasit adı ile yine adı geçen şahıs yazmıştır. Bundan daha büyük tefsir ise, pek de lüzum olmadığı halde bir ömrü bitirir, fakat kendisi bitmez.

Hadîste gelince, hadîs ilminde iktisar derecesi Buhârî ve Müslim'in hadîslerinden birer nüshayı, hadîs metninin ilmine vâkıf olan bir kişinin yanında okuyarak tashih ve tahsil etmektir.

Hadîs ricalinin ismini ezberlemek hususunda, daha önceki hadîs âlimlerinin bu sahada yaptıkları çalışmaları tâkip etmek ye ter de artar bile. O âlimlerin kitaplarına her bakımdan güvenilebi lir. Müslim'in veya Buharî'nin metinlerini ezberlemek zaruri değildir. Ancak bu iki kitabı ihtiyaç olduğu zaman, lâzım olan hadislerin bu kitapların neresinde olduğunu bilip, yerini muhatabına gösterebilecek kadar tahsil etmeniz yeterlidir.

Hadîs ilmindeki iktisad derecesine gelince; Müslim ve Buhârî'nin yanında sahih olan diğer hadîs kitaplarını okuyup, on larda fazla olarak bulunan hadîsleri Müslim ve Buharî'ye kat maktır.

Hadîs ilminde en son hadde varmak ise, bu kitapların dışında kalan hadîs kitaplarından, zayıf, kavî, sahih, sakim hadîsleri nak leden ve hadîs ilminde birçok yollar öğreten hadîs ricalinin ahva lini, isimlerini ve vasıflarını bildiren kitapları mütalaa etmektir.

Fıkıh ilmine gelince, bu ilimde iktisar derecesi İmam Müzenî'nin156 Muhtasar adlı eserinin muhtevasın-ki biz o eseri Hulâsat'ul-Muhtasar adlı kitabımızda tertibe koyduk mütalâa et mektir. Fıkıh ilminde iktisad derecesi Muhtasar isimli kitabın üç misli bir kitap okumaktır ki biz bu miktarı el-Vasit miri el-Mezâhib adlı kitabımızda bildirmiştik. Fıkıh ilminde son derece ise el-Basit isimli kitabımızı ve buna benzer uzun kitaplarda varid olan mal ûmatları okumaktır.

Kelâm 'a gelince, bu ilimden gaye ehl-i sünnetin selef-i sâlihin den naklettiği inançları korumaktır. Kelâm ilminin bundan gayrı bir vazifesi yoktur. Kelâm ilminden bu miktardan fazlasını iste mek, meselelerin sırlarını ve hakikatini başka yollarda aramak demektir.

Ehli Sünnet akâidi, Kelâm'a ait kısa bir kitap okumak suretiyle elde edilebilir. Bu miktar, Kavâid-ül-Akaid adlı eserimizde izah ve beyan ettiğimiz kadardır. Bu kitabımız îhya-i Ulûm'id-Din içeri sinde yer almaktadır.
Kelâm'da iktisad derecesi ise yüz sahifelik bir kitabın muhte vası kadardır. Biz bu miktarı el-îktisad fi'l-itikad adlı eserimizde beyan etmiştik.

Ayrıca kelâm ilmine bir de bid'at ehliyle mücadele etmek için ihtiyaç vardır. Bu bid'atlara karşı koymak için müslümanlar Kelâm ilminin savunmalarına muhtaçtır. Çünkü Kelâm ilmi
bid'atçının ortalığa yaydığı bid'atları halkın arasından çekip al maya yarar. Fakat Kelâm ilmi, bid'atlar konusunda halk tabakası taassuba saplanmadan önce işe yarar. Bid'atçı eğer cedel ilminden bir şeyler biliyorsa, onu Kelâm ilmiyle hizaya getirmek ve bid'atını kendisine kabul ettirmek pek mümkün değildir. Siz onu sustur sanız bile, o yine kendi mezhebini terketmez, Kendisini sustur manızı nefsinin zaafına hamleder, asla fikrine zaaf düşürmeye yanaşmaz. Yine bu fikre karşı verilecek bir cevap olduğunu, fakat bu cevabı kendisinin vermeye kudreti yetmediğini düşünür. Siz kendisinden kuvvetli oluşunuzla onu teşevvüşe sürükleyen biri olursunuz onun yanında... Halk tabakası bu nevi mücadele şekliyle haktan uzaklaştırılır ise, o sapık itikadında sabitleşmeden önce ha fif bir tartışma ile sapıklıktan çevrilebilir. Fakat bâtılı tam mâ nâsıyla benimsemiş ve kalbinde bu sapıklık sabitleşmiş ise onun dönmesi imkansız değil ise de çok zor bir iştir. Artık onu Kelâm ilmiyle tedavi etmenin bir faydası olmaz. Zira taassub, telâkki ve inançları kalplere yerleştiren bir felâkettir. Esasında bu felâket kötü âlimlerin afetlerindendir. Zira sahtekâr âlimler, hak için if rata saparlar ve taassup gösterirler. Muhaliflerine istihfaf ve is tihkârla bakarlar. Onların bu hâli muhaliflerini de aynı duruma sürükler. Onlar da kendilerine kötü bakmaya başlarlar. O kadar ki mutaassıplara muhalefet etmiş olmak için bâtıla yardım ederler. Onların bu müsamahasız tutumları muhaliflerini bâtıla daha da çok sarılmaya zorlar. Eğer kötü âlimler, lütûf, merhamet ve nasi hati güzel bir şekilde yapsaydılar ve kimsenin bulunmadığı bir yerde muhaliflere hakikati güzel bir dille ifrata kaçmaksızın an latsaydılar, elbette başarı kazanabilirlerdi. Muhaliflerini hakka döndürmeye muvaffak olabilirlerdi. Fakat dünya nimetleri edine bilmesi, halk arasında kendisine çok taraftar bulmasına bağlıdır. Halkı elde edebilmek için de hasımlara şiddetle saldırması gerek mektedir. Ne kadar küfür yağdırırlarsa, halkın o kadar hoşuna gi der ve elbette bunu yapana itibar ederler. İşte bunun içindir ki kötü âlimler kendilerine taassubu meslek edinmişler ve bunu yüksel melerinin vasıtası bilmişlerdir. Bu taassuba da dini müdafaa adını takmışlardır. Şiddetli taassub halkı helâk eden bir felâkettir. Çünkü taassub, bid'atları kalbe yerleştiren en büyük vesiledir.

Son asırlarda ortaya çıkan ve hakkında sayısız kitaplar telif edilen ihtilaflara gelince ki bunların hiçbiri selef'i Sâlihîn za manında görülmemiştir bu ihtilafların yanına dahi yaklaşmaktan sakın! Seni öldürecek bir zehirden kaçındığın gibi ihtilaflardan kaçın. Çünkü bu, Ümmet-i Muhammed'in kökünü kurutan bir hastalıktır. Bu hastalığın tehlikeleri ve afetleri, ileri deki bölümlerde tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir.

Kendilerini temize çıkarmak için İnsanlar, bilmediklerinin düşmanıdır' darb-ı meselini söyleyenlerin sözlerine aldanma! Zira bu sahada iyice bilgi sahibi olan bir kimsenin nasihatini dinliyor sun. Sana bu nasihatları, ömrünün uzun yıllarını bu sahada tüke ten ve kendisinden önceki kelâmcılardan çok daha fazla kitap ya zan, tahkikat yapan, cedel ve beyana dalıp büyük mücadeleler ve ren biri yapmaktadır. Allah Teâlâ şu anda sana nasihat eden âciz kula, doğru yolu göstermiş ve o da Allah'ın bu lûtfuna lâyık ola bilmek için eski ve kötü âdetlerini tamamen terketmiş ve nefsinin kusurlarını gidermeye çalışan biridir.
'Fetva, şeriatın direğidir. Şeriatın gizli illetleri ise ancak ihti laflı meseleleri bilmekle bilinir' diyenlerin sözüne sakın aldanma! Zira mezheplerin incelikleri hilâfiyatla değil, bu konuda yazılmış olan kitapları okumakla bilinir. Sözünü ettiğimiz bu kitaplar mez hepler hakkında en küçük meselelere değin malûmat vermekte dirler. Bu kitaplardan fazlası ise cedele dayanır. Selef-i Sâlihîn ve sahabe devrinde fetva ilminin incelikleri çok daha iyi bilindiği halde, hilâfiyata ait hiçbir bilgi sahibi değildi onlar. Cedel sanatını da bilmiyorlardı. Bu hilâfiyat bilgilerinin mezhep ilmine hiçbir fayda temin etmedikleri bir yana, fıkhın da zevkini öldürürler ve ifsad edici bir özellik taşırlar. Çünkü fetva ilminin şartları içinde hareket etmesi mümkün değildir. Gedele meyleden kimsenin zihni cedelin isteklerine boyun eğer. Dolayısıyla Fıkh'ın zevki böyle bir insandan uzaklaşır.
Cedel ilmiyle sadece şöhret olmak isteyen kişiler meşgul olur lar. Bu kimseler mezhebin inceliklerini bilmek için cedele girdik lerini iddia ederler. Halbuki ömürleri bittiği halde, kendilerini ce del ilminden kurtarıp bir türlü mezhep ilmine verememişlerdir.

Ey hak arayıcısı! Cin şeytanlarını belki de kolaylıkla yener ve onların şerrinden emin olabilirsin. Fakat ins şeytanlarından ken dini şiddetle koru! Zira ins şeytanları insanları ifsad etme işini, cin şeytanlarından devralmış ve onları bu zahmetten kur tarmışlardır.

Akıllı insanların indinde makbul olan hâl, insanın kendisini dünyada Allah ile beraber başbaşa kalmış farzetmesidir. Önünde ölümün, Allah'ın mahkemesine varışın, hesabın, cennetin, ce hennemin olduğunu düşünüp zihninde canlandırmalısın. Sana yardım eden ve saadetini temin edecek olan şeyler üzerinde düşünmeli ve ötesini büsbütün terketmelisin!

Ermiş insanlardan biri rüyasında başka bir âlimi görür ve o âlimden sorar: 'Dünyada iken tartışmalar yapıp münazaralara daldın. Bunlardan elde ettiğin şey ne oldu?' Âlim elini açarak avu cuna üfler ve der ki: 'Bütün o ilimler bir kasırganın önündeki toz gibi uçup gittiler. Bize sadece gecenin geç saatlerinde ihlâs ile kıldığımız iki rek'ât namaz fayda verdi...'

Bir hadîste şöyle buyurulmuştur:
Bir kavmin hidayetten dalâlete sapması, cedel yapmasından ileri gelmiştir.157

Bu hadîsi söyledikten sonra Hz. Peygamber şu ayeti okudu: '(Ey Rasûlüm! Hakikati anlamak için değil) bunu sana sırf bir müca dele olsun diye (ve seni cevap vermekten âciz bırakmak için) misal veriyorlar. Doğrusu onlar çok tartışmacı kimselerdir'. (Zuhruf/58)

İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'vile gitmek için Kur'an'ın müteşabih ayetlerine uyarlar' (Âlû İmrân/7) ayetini yorumlayan Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

'Onlar cedel ehlidirler, onlardan sakınınız' demekle Allah Teâlâ bizi onlardan sakındırıyor.158

Selef'ten bir âlim şöyle demiştir: 'Âhir zamanda bir kavim ge lecek ve o kavme amel etmek için bütün kapılar kapanacak, yalnız cedel kapıları açık kalacaktır.

Bir kısım haberlerde şöyle vârid olmuştur:
Öyle bir zamandasınız ki, size amel etmek ilham olunuyor. Sizden sonra öyle bir kavim gelecektir ki onlara sadece cedel yapmak ilham olunacaktır.159

Allah'ın en çok buğzettiği kul, cedelde en sedid olan kül dur.160

Hangi kavme cedel verilmişse, mutlaka o kavim amel et mekten menedilmiştir.161

Allah Teâlâ herşeyi bütün insanlardan daha iyi bilir!

Hoca ve Talebenin Riayet Edeceği Âdab

Talebenin hocaya karşı takınacağı tavırlar ve zahirî vazifeler çoktur. Fakat biz bunları on cümle ile ifade etmek isteriz.

1. Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın sırrı ve bâtını Allah'a yaklaştıran bir sıfattır. Nasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmamış mıdır?
(Bu) din, nezafet temeli üzerine kurulmuştur.172

Haddi zâtında ister zâhirî olsun, isterse bâtınî, nezâfet dinin temelidir.
Allah Teâlâ Kur'an' da şöyle buyurmaktadır: Müşrikler pistir!
(Tevbe/28)

Bu hükmü, tahâret ve necâsetten temizlenmenin, sadece bilinen taharet ve necaset mânasında olmadığını anlatmak için buyurmuştur. Zira müşrik kimsenin bazan bedeni yıkanmış, elbisesi temiz olur. Fakat cevheri (bâtını) necistir. İşte Allah Teâlâ bunu kastediyor...

Necaset, sakınılması ve kendisinden uzak durulması gereken şeylerin tamamının adıdır. Bâtınî sıfatların necasetinden korunmak, zâhirî necasetten korunmaktan daha mühimdir; zira bâtınî pislikler dünyada pis oldukları gibi, büyük bir felâket kaynağı olurlar.

Hz. Peygamber (s.a) bu mânâyı şöyle ifade buyurmaktadır:
(Rahmet) melekleri, içinde köpek bulunan bir eve girmezler.173

Kalp bir evdir. Meleklerin girip eser bıraktıkları ve yerleşmek istedikleri bir mahâldir. Ucûb, kibir, hased, kin, şehvet, gazab ve benzeri rezil sıfatlar ise, uluyan köpeklerdir. Bu köpeklerle dolu olan bir yere melekler nasıl girer? Halbuki, Allah Teâlâ'nın nûru da insanların kalbine melekler vasıtasıyla ilka edilir.

Hiçbir insan yoktur ki, Allah'ın onunla (doğrudan doğruya) konuşması olsun. Ancak vahiy ile veya perde arkasından; yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi suretiyle olur. Çünkü o çok yücedir, hikmet sahibidir.(Şûra/51)

İşte böylece ilim rahmetini, kalplere doğrudan doğruya ilka etmez. O rahmeti, yani ilim rahmetini bu mevzuda vazifeli olan melekler vasıtasıyla gönderir. Melekler her türlü kötü ve çirkin sıfatlardan beridirler; pâk ve temizdirler. Onlar ancak güzeli seyrederler, yanlarındaki Allah'ın rahmetinin hazinelerinden ancak temiz yerleri tâmir ederler.
Sakın benim 'Beyt'ten gaye kalptir, Kelb'en (köpekten) de gaye, gazab ile çirkin sıfatlarıdır' dediğim zannedilmesin.

Ben sadece hadîsteki Bey t kelimesinden kalp, Kelb kelimesinden de kötü sıfatların kasdolunduğunu söylemeye
çalışıyorum. Sözünü ettiğim terimler, işte bu mânalara işaret ediyor. Zâhirî tâbirleri bâtına mâletmekle, 'Bâtına işaret ediyor' demek arasında büyük bir fark vardır. Zira ikincisinde, zâhirî zâhir olarak kabul ediyor, 'Bunda bâtına işaret vardır' diyorsun. İşte bu incelikten dolayı bâtınîlerden ayrılmış olursun. Çünkü bizim yaptığımız iş, ibret almaktır. Bu ise kâmil âlimlerin mesleğidir.

İbret almanın mânası, zikredilenin öz mânâsında durdu rulması demektir. Nitekim akıllı bir kimse başkasının başına gelen musibeti gördüğü zaman, o musibetten kendisi bir ibret dersi alır. Yani o musibet, kendisinin uyanmasına vesile olur. Çünkü kendisi de bir insandır ve başka insanların başlarına gelen musibetler kendi başına da gelebilir.

Bu dünya inkılâbların arefesindedir. Bu musibetin başkasından sana gelmesi, senden de başkalarına gitmesi daima mümkündür; hatta mukadderdir. Onun için de ibret dersi almak, çok akıllıca ve güzel bir hareket olur. O halde sen de insanın evi olan, Beyt'le tâbir edilen zâhirden, Allah'ın manevî evi olan kalbe geç! Kendisinde bulunan yırtıcılık ve necis sıfatından (suretinden değil) ötürü zemmedilen Kelb tâbirinden kö-pekleşmiş ruhlara geç!

Gazab, oburluk, dünyaya yapışmak ve insanların hayâlarını yırtmaya çalışmak gibi çirkin sıfatlarla dolu olan bir kalp mânen köpektir. O halde basiret nûru, suretleri değil, mânâları arıyor. Bu âlemde suretler, mânâlara galip gelmiş ve mânâlar suretlerin içinde kaybolup gitmiştir.
Ahirette ise tam tersi olacak, suretler, mânâların içinde kaybolarak mağlup olacaklardır. O âlemde mânâ tam kemâliyle galip gelecektir. İşte bu sır ve hikmete bİnaendir ki, her şahıs manevî sureti esas alınarak haşrolunur.

İnsanların namus perdesini yırtanlar, saldırıcı bir köpek, insanların mallarına ve mülklerine göz diken oburlar ise, saldırgan kurtların suretine bürün dürülerek haşrolunacaklardır. Dünyada, diğer insanlara karşı gurur ve kibir taslayanlar, ahirette kaplan suretine sokularak haşrolunacaklardır. Riyaset peşinde koşanlar ise, aynı muameleye arslan şeklinde tâbi tutulacaklardır.174

İşte böylece, bu mânâları ifade eden birçok hâdisler vârid olmuştur. Basiret sahibi insanların gözleri de bunları müşahede etmiştir.

Eğer 'Nice bozuk ahlâklı talebeler vardır, bunların hepsi de ilim tahsili yapmıştır?' dersen şöyle cevap veririz: Böyle bir kimse, ahirette kendisine yardım ve saadetini temin edecek hakikî ilimden mahrum kişidir. Bu kişi nerede, hakikî ilim tahsili nerede? Zira hakikî ilim, insana daha başlangıçta günahları öldürücü birer afet olarak gösterir. Acaba bir şeyin, öldürücü zehir olduğunu bile bile o zehiri yutanları hiç gördün mü?

Zâhirî ilimlerin şekilciliğine dalanlardan dinlediğin ilim ise, dilleriyle söyleyip, kalpleriyle reddettikleri bir ilimdir. Bunun, uzaktan ve yakından, ilimle hiçbir ilgisi yoktur.

İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'İlim çok rivayetten ibaret değildir. İlim ancak bir nûrdur ve kalbe atılır
Bir âlim 'İlim Allah'tan korkmaktan ibarettir' demiştir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah'tan kulları içinde, ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar.(Fâtır/28)

Sanki Allah Teâlâ bu ayet-i celîlesiyle, ilim meyvelerinin en âlâsına işaret buyurmaktadır.
Bu sır ve hikmet, tahkik ehlini şöyle konuşturmuştur: Alimlerin 'Biz ilmi Allah'tan başkası için öğrenmek istedik, fâkat ilim Allah'tan başkası için kimsenin malı olmadı;
ancak Allah için olduğu takdirde insana râm oldu' sözünün mânâsı; 'Allah'tan başka bir maksat için öğrenmek istediğimiz ilim bizden uzaklaştı, hakikatini bize göstermedi. Biz onun ancak kabuğunu ve lâfızlarını elde ettik' demektir.

Eğer 'Ben muhakkik ve fakih âlimlerden bir cemaat gördüm, fürû ve usûl ilimlerinde çok derinleşmiş ve hattâ en gözde âlimlerden sayılmışlardı. Fakat onlar çirkin ve kötü ahlâkların hepsinden arınmış değillerdi' dersen şöyle cevap veririz: İlimlerin mertebelerini ve ahiret ilmini bildiğin zaman malûmun olur ki, böyle âlimlerin uğraştığı ilimler, ilim olarak faydasızdır. İlmin zenginliği, bilinenin Allah için tatbik edilmesindendir. İlimle, Allah'a yaklaşmak kastolunduğu takdirde; onda büyük faydalar vardır. Bu meseleye daha önce temas edilmişti. Daha geniş izahât, Allah'ın izniyle, ilerideki sayfalarda verilecektir.

2. İkinci vazife ise, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmak, ehlinden ve vatanından uzaklaşmaktır. Çünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı başka şeyleri yapmaktan alıkoyar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır.175 (Ahzab/4)
Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakîkatların anlaşılması da o nisbette zorlaşır. Bu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdir. İlim, senin tamamını almadıkça birazını bile sana vermez. Ona tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine şüphelidir'.

Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış sulara benzer. Çeşitli arklara dağılmış suları arklar emer, emilmeyen sular da buhar olup uçar. Ekinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir damla bile kalmaz.

3. İlim talep eden, ilme karşı kibirlenmemeli ve hocasına karşı her zaman emre âmâde bir tavır içinde bulunmalıdır. Kendisini hocasına teslim etmeli, hocasının söylediklerini can kulağı ile dinlemelidir. Nasıl ki bir hasta, doktorunun söylediklerini can kulağı ile dinleyip, dediklerini harfiyyen yerine getiriyorsa, ilim öğrenen talebenin durumu da aynen bilgisiz bir hastanın bilgin ve şefkatli doktorun önündeki durumuna benzemelidir. Talebe, hocasının önünde birşey bilme ukalâlığına düşmemelidir; yalnız dinleyip öğrenmeye bakmalıdır. Hocasına daima mütevazi davranmalı, hocasına hizmet etmeyi kendisi için en büyük bir şeref bilmelidir.
Şa'bî176 şöyle anlatır: Zeyd b. Sâbit bir cenaze namazını kıldırdıktan sonra kendisini bir katıra bindirmek istediler. Orada bulunan İbn Abbas, âlim olan Zeyd'in üzengisini tuttu: Zeyd 'Ey Allah Rasûlü'nün amcasının oğlu! Üzengimi bırak; senin gibi şerefli bir insanın üzengimi tutması bana çok ağır geliyor' dedi. İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamber bize, âlimlere hürmet etmemizi emretti' diye cevap verdi. Bunu duyan Zeyd, eğilip İbn Abbas'ın elini öptü ve 'Kendi ehl-i beytinin elini öpmemizi de bize emir buyurmuştur' diye karşılık verdi.177

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Temellik (dalkavukluk) mü'minin ahlâkından değildir. Fakat ilim tahsil eden talebe, hocasına temellük edebilir.178

Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, talebe hocasına karşı asla başı dik olmamalıdır, saygıda bir an bile kusur etmemelidir.

Hocasından değil de, şöhretli kişilerden istifadeye kalkışmak, talebenin hocaya karşı böbürlenmesidir. Böyle bir hareket, talebenin aynı zamanda bir ahmak olduğunu da gösterir. Zira ilim, kurtuluş ve saadete ulaşma vesilesidir. Bir canavardan kurtulmanın yolunu, ister meşhur bir kişi göstermiş olsun, isterse nâmı şânı duyulmayan bir insan, ikisinin arasında hiç bir fark yoktur.

Ateşin, Allah'ı bilmeyenlere saldırması; canavarın insanlara saldırmasından daha şiddetli olduğuna göre, onu bu ateşten kim kurtarırsa onun en büyük hocası odur. Hikmet (ilim) mü'minin kaybetmiş olduğu malıdır; onu nerede görürse hemen malına sahip çıkar. Onun için o malı ona kim verirse versin, veren teşekküre hak kazanmış kişidir. İşte bu sırrı anlatabilmek için şöyle denildi: 'Kibir sahibi bir gence, ilim savaş açar; aynen suyun kendisini tutmaya çalışan tümseklere savaş açması gibi..

İlme sahip olmak için, hocayı can kulağı ile dinlemek ve mütevazi olmak lâzımdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak ki bunda kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.(Kâf/37)

Ayette geçen 'Kalbi olan' tâbiri ile; ilimde anlayışlı ve kabiliyetli olmak kastolunmaktadır. Fakat sadece anlayış ve kabiliyet kifayet etmez; huzur-u kalp ile hocayı dinlemek gerekir. Hocanın sözlerindeki ilmin inceliklerine iyice vâkıf olmaya gayret etmelidir. Hocayı iyi dinler, tevazu gösterir, istifade ettiğinden dolayı teşekkürlerini izhar ederse ve böyle bir hocanın talebesi olmaktan duyduğu şerefi ve hocasına minnettarlığını bildirirse ancak, işte o zaman tam mânâsıyla ilimden istifade edebilir.

Talebe hocaya karşı tıpkı yağmura susamış bir çorak arazi gibi olmalıdır. Çorak bir arazi, nasıl ki üzerine düşen yağmuru hemen emerse, talebe de hocasının ilmini öylece yutmalıdır. Hocası kendisine öğretmek kasdıyla birşey söylerse hocasının sözünü tutmalı, şahsî fikirlerini bırakarak hocasının fikrine sarılmalıdır. Zira hocasının yanlış sözü kendi doğru bilgisinden daha hayırlıdır. Çünkü deneme, insanı garip ve menfaati büyük olan inceliklere vâkıf edebilir. Ateşi çok yükselmiş nice hastalar vardır ki, doktor onun ateşini başka bir ateşle yükseltmeye kalktığı zaman bunu anlamayanlar taaccüb eder ve itiraz etmeye kalkarlar. Halbuki doktorun verdiği hararet vücuttaki hararetle birleşir ve hastanın bünyesi doktorun sonradan vereceği ilâçlara mukavemet edecek kuvveti kazanır. Doktorun böyle bir muameleye girişmesi, tebabet ilminden haberi bulunmayan birine çok tuhaf görünebilir.

Allah Teâlâ, Hz. Musa ile Hızır arasında geçen kıssada şöyle demektedir:
Hızır şöyle dedi: 'Doğrusu sen benimle olmaya asla sabredemezsin. İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredebilirsin?'
(Kehf/67-68)

Daha sonra Hz. Hızır, Hz. Musa'nın kendisiyle arkadaşlık yapabilmesi için şu şartı ileri sürdü:
Hızır dedi ki: O halde bana tâbi olacaksan; ben sana birşey söylemedikçe, sen bana hiçbir şey sormayacaksın'
(Kehf/ 70)

Fakat Hz. Musa sabredemeyerek yol boyunca Hızır'ı suale tâbi tuttu ve sonunda bu sabırsızlığı ikisinin arkadaşlığına son verdi. Sonuç olarak; hocasının görüş ve iradesinden başka görüş ve iradeye sahip olan talebenin feyizden mahrum olduğunu ve zarara düştüğünü bil!
"Allah Teâlâ 'Eğer bilmiyorsanız ehlı-i zikirden sorun' (Nahl/43) buyurarak bizi öğrenmeye teşvik ediyor" dersen doğru bir söz söylemiş olursun. Çünkü bu böyledir, hepimiz öğrenmekle mükellefiz. Fakat bir talebe hocanın izin vermesi hâlinde sorabilir. Zira talebe kendi kendine istediği gibi sual sorma hakkına sahip olursa, henüz kavrama imkânından yoksun olduğu meseleleri sorar, bu ise zararlıdır. Hz. Hızır'ın Hz. Musa'yı, kendisi konuşmadan sual sormaktan men edişi bu hikmeti göstermektedir. Demek ki hoca, hangi ilmi daha iyi kavrayacağını talebeden iyi bilir; talebenin hangi bilgiyi, ne zaman öğreneceğini daha iyi anlar. Eğer hocası daha aşağı bir seviyeden başlatmışsa, daha yukarı bir seviyedeki bilgiyi alma zamanı gelmemiş demektir.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Fazla sual sormamak, sorulan suale râzı olmak, hoca yorulduğu zaman onu cevap vermeye zorlamamak, kalkıp gitmeye çalıştığı zaman eteğine sarılıp onu durdurmaya çalışmamak, gizli yanlarını halka ifşa etmemek, yanında kimseyi çekiştirmemek, yanılmayı kabul ederek, yanıldığı zaman mâzeretini kabul etmek; evet bütün bunlar bir âlim kişiye gösterilmesi lâzım gelen hürmet ifadeleridir. Âlime hürmet etmek, herkesin vazifesidir. Âlim Allah'ın emrini muhafaza ettiği müddetçe senin de ona Allah için hürmet göstermen, önünde diz çöküp oturman, şayet ihtiyacı varsa ona herkesten önce hizmet etmeye koşman senin üzerine vazifedir'.

4. İlim isteyen bir kimse, ilk zamanlarda, ihtilâflı konulara kulak vermekten çekinmelidir. Üzerinde ihtilâf olan şey ister dünya ilmi olsun, isterse ahiret ilmi... Çünkü ihtilâflı konular, ilme yeni muhatab olan talebenin aklını karıştırır, zihnini bulandırır, görüş hususundaki iradesini zayıflatır. İdrâk ve itidal yönünden ümitsizliğe düşer.

İlim denizinin başlangıcında olan kimseye uygun düşecek hareket, hocası yanında makbul bir mertebeye çıkmaktır. Doğru, güzel ve bir tek yolu adamakıllı öğrenmektir. Bunu öğrendikten sonra, mezhepler arasındaki fikir ayrılığına kulak verip, bu ihtilâfların inceliklerini keşfetmeye bakmalıdır. Şayet hocası bir görüşün tek başına savunucusu değilse ve hocasının âdeti, mezheplerin görüşünü olduğu gibi nakletmek, bunların görüşleri hakkında leh ve aleyhdeki delilleri serdetmek ise, böyle bir hocanın sohbetinden sakınmalı ve yanından uzaklaşmalıdır. Zira böyle bir hoca, insanı irşad etmekten ziyade dalâlete sürükler. İki gözü kör olan bir adamın körlere yol göstermesi mümkün müdür? Müstakil görüş sahibi olmayan bir kimse cahildir, cahil bir insanın ilim verebilmesi ise mümkün değildir.

Tahsile yeni başlayan bir talebeyi, ihtilâflı ve şüpheli konu lardan uzak tutmalıdır. Onu böyle konulardan menetmek, tıpkı yeni müslüman olan bir insanı, eski arkadaşları, milleti
ve kâfirlerden uzak tutmaya benzer. Aklı ve idrâki sağlam bir talebenin ihtilâflara dalmasını ve şüpheli konulara girmesini teşvik etmek ise, âdeta imanı kuvvetli bir insanın kâfirlerle haşır-neşir olmasını temin etmeye çalışmak gibidir. Bu sır ve hikmete binaendir ki, korkak bir kimsenin kâfir saflarına hücum etmesi yasaklanmış; fakat bahâdır bir kişinin ise, aksine, taarruz etmesi teşvik edilmiştir. Bu incelikten haberdar olmayan zayıf kimseler, imanı sağlam insanlar için yapılması câiz olan ve teşvik edilen kolaylığın kendileri için de caiz olduklarını zannederler. Bunlar bilmezler ki, kuvvetli insanlarla zayıf insanların yapacakları şeyler başkadır. Çünkü kuvvetli ile zayıf arasında büyük fark vardır.

Bir âlim şöyle buyurmuştur: 'Beni ilk gören dost, sonradan gören zındık oldu zanneder'. Çünkü neticede ameller insanı içe yöneltir; farzlar hariç, bedeni ameller tamamen durur. Bu durumu görenler atalet, tembellik ve ihmalkârlık zannederler. Aslında durum onların gördüğü gibi değildir. Belki o, kalbî amellerin en faziletlisi olan zikirle ve müşahedeyle meşguldür.

Zayıf bir kimsenin, zâhirde düşüş gibi görünen büyük insanların hâline ve hareketine kendini uydurması, tıpkı bir miktar necasetin bir testi suya veya bir okyanusa karıştırılmasına benzer. Biraz necaset testideki suyu necis yapar, ama okyanusu asla! İşte zayıf bir kişinin hâli 'Madem ki o necis olmuyor, ben de necis olmam' diyen testinin hâline benzer... Halbuki bu insanda birazcık idrâk olsaydı, azıcık bir necasetin okyanusun istilâsıyla onun sıfatına dönmüş olacağını bilmesi lâzımdı. Kendi testisine düşen necaset ise, testiyi kendi sıfatına dönüştürür; bu çok açık görülen misallerden biridir.

Bu hikmeti ifade etmek için, Allah Teâlâ'nın, Rasûlü'ne vermiş olduğu bazı ruhsatları diğer kullara vermediğine işaret edebiliriz. Başkalarına dört kadından fazlasıyla evlenme mübah kılmmadığı halde Allah'ın Rasûlü'ne bu hususta ruhsat verilmiştir:Hatta dokuz kadınla evlenmesi kendisine mübah kılındı...179

Zira ondaki kuvvet, dokuz kadına âdil davranabilmesi için yeterliydi. Onda bulunan kuvvet kaç kadın olursa olsun, zulme uğratmayacak derecedeydi. Hz. Peygamberden başkaları ise bu kuvvetten yoksun oldukları için; Rasûl'ün tatbik ettiği adaletten birazını bile tatbik etmekten mahrumdular, onun için kadınlar arasındaki geçimsizlik, onları yiyip bitirir; hatta onları memnun edebilmek gayreti, maâzallah insanı Allah'a bile isyan ettirebilir.
Melekleri, demircilerle kıyas eden bir kişi hiç felâha kavuşabilir mi?

5. Talebe, faydalı ilimleri, hiç birinden fedakârlık yapmadan öğrenmeli ve her birinden kendi maksadına yardım edecek derecede istifade etmeye bakmalıdır. Şayet ecel kendisine mühlet verirse, o ilimlerde de derinleşmeye bakmalıdır. Şayet onların hepsiyle birden meşgul olmak imkânına sahip değil ise, kendisine daha uygun olan birisinin üzerinde çalışıp, onu elde etmeye bakmalıdır; diğerlerinin de güzel yanlarını almak şartıyla... Zira ilimler birbirine bağlıdır ve biri diğerine yardımcıdır. Tam mânâsıyla meşgul olmak imkânı bulamadığı ilimler hakkında birazcık olsun haberdar olması, en azından onların aleyhinde bu lunmasına mâni olur. Çünkü insanın en kötü tarafı, bilmediğine düşman kesilmesidir.
Allah Teâlâ, kişinin bilmediğine düşman kesildiğini şöyle ifade buyuruyor:
Bir de kâfirler iman edenler hakkında şöyle dediler: 'Eğer o (peygamberin dini) iyi olsaydı bizden evvel (fakirler ve biçâreler) ona koşmazlardı. Böyle demek suretiyle maksatlarına erişemeyince de (Kur'an'ı inkâr etmek için) şöyle diyecekler: 'Bu Kur'an eski bir yalandır'.(Ahkaf/11)

Şâir, bu hakikati ne güzel dile getirmiş: 'Hasta ve buruk ağızlı birine, en tatlı su bile acı gelir'.

İlimler derecelerine göre, ya insanoğlunu Allah'a götürür veya onun gidişatına bir bakıma yardım ederler ki, bunun da hedefe yaklaştırma ve uzaklaştırma açısından birçok mertebeleri vardır. Bu ilimleri bilenler âdeta hudutta nöbet bekleyen askerler gibidir. Her birinin ayrı mertebesi vardır. Eğer o mertebelerden Allah Teâlâ'yı razı etmek kastediliyorsa ona göre sevaba nail olunur.

6. Talebe birdenbire ilmin herhangi bir dalma dalmaya bakmamalıdır. Derinliklere inebilmek için gerekli tertibe riayet etmeli ve ilk önce en önemli noktadan işe başlamalıdır.

Çünkü insanoğlu bütün ilimleri bir ömre sığdırmaya muktedir değildir; öyleyse akıllıca hareket etmeli ve herşeyin en güzelinden işe başlamalıdır. Başladığı işin azıyla iktifa edip, bütün gücünü kendisine kolay gelen herhangi bir ilme sarfetmelidir.

İlimlerin en şereflisi de ahiret ilmi olduğundan böyle bir kişi, gücünü, bu ilmi öğrenmeye sarfeder. Pek tabii olarak ahiret ilmi ile kasdettiğimiz, muamele ve mükâşefe ilimleridir. Muamele ilminin hedefi mükâşefedir. Mükâşefenin hedefi ise Allah'ı bilmektir. Ben ahiret ilmi derken halkın anladığı itikad meselelerini kasdetmiyorum. Halk tabakasına, o meseleler ister ecdadından intikal etsin, isterse yeni çıkmış olsun netice birdir.

Ahiret ilminden gayem, kelâm ilminin yazışma yolu ile hasımların desiselerinden kelâmı korumak için va'z edilen mücadele yolu değildir. Bu sözdeki gayem, Allah tarafından mücahede vesilesiyle içi kötülüklerden temizlenmiş bir kimsenin kalbine atılan nûrun meyvesi ve semeresi olan yakîn ilmidir. Öyle ki, kişi bu yakîn sayesinde Ebubekir Sıddîk'în mertebesinden payesini alsın. Hz. Ebubekir ki (peygamberler hariç) bütün kâinatın imanı terazinin bir kefesine, onunki öbür kefesine konsa, onunki ağır basardı. Buna Allah'ın Rasûlü bizzat şehadet etmektedir. Benim telâkkime göre, halkın inancı ile kelâncının inancı arasında hiçbir fark yoktur. Fakat "kelâmcılarm tertib ve tahririne kelâm adı verilerek halkın inancından ayrı bir havaya bü ründürülmüştür o kadar...

Şayet kelâmcının gayreti yüksek derecelere çıkmaya vesile olsaydı, bunlardan mahrum olan Ömer, Osman, Ali ve diğer bütün sahabîlerin bu derecelerden mahrum kalmaları gerekirdi. Hz. Ebubekir'i (r.a) diğer sahabîlerden üstün yapan kelâm değil, kalbinde bulunan ve katiyyen sarsılmayan imam elde etmesidir. Bu gerçekleri Hz. Peygamberden (s.a) dinleyip ehemmiyet vermeyenler ve bildiklerini okuyanlar, ne garip in sanlardır!..

Bu garipler 'Bütün bu sözleri sûfîler uydurmuştur, bunların hiçbiri akla uygun düşmüyor, onun için böyle sözler hakkında teenniyle hareket etmeli veya bunlara hiç itibar etmemelisin' diyerek sermayeni zâyi ederler ve böylece işin içinden çıkmış oldukları vehmine kapılırlar.
O halde ey hakkı aramaya tâlib olan kişi! Kurtuluşu, fakih ve kelâmcılarm vâkıf olamadıkları sırları aramaya koyulmakla elde edebilirsin. Bilmiş ol ki, bunu bulabilmen için çok gayret sarfetmen gereklidir.

Kısaca, ilimlerin en şereflisi ve bütün ilimlerin hedefi mârifet ilmine sahip olmaktır. Bu mârifet ilmi öyle bir deryadır ki, onun derinliğine hiçbir zaman vâkıf olunamadığı gibi, idrâk ile de ölçülemez... Bu derinliklere ancak en yüce peygamberler varabilir. Sonra veliler, onları tâkiben de bu yüce kişilerin ardından giden âlimler bu derecelere varırlar.
Rivayet edilir ki, bir mâbedde iki hâkimin heykeli bulunmuş. Birinin elindeki levhada şunlar yazılıymış: 'Sen her şeyi iyi bildiğini zannediyorsun. Unutma ki, Allah'ı ve herşeyin yaratıcısı ve bütün eşyanın yaratıcısı olan kudreti idrâk etmeden herşeyi tam mânâsıyla bilemezsin!'
Diğerinin elindeki levhada da şunlar yazılıymış: 'Allah'ı bilmeden evvel, susaymca herşeyi içerdim; fakat Allah'ı bildikten sonra susuzluğum bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gitti'.

7. İlk önce öğrenilmesi gerekeni öğrenmeden bir diğer ilme atlamalıdır Zira ilimlerde tâkip edilmesi zarurî olan
tertibler, sıralar vardır. Bir kısmı diğer kısmına yol açıcı mahiyettedir. Tertib ve sıraya riayet eden talebe muvaffak olma yolunda demektir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, o kitabı gereği gibi okurlar. İşte onlar tahrif etmeksizin kitaplarına iman edenlerdir. Her kim de kitabı inkâr eder veya değiştirirse, işte onlar dinlerinde ziyan edenlerdendir.(Bakara/121)

Yani bir ilmi veya fenni gereğince öğrenmedikçe başka ilim veya fenne geçmezler. O halde talebenin, okuduğu ilmi güzelce kavrayıp, ondan sonra bir üst derecede bulunan ilme varmaya çalışması gerekir.

Bir talebenin, herhangi bir konuda ihtilâf eden âlimlerin bu ihtilâflarına bakıp böyle bir ilmin fâsid olduğuna hükmetmemesi lazımdır. Çünkü ihtilâf, ilmin kendisinde değildir. Belki o ilim üzerinde âlimlerin yanılmış olduğunu kabul etmek, daha doğru bir harekettir. Fakat âlimlerin, ilmin icablarına uygun hareket etmediklerine karar vermek de doğru değildir. Zira birçok cemiyetleri görürsün ki, aklî ve naklî ilimlerde düşünmeyi bile terketmişlerdir. Kendilerini mâzur gösterecek şöyle bir gerekçe ileri sürmüşlerdi: 'Şayet bu ilimlerin aslı esası olsaydı erbabları ihtilâfa düşmezlerdi...'

Bu şüpheler Mi'yar'ul-ulûm adlı eserimizle izale edilmiştir. İsteyenler oraya bakıp şüphelerden kurtulmaya çalışabilirler.
Başka bir grup daha vardır ki, doktorların yanıldığına şahid oldukları zaman tıp ilminden şüphe etmeye başlarlar. Bazı gruplar da, bir müneccimin sözü tesadüfen doğru çıktığı zaman astroloji ilmini en üstün ilim saymıştır. Başka bir grup ise müneccimin yanıldığını görür, topyekûn astrolojiyi inkâra sapar. İşte bütün bu gruplar yanlış görüşlere saplanmışlardır.

En lâyık ve uygun olanı şudur: Bir şeyin her şeyden evvel özü bilinmelidir. Böyle bir bilgi sahibi olunduğu zaman anlaşılır ki, bir kişinin, bütün ilimleri, tek başına ihâta etmesine imkân yoktur. Ancak bu mütearife çapındaki ölçüye sahip olunduktan sonra doğru hükme varılabilir.

Hz. Ali (r.a) ne güzel söylemiştir: 'Hakkı kişilerin şahsıyla değil, hak olduğu için kabûl et. Eğer hakka hak olduğu için değer verirsen, o hakkı kimlerin bildiğini de müşahede edebilirsin'.

8. En faydalı ve şerefli ilimlerin bilinmesine vesile olan
unsurları öğrenmelidir. Öğrenilmesi gereken ilimler derken
iki unsuru kastediyoruz:
a) Tıp ve din ilmi gibi semeresinin şerefi
b) Delilin kuvvetli olması
Bu ilimlerden birinin gayesi ebedî; öbürünün ise fânî ha yattır. Böyle olunca din ilmi daha şereflidir. Bir de matematik ve astronomi gibi ilimler vardır. Matematik ilmi, delilleri daha kuvvetli olduğu için, astronomi'den daha şereflidir. Fakat tebabeti matematikle kıyaslarsak neticesi bakımından tıp ilminin daha şerefli olduğunu söyleriz. Fakat delil bakımından matematik daha şerefli bir yer işgal eder. Ancak semerenin, delilden daha kıymetli oluşu, şeref bakımından da yüksekliğine delâlet eder. Onun için neticeyi, daha itibarlı kabul etmek., mantıkî ve evlâdır. Bu sebeple daha ziyade nazariye üzerine bina edilmiş olduğu halde tıp ilmi, matematik ilminden daha şerefli sayılmıştır.
Bu izahatımızdan sonra iyice anlaşılıyor ki, ilimlerin en şereflisi Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini bildiren ve bu gayeye götürücü yolları gösteren ilimdir. Öyleyse ey ilim talibi! Bu ilimden başka ilimlere, şiddetli bir şekilde talip olma; bütün gayen, bu en şerefli ilmi elde etmek olsun!

9. Talebenin, talebeliğinin başlangıcında, gayesi iç âlemini faziletlerle süslemek, ileride ise Allah'a mânen yaklaşmak ve mele-i âla diye ifadelendirilen melekler; ve dergâh-ı izzete yakın olan varlıkların komşuluğuna yükselmek olmalıdır.

Öğrenci hiçbir şekilde ve hiçbir zaman öğrendiği ilimle, rütbe, servet ve riyaset peşinde koşmamalıdır. Akranlarına karşı böbürlenerek sefihler derekesine düşmemelidir.

Öğrenci, evvelce de belirttiğimiz gibi, hiç şüpheye düşmeden kendisi için makbul olanı talep etmelidir ki, bu talep edeceği de ahiret ilminden başkası değildir. Bu ilmi talep eder, fakat diğer ilimleri de hakir görmez. Yani ahiret ilmini talep ettikten sonra, 'Bundan ötesi fetva, nahiv ve lûgat ilmi imiş, bunların hiçbir kıymeti yoktur' diyerek onlara hakaretle bakmamalıdır.

Talebenin, Kur'an ve hadisle münasebeti bulunan nahiv ve lugat ilmini hakir görmemesi gerektiği gibi, diğer ilimleri de hakir görmemelidir. Biz bu ilimlerin neler olduğunu farz-ı kifaye bölümündeki ilimlerin çeşitlerini bildirirken, ibarelerin başlangıcında ve sonunda zikretmiştik.

Ahiret ilmini fazla övdüğümüze bakıp, diğer bütün ilimleri hakir gördüğümüzü zannetme! Zira ilim taşıyanlar, aynen İslâm devletinin hudutlarını bekleyen askerlere benzerler. Tıpkı Allah yolunda savaşan ve nöbet tutan gaziler gibidirler. Bu gazilerin bir kısmı muharebe meydanlarında harbeder, bir kısmı ise harbedenlere yardımcı olur. Bir kısmı muhariblere su taşır, bir diğer kısmı ordunun ağırlığını; yani hayvanlarını ve yiyeceklerini bekler. Bunların hiçbiri i'lâ-yı kelimetullah'tan ayrılmadıkça, cihad sevabından mahrum kalmaz. Yeter ki, gaye sadece ganimeti elde etmek olmasın! İşte ilimler de böyledir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah, iman edenlerinizi yükseltir. Kendilerine ilim verilenler için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.(Mücâdele/11)
O emin kimseler, Allah katında derece derecedirler. Allah emin ve hâin kimselerin yaptıklarını hakkıyla görür.(âlu İmran/163)

Demek ki fazilet nisbîdir. Padişahlarla kıyasladığımız zaman hakir gördüğümüz sarraflar, çöpçülerle mukayese edildikleri zaman ne kadar üstün olurlar. Öyleyse en üstün dereceye yükselmeyen birinin kıymetsiz bir kişi olduğunu zannetme! Zira en yüce mertebe peygamberlerin, sonra evliyaların, sonra ilimde rüsuh kesbeden âlimlerin, sonra derece derece sâlihlerindir.

Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. (Zilzal 7-8)

İlmiyle Allah Teâlâ'nın rızasını kastedenin (hangi ilim olursa olsun) ilmi, kendisine menfaat verir ve onu hiç şüphesiz üstün makamlara yüceltip sayısız ecirler kazandırır.

10. Talebe ilimlerin maksada ulaştırıcı olan nisbetlerini bilmelidir ki, yüce ve yakın olanı değersiz ve uzak olana; önemli olanı da önemli olmayana tercih edebilsin. Önemli olan ile kasdettiğimiz mânâ, seni en fazla alâkadar eden, sana en yakın olan şeyler demektir. Seni en yakından ilgilendirmesi gereken şey ise dünya ve ahiretteki durumundur.

Kur'an'ın buyurduğu ve ayn'el-yakîn'e varmış olanların keşiflerinde müşahade ettiği gibi; dünya ile ahireti imtizaç ettirebilmek ve bir araya getirebilmek mümkün olmadığı takdirde, unutma ki bu ikisinden, senin için bir misafirhane olur. Beden bir merkeb, ameller ise maksada doğru atılan adımlardır. Maksat ise, Allah'a mülâki olmaktan başka birşey değildir. Öyleyse bu konuşmamızda zikrettiğimiz şeyler bütün nimetleri içine alır; fakat bu ilmin kıymetini çok az kimse bilmeye muktedir olmuştur.

Allah Teâlâ'nın huzurunu görme saadetine ve cemalini seyretme şerefine göre ilimler üç mertebeye ayrılır. Cemâl-i ilâhînin seyrinden gaye, peygamberlerin istediği ve anladığı seyirdir. Halk tabakasının ve kelâmcılarm anladığı seyir ise bâtıldır. Bu mertebeleri aşağıda vereceğimiz misalle anlatabiliriz: Azâd edilmesi ve mülk sahibi olması için hacca gitmesi istenen bir köleye şöyle denilir: 'Eğer bütün rükünlerini edâ etmek suretiyle hac farizasını yerine getirirsen, hem âzâd edileceksin, hem de mülk sahibiolacaksın. Fakat hac etmek üzere hazırlıklarını tamamlayıp yola koyulduğun zaman, yolda önüne birtakım mânialar çıkarsa sadece âzâd olur ve kölelik felâketinden kurtulursun; fakat mülk sahibi olmak saadetine ulaşamazsın'.

Böyle bir insan üç şekilde çalışmak mecburiyetindedir:
A. Bir binek almak; azığını ve su kabını hazırlamak
B. Vatanından ayrılarak Kâbe cihetine doğru hareket
etmek
C. Hacda, haccm rükünlerini arka arkaya yerine
getirmek ve bu işleri bitirdikten sonra ihramı çıkarıp geri
dönme hazırlıklarını yapmak

İşte bu şartların tahakkuk etmesi için, mülk ve hürriyete götüren sebeplerin hazırlanmasından başlar, tâ sonuna kadar devam eder. Çöllerdeki yolculukla başlar, tâ sonuna kadar...

Hac rükünlerinin evvelinden başlar, tâ sonuna kadar sırayla yapar.
Haccın rükünlerine başlayan bir kimsenin kendisini bekleyen saadete yakınlığı, elbette ki helâl azık, binek ve yolculuk tedbirine yeni başlamış bir kimsenin yakınlığından daha çoktur. Elbette ki, yolculuğa yeni başlamış birinin yakınlığından, hacca başlayanın yakınlığı daha fazladır. Bilfiil hac rükünlerini yerine getirmeye başlayan bir kişinin ise, gelecek saadete en yakın olması da bir gerçektir.

İlimler de üç bölüme ayrılır:
I. Azık ve binek hazırlığının yerine geçen kısımdır. Bu
kısım tıp, fıkıh ve dünyada bedenin rahatlığını temin eden
ilimlerdir.
II. Çölleri ve uzun yolları aşmaya hazırlık yapma devresi
yerine geçen ilimdir. Bu da, bâtınını kötü sıfatların bu
lanıklığından kurtarmış kimseler hariç; insanı acz içerisinde
bırakan o muazzam manevî geçitleri aşmak suretiyle temizle
mektir. İşte bu hal, yolun sülûk hâlidir. Bu yolun ilmini tahsil etmek ise, aynen maddî yolun istikametim bilmek ve konak
larını tanımak gibidir. Nasıl ki konakları bilmek ve yollara âşina olmak, yola çıkmadan bir fayda temin etmezse, tıpkı bunun gibi temiz ahlâk sahibi olmadan da bahsettiğimiz manevî geçitleri aşmak mümkün değildir.
III. Haccm ve hac erkânının yerine geçen bölümdür.
Bu kısım, Allah'ı, O'nun sıfatlarını, meleklerini, fiillerini ve keşif ilmi bölümünde zikrettiğimiz hususların bütününü bildiren ilimdir. İşte bunları öğrenmek ve yapmakta şayet Allah Teâlâ'nın rızası içinse kurtuluş ve saadet vardır. Saadeti elde etmek, ancak Allah'ı bilene, Allah'ın manevî komşuluğuna erene, ebedî rızık ve nimetlere nail olana müyesser olur... Kemâl derecelerinin zirvesine ulaşmaktan menedilenler ise, onlar için ancak mücerred kurtuluş ve selâmet vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ölen o kişi, hayırda ileri geçenlerden ise artık onun için bir rahatlık, hoş bir rızık ve nâim cenneti vardır. Fakat amel defterleri sağdan verilenlerden ise, 'Sana selâm olsun' denir.
(Vakıa/88-91)

Maksada yönelip, hedefe gitmek azminde olmayan veya hedefe doğru gidip bu gidişte gayesi Allah'ın emrini tatbik edip kulluk vazifesini ifa etmek olmayan, aksine, geçici birtakım çıkarların arkasında koşan bir kimse ise, Ashab-ı Şimâl'den olup, dalâlete düşenler zümresinden sayılır. Bu gibiler için kaynar sudan bir ziyafet ve cehennem vardır.

İlimde rüsûh kesbeden âlimler indinde makbûl olan hakk'el-yakîn budur. Yani bu âlimler, Allah Teâlâ'yı maddî gözle değil, maddî gözlerden daha kuvvetli olan manevî gözlerle müşahede ve idrâk edip taklitten kurtulmuşlar, herhangi bir ilmi, sadece dinlemekle iktifa etmeyip, onların mânâlarına nüfuz etmeye çalışarak yüce derecelere ulaşmışlardır. Onların hâli, söylenenleri tasdik eden, aynı zamanda elzem görerek bilen insanların hâli gibidir...

Böyle olmayanların hâli ise, güzellik ve doğruluk sayesinde kabul eden kimsenin hâlidir. Böyle kimseler hakikati müşahede edememişler ve yakîn mertebesine ulaşamamışlardır. O halde saadet, mükâşefe ilminin ötesinde; mükâşefe ise ahiret ilmine talip olduktan sonra elde edilen muamele ilminin ötesindeki geçitleri geçtikten sonra kavuşulan bir nimettir.

Ayrıca çirkin sıfatların silinmesi için gidilmesi gereken yol, sıfat ilminin ötesindedir. Tedavi yolu ve bu yolda nasıl hareket edileceğini bildiren ilim ise, beden selâmeti ilminin ve yardımcısı olan sıhhat sebeplerinin ötesindedir.

Mesken, yiyecek ve giyeceğe götüren yaklaşma ve yardımlaşma ile sadece bedenin sağlığı korunabilir. Bu ise, devletle, insanları siyaset ve adalet yolu üzerinde fıkıh kaideleriyle zapteden devlet kanunlarıyla alâkalıdır. Sıhhat sebepleri tıp ilminin çerçevesi içindedir. O halde ilim ikiye ayrılır:
1. Beden ilmi
2. Din ilimleri
Bu sözle, din ilminden fıkıh ilmini kasteden bir kimsenin fıkıhtan gayesi; halk arasında şâyi olmuş zâhirî ilimlerdir. Bâtın ve elde edilmesi çok güç olan ahlâkî ilimler değildir. Eğer 'Neden tıp ve fıkıh ilmini bir yolcunun azık ve ekmeğine benzettin?' diye soracak olursan şöyle cevap veririm: Bil ki, Allah'a yaklaşmak için O'nun yolunda adım atan kalptir, be den değildir. Kalp ile gayem elle tutulan, gözle görülen et parçası değildir. Bahsettiğim kalp, esrâr-ı ilâhiyyeden bir sırdır ve o, hislerle idrâk edilemez. Allah'ın lâtifelerinden bir lâtifedir. Bu lâtife bazan ruh ile ifade edilir, bazan da nefs-i mutmainne (itminan ve sükûna kavuşan nefis) diye belirtilir.

Şeriat buna kalp diyor. Çünkü bu sırrın ilk basamağı kalp diye isimlendirilen bir et parçasıdır. Onun aracılığı ile bütün beden o sırrı yüklenir. Bu sırrın perdesini kaldırmak ancak, mükâşefe ilmiyle mümkündür. Fakat bu ilmin yazılmasına ve söylenmesine izin verilmemiştir. Onun için bundan bahsetmek mecburiyetinde kalan kişi en fazla şöyle diyebilir: 'O çok kıymetli bir cevher ve kâinatta tertib ve tanzim edilen bütün varlıklardan çok daha şerefli ve aziz bir mücevherdir ve o, ancak Allah'ın bir emridir'.

Zaten Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'.(İsrâ/85)

Bütün yaratıklar Allah'a nisbet edilir. Fakat ruhun Allah'a nisbeti diğer varlıklardan daha uygun, daha münasib ve daha şereflidir. Hem yaratılması bakımından, hem de emri olması yönünden ruh, Allah'a aittir. Emir, yaratmaktan daha yücedir.

Allah'ın emanetini yüklenen nefis ve cevher işte bu ruhtur ve bu emaneti yüklendiği için göklerde ve yerde ne varsa hepsinden yüce ve şerefli olmuştur. Çünkü ondan gayrı bütün varlıklar bu emaneti yüklenmekten kaçınmışlardır. Zira emir âleminden korkmuşlardır. Fakat bu kadar övülüyor diye ruhun kadîm olduğu sanılmasın. Zira ruhların kadîm olduğunu iddia eden kimse, hem mağrur ve hem de ne dediğini bilmeyen cahilin birisidir.

Konumuzun dışında olan bu mesele üzerinde daha fazla durmayalım. Buradaki gayemiz şunu beyan etmektir. İlâhî bir lâtife olan kalp, Allah'a yaklaştırıcı yegâne hassadır. Çünkü Allah'ın emrindendir. Onun çıkışı emirden olduğu gibi, dönüşü de emirdir. Beden ise kalbin bineğidir. Kalp onun vasıtasıyla hareket eder. Şu halde hac yolundaki biri için deve ne demek ise, Allah yolundaki bir kalp için de beden o demektir.
Ruh bedenin muhtaç olduğu suyu taşıyan kaba benzer. Onun için bir ilim, bedenin ihtiyaçlarını gidermeye ve onu selâmette tutmaya çalışıyorsa, o ilim ruha yardım ediyor demektir. çünkü beden ruhun hamalıdır, Tıbbın böyle bir ilim olduğu apaçık bir gerçektir. Zira insan, bedenî sıhhatini
korumak maksadıyla bazen tıp ilmine müracaat etmek zorunda kalır. Yalnızken bile, insan bu ilme muhtaçtır.
Fıkıh ilmi ise, tıp ilminden şu noktada ayrılır: İnsan tek başına olduğu zaman ona muhtaç olmaz. Fakat insan öyle ya ratılmıştır ki, tek başına yaşamasına ihtimal yoktur. Zira tek başına çalışarak yaşaması için gerekli olan bütün vasıtaları elde etmeye gücü yetmez. Tek başına ziraat yapmasına, ekmek pişirmesine, pişirmek suretiyle elde edilen diğer yiyecekleri bulmasına imkân yoktur. Yine elbise, mesken ve bunları meydana getiren bütün âletleri de tek başına meydana getiremez. Öyleyse insanoğlu kendi cinsiyle karıştıkları zaman şehvetler ve arzular da çoğalır. Bu sebepten aralarında münazara ve çekişmeler başlar. Aralarındaki kavgadan zayıf düştükleri için dışarıdan gelen felâketlere karşı koyamazlar. Neticede helâk olur giderler. Nasıl ki içlerinde hayata zıt unsurlar karışan insanlar helâk olup gidiyor ise...

İşte tıp ilmiyle, barışık olmayan bu unsurların aralarındaki itidal muhafaza edilir. Hariçten gelen zıt cereyanların arasındaki itidal de siyaset ve adaletle muhafaza edilir. İç unsurların itidalinin yolunu bilmek tıp ilmidir. Muamele ve fiillerde insanlığın hallerini mutedil bir şekilde korumak yolu ise fıkıh ilmidir. Bütün bunlar kalbin bineği olan bedenin korunması içindir. Kişi, kalbini ıslâh etmek için nefsi ile mücadele etmezse, sadece fıkıh ve tıp ilmine kendini adarsa, böyle bir kimsenin durumu; bineğini satın alan, yediren, içiren, su kabını hazırlayan, fakat bütün hazırlıklardan sonra hacca gitmeyen kimsenin haline benzer.
Fıkıh mücadelelerinde, kullanılan kelimelerin incelik lerini bilmeye çalışmakla ömrünü geçiren bir kimse; aynen, hayatını hac yolunda su taşımaya yarayan kabı güzel bir şekilde yapmak için ömrünü geçiren, fakat buna mukabil bütün hayatı müflis bir kimseye benzer.

Bu gibilerin, mükâşefe yoluna götürücü âlet olan kalbin ıslâhına uğraşmaları ve buna nisbet edilmeleri, yukarıdaki
insan tipinin hac yolculuğunu ve haccın erkânını bilfiil yapanlara nisbet edilmesi gibidir.

Herşeyden evvel bunu güzelce anlamaya çalış! Sonra, bu zahmetlere katlanan, vakitlerinin yüzde altmışını bunları anlamaya haşreden, avamın ve havassın mücerret şehvetten doğan taklitçiliğinden kurtulan kimsenin nasihatini dinle! Öğrencinin vazifesini anlatmaya bu kadar malûmat yeterlidir.

Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri
Malı elde etmek için insan dört hâl üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi, ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lâzım geldiğini bil! Mal sahibinin hâlleri şunlardır:
1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde
etmek için vakit harcamıştır.
2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur.
3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat
sahibi olur.
4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi
cömert ve fazilet sahibi olur.
Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.

İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın, sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hâle getirmektir.
Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid kılar...

Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer.. Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: 'O bir fitile benzer. Fitil yanar ve başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.

Bir muallim, öğrendiklerini öğretmeye başladığı zaman büyük bir görevi omuzlarına almış olur. Bu büyük vazife de insanın en büyük şerefidir. O halde muallim, bu şerefli vazifenin âdâbını ve icablarını bilmelidir. Bilmelidir ki bu şerefi korumaya muvaffak olabilsin!
1. Bir muallim, öğrencilerine karşı gayet müşfik olmalıdır. Onları öz evlâtları saymalı ve öyle muamele etmelidir.

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Ben sizler için, bir baba evlâdı için nasılsa öyleyim.180

Bir muallimin başta gelen vazifesi, öğrencilerini ahiret ateşinden kurtarmaktır. Bu, bir ana-babanın çocuklarını dünya felâketlerinden korumasından daha önemlidir. İşte bu sebebe binaen muallimin insan üzerindeki hakkı, ana babanm hakkından daha üstündür.

Bir baba, varlığın ve fâni hayatın vesilesidir. Muallim ise ebedî hayatın saadetine vesile olan kişidir. Şayet muallim olmasaydı; baba tarafından elde ettirilen cehalet, evlâdı ebedî felakete götürürdü.

Uhrevî ve daimî hayatı insana tanıtan muallimdir. Muallimden gayem, ahiret ilimlerini öğreten veya dünyadaki bütün yaptıkları ahiret için olan muallimdir. Sadece kendisi için dünyayı hedef edinen muallimlerden bahsetmiyorum.

Sadece dünya için yapılan öğretim, felâketin tâ kendisidir ve öğreteni helâke sürükler. Böyle bir niyetle öğretmekten Allah'a sığınırız. Nasıl bir babanın evlatlarına birbirlerini sevmek ve birbirlerine yardım etmek düşüyorsa; aynen bunun gibi, bir muallimin talebelerine de birbirlerini sevmek ve yardım etmek düşer... Onlar da aynen muallimleri gibi, öğrendiklerini ahiret için öğreneceklerdir. Gayeleri ahiretten başka birşey olmayacaktır. Şayet yapılanlar dünya içinse, hased ve buğz sahibi olmaktan kendilerini asla kurtaramayacaklardır.

Âlimler ve ahiret ehli, Allah'a giden yolun yolcularıdır. Yolları bu dünyadan başlar, Allah'a gider. Bu dünyanın sene ve ayları o yolun konakları gibidir. Bir şehre varmak için yola çıkanlar birbirleriyle arkadaş olurlar ve sevgi bağı kurulur aralarında. Demek ki yolculuk, sevgi ve muhabbete vesile olmaktadır.

Acaba firdevs-i âlâ'ya doğru yapılan sefer, o seferdeki beraberlik neden sevgi ve arkadaşlığa vesile olmasın? Âhiret saâdetinin hududu yoktur ki İlle ben ona varayım, başkaları varmasın' denilebilsin. İşte ahiret saadetinin bu ebedîliği sebebiyle o yolun yolcularını birbirleriyle çatışır görmezsin.
Dünya saadetleri sınırlıdır. Böyle olduğu için onu elde etmek isteyenler birbirleriyle dalaşır, itişip kakışırlar. İlmiyle riyaset talep edenler veya ilmini riyaset elde etmek için kullananlar, Allah Teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği mânâ dışında kalmaktadırlar:
Muhakkak ki iman edenler kardeştirler. (Hucûrât/10) Bu gibiler şu ayete uygun düşmektedirler:
(Küfürde birleşip sevişen) dostlar, o gün birbirlerine düşmandırlar. Takvâ sahipleri ise bundan müstesnadır.
(Zuhruf/67)
2. Muallim, Hz. Peygambere (s.a) uymalıdır. Öğrettiği şeyler için kimseden hiçbir ücret istememelidir. Hatta teşekkür bile beklememelidir. Sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na mânen yaklaşmak için çalışmalıdır.

Öğrettiği insanları minnet duygusu altında bırakmamalıdır. Gerçi talebeler kendisine saygı besleyecektir, fakat bunu öğreten beklememelidir. Öğrencilerini, kendisin den öğrenmeye azmettikleri için takdir etmeli ve onları kendisinden faziletli görmelidir. Çünkü o öğrenciler kalplerini temizlemek ve Allah'a yaklaşmak için ilim talebinde bulunmakta ve kendisini dinlemektedirler. Muallim kendini, işletmek için tarlasını başkasına veren bir adamın amelesi gibi görmelidir.

Elbette ki çalışan, tarlanın sahi binden daha çok menfaate kavuşur. Eğer tarla sahibi ver memiş olsaydı rençbere çalışma imkânı olmayacaktı.

Öğrenciye nasıl minnet yükleyebilirsin? Halbuki kimseye verilmeyen bedeli Allah nezdinde alacaksın! Şayet öğrenci bulamasaydın bu sevaba nasıl nail olurdun? O halde ey muallim! Sen çalışmanın karşılığını sadece Allah'tan bekle!

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir mal talep etmiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri (siz istiyorsunuz diye) kovacak değilim. Elbette onlar rablerine kavuşacaklar.(Hûd/29)

Zira bu dünyada, mal dahil, ne mevcutsa hepsi bedenin hizmetkârıdır. Beden ise ruhun bineğidir. Hizmet edilen sadece ilimdir. Zira insanın şerefi ancak ilimle yükselir.

Öyleyse ilimle mal talep eden kimse, ayakkabısının altını yüzüne sürerek temizlenmeye çalışan bir kimse gibidir. Çünkü bu kimse, hizmet edilmesi gereken şeyi hizmetçi yapmış, hizmetle mükellef olanı da efendi...

Bu durum, ayakları bırakıp başın üzerinde yürümeye benzer. Böyle bir kimse en büyük mahkeme huzurunda mücrimler safında bulunup rabbinin huzurunda başını eğenlerle beraber olacaktır.
Minnet duymak, muallime ait bir hâldir. Fakat dikkat et ki, tek din olan İslâm, zamanımızda, fıkıh okutmakla, kelâm öğretmekle kendilerini Allah'ın manevî huzuruna yaklaşmış sayanların elinde kalmıştır. Muallimlik bunların eline geçmiştir. Bu kişiler selef âlimlerinin tam zıddına, mal ve rütbe peşinde koşar ve bunları elde etmek için de zilletin her türlüsüne katlanır. Hemen hemen hepsi bir pâdişâhın maiyyetine girip dünyalık sahibi olmayı kolluyorlar. Çünkü bu kişiler, şayet bu dalkavukluğu terkederlerse başka bir meziyetleri olmadığı için kendilerini insanların terkedeceğini gayet iyi bilirler. Hiç kimse hiçbir konuda kendi lerine akıl danışmaz.
Öyle muallimler görüyoruz ki, bir musibete düçar oldukları zaman talebelerinden meded bekliyorlar. Her zaman istiyorlar ki, talebeleri, dostuna dost, düşmanına düşman olsunlar. Yine açıkça talebelerinin kendilerine hizmet etmelerini arzu ediyorlar. Kazara talebe, hizmette kusur eder ve yardıma koşmazsa, onu en büyük suçu işlemiş gibi kabul ederler ve kendisini affedilmez düşman olarak bilirler.
Bu zillete râzı olan âlim ne kötü bir âlimdir ve böyle kimseler hiç utanmadan 'Öğretmekteki gayem Allah rızasını kazanmaktır' derler. Alâmetlere bak ki, gururun çeşitlerine muttali olasın!
3. Talebeye yapılması gereken her nasihati yapmalı, fakat katiyyen gurura kapılmamalıdır. Meselâ, talebenin lâyık
olmadığı bir mertebeyi istemesine müsaade etmemelidir. Bir talebenin basit ilim bölümlerini öğrenmeden gizli ve nisbeten kapalı sayılan bölümleri öğrenmesine mâni olmalıdır.

Bir talebeye ilim öğrenmedeki gayenin; Allah'a yaklaşmak olduğunu, bundan başka hiçbir gayenin temiz olmadığını öğretmelidir. Talebenin gözünde, mümkün olduğu kadar, ilmiyle dünya malı elde etmeyi çirkin göstermelidir. Bunu mümkün olduğu ve gücü yettiği kadar kendi nefsinde göstermeli ve fiilî bir şekilde ders vermeye gayret sarfetmelidir; zira söylediklerini tatbik etmeyen kişi yalancıdır ve yalancı ıslâhtan çok ifsad etmeye vesile olur.

Eğer muallim, talebesinin, ilimle yalnız dünyayı talep ettiğini görürse, o zaman talebesinin istediği ilme bakmalıdır: Eğer talebesinin istediği ilim, fıkhın ihtilaflı meseleleri, kelâmın cedel metodu, ahkâm ve husûmet fetvaları ise, o zaman, bu ilimlerin ahirette insana bir faydası dokunmadığını söylemeli ve onu îkaz etmeye çalışmalıdır. Bu ikaza, bu ilimler hakkında 'Biz ilmi Allah için değil, O'ndan gayrı şeyleri elde etmek için öğrendik; fakat ilim kendisini bize vermedi. Allah'ı kasdetmediğimiz için bize yâr olmadı5 demek suretiyle devam etmelidir.

Hakkında yukarıdaki sözün sarfedildiği ilimlere gelince; onlar tefsir, hadîs ve selef-i sâlihînin meşgul olduğu ilimlerdir. Yani nefsin ahlâkını ve o ahlâkın kötü yanlarının nasıl temizleneceğini bildiren ilimlerdir. Talebe bu ilimleri öğrendiği zaman, öğrendikleriyle yine dünyayı isterse o zaman talebeyi kendi hâline bırakmak lâzımdır. Çünkü talebe belki de bu ilimlerle va'z etmeyi ve müslümanları peşinde sürüklemeyi düşünmektedir. İlmi de bu gayeyle öğrenmiştir. Fakat bir de bakarsın ki, işin ortasında veya sonunda hatasını anlayarak geri döner ve Allah yolunun sâlikleri arasına karışır.
Çünkü öğrenmiş olduğu ilimler içinde dünyadan soğutan ve Allah'tan korkutan nice düsturlar vardır. Onun için böyle bir talebeyi, bu düstûrların, günün birinde uyaracağı ümidi
hiçbir zaman kaybolmaz. Başkasına ibret dersi olmak için anlattığı bu düsturlar birgün kendi kalbini de işgal edebilir.

İlim sayesinde dünyalık elde etmek ve halk tarafından kabul edilmek, aynen kuşun yakalanması için tuzağın içine konulan yemlere benzer. Allah Teâlâ, halkı, nesli devam ettirmek için şehvete bağlıyor. Yine görüyoruz ki, ilmi tahsil etmek için, insanın kalbine makam sevgisini ilka ediyor. Öyleyse bu ilimlerde de böyle bir sevgiye meyil olabilir. Sadece hilâfiyat (ihtilâflı ve çekişmeli meseleler) ve kelâm ilmindeki mücadeleler ve yüzde bir ortaya çıkması muhtemel olan teferruat bilgisine gelince, yalnız bu bilgileri elde etmek için uğraşmak ve diğer ilimleri terketmek, insanların kalbini Allah'tan gâfil kılar; kalpleri taşlardan daha katı hâle getirir. Dalâletten dalâlete iter ve sadece dünyayı elde etmenin âleti olur. Ancak Allah Teâlâ kimin kurtuluşunu murad etmiş ise, o kendini bu tehlikeli meselelerle birlikte dinî ilimleri de tahsil etmişse kurtarabilir.

Bu hükmün delili tecrübe ve müşahededir. Bak ve ibret al! Basîret gözünü aç! Sadece bu meselelerle meşgul olanların durumuna nazar et ve memleketin hazin hâlini gör! Yardımcımız sadece Allahdır.

Bir ara Süfyan-ı Sevrî'yi hüzün içinde görenler kendisine bunun sebebini sorarlar, o da şöyle cevap verir: 'Biz, dünyayı isteyenlere birer ticaret malı olduk. Onlardan bazıları yanımıza geldi ve ders aldı. Bizden öğrendikleri şeylerle kadı, vali veya kahraman oldular'.

4. Hoca, talebesinin kötü ahlâkını apaçık bir şekilde değil; mümkün olduğu kadar târiz ve îma yoluyla bildirmeli ve bu ahlâklardan onu menetmeye bakmalıdır. Muallimliğin inceliklerinden birisi de budur. Azarlama şeklinde değil, merhamet ve şefkat hisleriyle hareket ederek onu kötü huylarından vazgeçirmeye çalışmalıdır. Çünkü bir hocanın, talebesini, açık bir şekilde azarlaması, talebenin hocaya karşı duyduğu hürmet hissini iptal eder. Hocanın heybetli görünüp talebenin gözünde silinir. Çünkü aralarındaki
perde yırtılmıştır. Bunun için de hocasına muhalefet etmeye cesaret bulur. Zira hırsı kamçılanmıştır. Bu sır ve hikmeti ima etmek için, muallimlerin muallimi olan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Eğer insanlar bir fışkıyı kırmaktan menedilirlerse, o fışkıyı mutlaka kırarlar. Çünkü kırması yasaklandığına göre o fışkının içinde birşey olduğunu ve o şeyden mahrum edildiklerini zannederler.181

Bu konuda seni en iyi bir şekilde uyandıracak misal Hz. Adem ile Havva'nın yasak edilen nesneye karşı takındığı tavırdır.
Sana bu misalleri laf olsun diye getirmiyorum. Bu misalleri uyanman için serdetmeye ve ibret alarak hak yoluna gitmeni temin edesin diye getiriyorum.

Hocanın talebesini îma yoluyla terbiye etmeye çalışması şu bakımdan da isabetlidir: Faziletli insanlar, zeki kişiler târiz yoluyla söylenen sözlerin içindeki mânâları çözmeye meyyaldirler. Bu meyilleri okşamak suretiyle kendilerine târizde bulunmak çok yerinde bir hareket olur. Talebe de, kendisine îma yoluyla söylenen mânâları çözmek için var gücüyle çalışır ve bu sayede zihnî faaliyetlerini artırmış olur.
5. İlimlerden bazılarına vâkıf olan muallimin vazifelerinden birisi de, bilmediği herhangi bir ilmi, talebesinin gözünde küçültmemektir.
Günümüzde bir lügat mualliminin âdeti, fıkıh ilmini talebenin gözünde küçültmeye çalışmaktır. Fıkıh mualliminin âdeti ise, hadîs ve tefsir ilmini sadece 'nakle dayandığı' gerekçesiyle küçümsemeye teşebbüs etmektir.

Çünkü ona göre nakle dayanarak ortaya atılan ilim kocakarılara ait bir ilimdir. Onlara göre aklın bu ilimlerde hiç bir dahli yoktur. Bir kelâm muallimi ise halkı fıkıhtan soğutmak için şöyle söyler: 'O, kadınların hayız hâlinden bahseden; fer'î meseleleri ele alan ilimden başka birşey değildir. Allah'ın sıfatlarından bahseden kelâm ilmi ile böyle bir ilim hiç mukayese edilir mi?'

İşte böyle bir ahlâk, muallimler için, en kötü ahlâklardan biridir. Bir ilme sahip olan muallim, böyle kötü ahlâka düşmemek için başka ilimleri küçük görmemelidir. Öğrenciye ilim öğrenmenin yollarını açmalı ve başka ilimlerin de büyük faydaları olduğunu iyice anlatmalıdır. Şayet muallim, birçok ilimleri öğretmekle vazifeli ise, öğrencinin kabiliyetini gözönünde tutarak tedrici bir şekilde tedrise devam etmelidir.
6. Öğrencinin anlayışını iyi tesbit etmek, kaldırabileceği kadar ders vermektir. Aklının eremeyeceği veya kalbine usanç getiren, yahut aklını çok zorlayan konuları, derste tekrar edip durmamalıdır. Öğretme sanatında, beşeriyetin efendisine uymalıdır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Biz peygamberler, Allah Teâlâ tarafından, insanları kendilerine uygun derecelerinde tutmakla ve akıllarının yeteceği bir şekilde kendileriyle konuşmakla emrolunduk!182
Demek ki bir muallim, talebenin anlayacağı zamanı kolla malı ve hakikati o anda ona söylemelidir,
Akılları ermeyen bir bahsi (hakîkati) bir kavme söyleyen bir kimse, o kavmin bir kısmının sapıtmasına vesile olur.183
Hz. Ali (r.a) göğsüne işaret ederek şöyle buyurdu: 'Burada birçok ilimler var. Keşke bu ilimleri devredebileceğim bir kim seye rastlayabilsem'.184

Ne kadar doğru söylemiştir! Çünkü iyilerin kalbi sırların kabridir.
Her âlim, bildiklerini her yerde söylememelidir. Bu durum, talebenin anlayacağı, fakat söylemekle herhangi bir menfaatin bahis mevzuu edilemeyeceği hallerde böyledir. Acaba bir de talebe hiçbir şey anlamazsa nasıl bir durum ortaya çıkmaktadır ve bunun için hüküm nedir?

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurur: 'Mücevherleri domuzların boy nuna takmaktan sakının'.185
Hikmet ve ilim, mücevherin en kıymetli olanıdır. Onun için hikmet ve ilme buğzeden kimse domuzların en çirkinidir. Bu sır ve hikmete binaen 'Her kulu aklının ölçeği ile ölç!

Anlayışının miktarı ile tesbit et ki sen ondan emin olasın ve o da senden bir fayda elde edebilsin. Şayet böyle yapmazsan ölçüleriniz ayrı olduğu için sizi inkâr etmeye kalkışırlar', denilmiştir.

Bir âlime bir sual sorulur. Cevap vermeyince suali soran kişi kızarak o âlime şöyle haykırır: 'Sen Allah'ın Rasûlü'nden rivayet edilen şu hadîsi duymadın mı?'

Faydalı bir ilmi gizleyip söylemeyen bir kimse, kıyamet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemlenerek Allah'ın huzuruna gelir.186

Bunun üzerine âlim şöyle der: 'Sen gemi bırak ve git! Eğer bu sözün mânasını anlayan biri gelir de, bu ilmi ondan saklarsam Allah beni kıyamet gününde gemlendirsin.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarru funuzdaki yetim mallarını onların akılsızlarına vermeyin. Onları malları ile rızıklandırm, giydirin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin.(Nisâ/5)

Bu ayet, ilmi ifsad eden ve ilmi kendisi için zararlı olan bir kimseden gizlemenin daha iyi olduğuna işaret buyuruyor. Müstahak olmayana vermek, müstahak olana vermemekten daha az zulüm değildir.

Ben incileri, otlayan koyunlar arasına mı serpeyim? Bu yüzden otlayan koyunların koruyucusu mu olayım? Onlar ilmin kıymetini bilmez cahiller oldular. Bari ben ilmi hayvanların boynuna takmayayım. Eğer lâtif olan Allah lûtfuyla kerem eylerse; Ben ilim ve hikmete ehil birisiyle karşılaşırsam;
Ona fayda vermek için ilmi yayar, onun sevgisini ka zanırım.
Eğer böyle birini görmezsem, o ilim yanımda dopdolu ve mektum kalacaktır.
Câlillere ilim veren onu zâyi eder.
Ehli olandan da ilmi meneden zulmetmiş olur.

7. Zekâsı kıt olan bir öğrenciye açık ilimleri telkin etmek münasiptir. Böyle bir talebeye 'Sana öğrettiğim ilmin daha nice incelikleri vardır, fakat şu anda bunları kavrayacak durumda olmadığın için söylemiyorum' dememelidir. Çünkü böyle bir söz o talebenin açık ilimlerdeki gayretini gevşetir, zihnini karıştırır ve hayalini, daima hocasının kendisinden sakladığı şeyler işgal eder. Çünkü her insan kabiliyet derecesi ne olursa olsun kendini her ilme ehliyetli bulur. Hiç kimsenin kendisine verilen akıldan akılsız olsa dahi şikayet ettiğini göremezsin. Bunların en akılsızı, mevcut olmayan aklının kemâliyle övünendir. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, halk tabakasından, şeriat zinciriyle bağlanıp teşbih ve te'vil yapmaksızın selefden (sahabe'den) gelen inançları kalp lerine yerleştiren ve bununla beraber gidişatlarını düzelten ve aklına, kaldıramayacağı yükü yükletmeyen kişi, en iyisini yapmıştır. Böylece gereken vazifeyi yerine getirmiş olur. Dolayısıyla bu anlayışta olan halk tabakasının inancını şüphelere itmek doğru bir hareket olmaz. Bilginlere düşen vazife, bu insanları kendi inançlarıyla ve işleriyle başbaşa bırakmaktır. Şayet bilgin, zâhirî tevilleri bu tip insanlara söy lerse avam kaydını ortadan kaldırmış ve havassa da bağlayamamış olur.

Böyle olunca halk ile günahlar arasındaki perdeler kalkar ve zavallılar inatçı birer şeytan kesilir. Hem kendisini ve hem de başkalarını felâkete sürükler. Halk tabakası ile ilmin ince meselelerine dalmak doğru bir hareket değildir. En uygun hareket onlara ibadetleri öğretmek, yaptıkları işlerde emin birer kişi olmalarını temin etmek, Kur'an-ı Kerîm'in buyurduğu şekilde kalplerini cehennem korkusuyla ve cennet aşkıyla doldurmak için telkinlerde bulunmaktır. Halkı şüphelere itici meselelere girmemelidir. Çünkü avamdan bir kişinin kalbini şüpheler sarabilir. Bu şüphelerden kendisini kurtaracak kabiliyette olmadığı için derin konularda içine yuvarlandığı şüpheler helâkine sebep olur.

Halkın önünde münakaşa kapısı açılmamalıdır. Çünkü böyle bir hareket halkın nizamını bozar ve bütün insanların
maişetini tanzim eden ve bunu devam ettiren sanatlar üzerindeki çalışmaları gevşetir ve havassın hayatını köreltir.

8. Muallim ilmiyle âmil olmalıdır. Yani bildiklerini yaşamalıdır. Zira bir insanda bulunan ilim, ancak basiretli kimseler tarafından bilinebilir. Çünkü ilim; kişide, gözle görülen ve elle tutulan bir mal değildir. Amel ise, gözle görülebilen hareketlerden olduğu için insanların değer verdikleri bir hâldir. Öyleyse kişiler, bir âlimin ilmine değil ameline bakmalıdır. Bu nedenle ilmiyle âmil olmayan âlimin ne kendisine ve ne de etrafındakilere bir faydası dokunmaz.

Bir insanın kendi fiilini halka yasaklaması ne kadar gülünç bir harekettir. Böyle olduğu için de, zehir gibi helâk edicidir. Böyle bir kimseyi halk katiyyen ciddiye almaz ve hatta ameliyle sözünü cerhedeni alaya alır. Bu sözü söyleyenleri, dinleyenler daima itham eder. Hatta bizzat aksini yaptığı bir sözü âlimden dinleyenler onun fiillerinden daha kötüsünü yaparlar. Çünkü kendi kendilerine, kuş beyinleri ile 'Eğer bu iş tatlı olmasaydı, onu bir âlim işler miydi?' şeklinde teselli aramaya çalışırlar. İrşad edici bir muallimle irşad edilen öğrencinin durumu, nakış ile çamur, gölge ile ağacın durumuna benzer. Nakış bulunmayan bir kalıba dökülen çamur elbette ki nakışlı olamaz. Eğri bir ağacın gölgesi de mümkün değil ki doğru olsun... Bu mânâyı şair ne kadar güzel ifade etmiştir:
Benzerini yaptığın bir fiili, başkalarına yasak etme! Böyle yapmanda büyük zillet yoktur senin için! Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Kitab'ı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?(Bakara/44)

Alime verilen cezanın, cahilin cezasından kat kat üstün oluşunun hikmeti budur, Zira bir âlimin yanlış yola gitmesiyle büyük bir insanlık kitlesi dalâlete düşerek âlime uyabilir, söz ve hareketlerini doğru bulup onlara uygun hareket edebilir! Onun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu yurmuştur:
Kötü bir çığır açanın defterine, açtığı o çığırın günahı yazıldığı gibi, o çığıra uyanların günahı kadar daha ilâve edilir.187

Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Belimi iki tip insan kırmıştır. Bunlar ilmiyle âmil olmayan âlim; ibadetlere dalan cahillerdir. Çünkü cahil, halkı, ibadetiyle aldatır, âlim ise ibadetsizliği ile'.

Ne kadar güzel bir söz!

İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri

Kitabımızın başında ilim ve âlimler hakkında vârid olan ayet ve hadîsleri zikretmiştik. Kötü âlimlere dair çok korkunç tehditler mevcuttur. Bütün bu rivayetler kötü âlimlerin kıyamet günü uğrayacakları şiddetli azâbı haber vermiş ve onların herkesten daha çok eziyet çekeceklerini bildirmiştir. Bu bakımdan müslü manlara düşen vazifelerden biri de; kötü âlimle, iyi âlimi birbirin den ayıran alâmetleri iyice öğrenmektir.
'Dünya âlimleri derken anlatmak istediklerim, dünya lezzet lerine dalan ve dünya rütbelerine ulaşmak için ilim yapmaya çalışan insanlardır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) kötü âlimler hakkında şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde herkesten daha şiddetli bir azâba düçar olacak kişiler,, Allah Teâlâ'nın, ilminden kendisine menfaat vermediği âlimlerdir.188

Bildiği ile amel etmeyen bir kimse, âlim olamaz.189
İlim iki çeşittir: a) Dil ile söylenen ilim. Bu ilim, Allah'ın mahlûkatı üzerindeki delili sayılmaktadır, b) Kalpte olan ilimdir ki kişiye yararı olacak ilim de budur.190

Âhir zamanda cahil abidler ile fasık âlimler olacaktır191

Alimlere karşı böbürlenmeyin, ilmi de sefihlerle mücadele etmek ve halkın takdirini kazanmak için öğrenmeyin. Çünkü böyle yapan kişi ateştedir.192

Kim bildiği ilmi ehlinden kıskanırsa, Allah onu ateşten yapılmış bir gem ile gemler!

Sizin için deccalden daha fazla başkalarından korkuyorum. Sahabîler 'Kimdir onlar?' diye sorunca, Hz. Peygamber 'Dalâlete sürekleyen önderlerdir (âlimler)' diye cevap ve rir.193

Kim ilmen gelişir ve fakat hidayet bakımından gelişmezse, o kimse Allah'tan gittikçe uzaklaşır.194

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurmuştur: 'Kendiniz şaşkınlıkta olduğunuz halde, yolunu kaybedenlere ne zamana kadar rehberlik etmeye devam edeceksiniz?'195

Bunlar ve bunlara benzeyen daha nice hadîsler, ilmin büyük tehlikelerine işaret etmektedirler. Demek ki âlimler ya ebedî sa adete veya ebedî felâkete namzet kişilerdir. Kişi, ilme dalmakla sa adet bulamamışsa, mutlaka felâketle karşılaşır.
Hz. Ömer şöyle der: 'Bu ümmet için en çok korktuğum kişiler, münafık âlimlerdir. 'Bir âlim nasıl münafık olur?' diye so rulduğunda, Hz. Ömer 'Dili ile âlim, fakat kalbi ve ameli ile cahil olmak suretiyle.. der.

Hasan el-Basrî şöyle buyurmuştur: 'Âlimlerin ilmini, hakîm lerin hikmetlerini öğrenip de, cahillerin amellerini yapan ahmak lardan olma!'

Bir kişi, Ebu Hüreyre'ye şöyle der: 'İlim öğrenmek istiyorum; fakat kaybetmekten korkuyorum'. Ebu Hüreyre de şöyle cevap ve rir: 'Zaten ilim öğrenmemekten daha büyük bir kayıp yoktur in sanoğlu için'.

İbrahim b. Uyeyne'ye 'İnsanlar içerisinde en çok kimler ned âmet duyarlar?' diye sorulduğunda şöyle der: 'Dünyada yaptığı takdir edilmeyen, âhirette ise, ilmi olup ameli olmayan kimseler'.

Halil b. Ahmed196 şöyle demiştir: İnsanlar dört kısma ayırılır:
1. Bilir ve bildiğini de bilir. Bu kişi âlimdir. Ona tâbi olunuz.
2. Bilir, fakat bildiğini bilmez. Böyle bir kimse uykudadır; onu uyandırınız.
3. Bilmez ve fakat bilmediğini de bilir. Böyle bir kişi irşada muhtaçtır. Onu irşad ediniz.
4. Bilmez, fakat bilmediğini de bilmez. Böyle bir adam kara cahildir. Ondan kaçınız'.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: İlim, ameli çağırır; gelirse ne âlâ, fakat gelmediği takdirde ilim de kaçıp gider'.

İbn Mübârek şöyle der: 'Kişi, ilim talebinde bulundukça âlim dir. Fakat herşeyi bildiğini iddia eden cahil olur'.

Fudayl b. Iyaz197 der ki: Ben üç sınıf insana acırım: a) Bir kavmin zelil olan reisine, b) Sonradan fakir olan zengine; c) Dünyanın oyuncağı hâline gelmiş âlime.

Hasan Basrî 'Âlimlerin cezası kalplerinin ölmesidir. Kalbin ölümü ise âhiret ameliyle dünyayı istemektir' demiştir.

Bir şair şöyle der:
Hidayeti verip de dalâleti satın alan kişilere hayret ediyo rum.Fakat dinini verip dünyayı satın alana, çok daha hayret edi yorum.Bu ikisinden de fazla, dinini başkasının dünyasına fedâ edene şaşıyorum. Zira hepsinden daha şaşırtıcı olanı budur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kötü olan âlime öyle şiddetli bir azap verilir ki, azabın şiddetinden ötürü bütün ehl-i cehennem seyrine gelir.198

Hz. Peygamber (s.a) bu sözüyle yalancı âlimi kasdetmektedir. Usâme b. Zeyd, Hz. Peygamberden şu hadîsi rivayet eder:

Kıyâmet gününde, (fâcir) âlim getirilip ateşe atılır. Ateşin şiddetiyle barsakları delinir (ve dökülür). Merkebin değirmeni döndürmesi gibi, o da onlarla döner. Bütün ce hennem ehli onu seyre gelir. 'Sana ne oldu, bu kadar şiddetli azaba düçâr olman için ne yaptın?' diye sorulduğunda, fâcir şöyle cevap verir: 'Ben (dünyada) herkese hayri tavsiye edi yordum, fakat kendim yapmıyordum. Şerden sakındırıyordum, fakat kendim işliyordum'.199

İbn Mübârek şöyle demiştir: 'Âlimin en büyük günahı, bildiği halde, günah işlemesinden doğar. İşte bundan dolayı âlim, büyük azaba düçâr olur'.
Muhakkak ki, münafıklar ateşin en alçak derekesindedir (cehenne-min en dibindedir). Asla onların azâbını kaldıracak bir yardımcı bulamazsın.(Nisâ/145)

Münafıkların bu denli şiddetli cezalara müstahak olmalarının sebebi, bildikleri halde inkâra sapmalarıdır. Bu sebeple, Allah Teâlâ yahudileri, hristiyanlardan daha kötü olmakla tavsif etmek tedir. Halbuki 'Üzeyir Allah'ın oğludur' diyenler hariç hiçbir ya hudi, Allah'a oğul izafe etmez, 'Allah, üçten biridir' gibi galiz kü fürlere sapmaz. Fakat onları bu büyük cezalara muhatap eden şey, bildikleri halde inkâr etmeleridir.
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Kendilerine kitab verdiklerimiz, Peygamber'i öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle olduğu halde içlerinden bir toplu luk hak ve hakikati bile bile gizlerler.(Bakara/146)

Vakta ki onlara Hak Teâlâ tarafından kendilerinde olanı tasdik edici Kitab geldi ki onlar bundan önceleri, inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi bildikleri gelince onu inkâr ettiler. (Bakara/89)
(Ey Rasûlüm!) Yahudilere o kimsenin haberini oku ki, ken disine ayetlerimizi vermiştik de, o bunları inkâr ederek imandan çıkmıştı. Böylece şeytan onu arkasına takmış da azgınlardan olmuştu.(A'raf/175)

Devamla şöyle buyurulmaktadır:
İşte bu kimsenin hâli, o köpeğin hâline benzer ki, üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da di lini sarkıtıp solur. (A'raf/176)

Fâcir âlim de böyledir. Çünkü Bel'am b. Baûra'ya Allah'ın Kitabı verilmiş ve fakat o şehvete dalması sebebiyle köpeğe benze tilmiştir. Fâcir âlim, kendisine ister hikmet verilsin, ister verilme sin, dilini çıkararak solur ve şehvetlere dalar gider.

Hz. İsa (a.s.) şöyle buyurur: 'Kötü âlimlerin durumu bir arkın içine düşüp suyun akmasına mâni olan taşın durumuna benzer. Taş suyu ne kendi içer ve ne de tarla ve bostanlara ulaşarak on ların istifade etmelerine müsaade eder. Yine kötü âlimlerin du rumu, bataklıktaki ota benzer. Dışı parlak görünür, fakat içi pislik doludur. Yine kötü âlimlerin durumu, kabirlere benzer. Dışı mâ mur, içi ise ölü kemikleriyle doludur'.
Bu rivayetler göstermektedir ki, dünyaya meyletmiş âlimin kıyamet gününde cahil kimselere nazaran çekeceği azap daha şiddetli ve hâli daha perişandır. Yine anlaşılmaktadır ki, zafere ulaşanlar ve Allah'ın rahmetine yakın olanlar, ancak âhiret âlim leridir. Bunların da birçok alâmetleri vardır.
1. İlimleriyle dünyayı talep etmezler. Zira âlimin en aşağı de recesi dünyanın hakir, hasis, karanlık ve geçici olduğunu; âhiretin devamlı, nimetlerinin berrak ve ebedî, mülkünün büyük olduğunu bilmektir. Yine âlim bilmelidir ki, dünya ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birbirinin kumaşıdır. Birini razı etsen öbürünü kızdırmış olursun. Terazinin kefesi gibidirler. Biri ağır bastığı zaman, öbürü mutlaka hafif gelir. Doğu ile batı gibidirler; birine yaklaştığın tak dirde öbüründen uzaklaşırsın, Biri dolu, öbürü boş fincan gibidir. Doludan ne kadar boşaltırsan o kadar dolar boş olanı...

Dünyanın hakirliğini, bulanıklığını; lezzetlerinin elemle karışık olduğunu ve sonra lezzetli olan nimetlerin bir daha dön memek üzere geçip gittiğini bilmeyen bir âlim, aklî dengesini kay betmiş bir mecnundur. Çünkü görgü, deneme, insana dünyanın böyle olduğunu göstermektedir.

Bu bakımdan, aklı olmayan bir in san nasıl âlim olabilir? Ahiret işinin büyüklük ve devamlılığını bilmeyen, değil âlim, belki kâfirin tâ kendisidir. Böyle bir kimsenin imânı kendisinden alınmıştır. İmanı olmayan bir kimse ise nasıl İslâm âlimi olabilir?

Dünyanın âhirete zıd düştüğünü, ikisini bir arada tutmanın muhal olduğunu bilmeyen bir kişi, bütün peygamberlerin birlikte getirdiği dini bilmiyor demektir. Böyle bir kişi ise Kur'an'ı başından sonuna kadar, inkâr eden bir adamdır. Bu adam, nasıl olur da âlimler zümresine idhal edilebilir?
Allah'ın dinini kâmil bir şekilde bilen kişi, bütün bilgisine rağmen, âhireti dünyaya tercih etmiyorsa, şeytanın esiridir. Şehvetleri onu helâke sürüklemiştir. İçindeki kötülükler, iradesine galebe çalmıştır. Böyle olan bir kişi nasıl âlimler zümresinden sayılabilir?

Hz. Dâvud'dan nakledilen hikâyelerin birinde Allah'a atfen şöyle söylenmektedir: 'Şehvetini bana olan sevgisinden daha üstün tuttuğu zaman âlimin başına getirdiğim cezanın en azı, onu mün âcaatımın lezzetinden mahrum etmektir. Ey Dâvud! Dünya ile sarhoş olan ve seni sevgi yolundan alıkoyan bir âlimi benden sorma! Çünkü böyleleri, kullarımın yolunu kesen eşkıyalardır. Ey Dâvud! Beni arayan birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol! Kaçan bir kişiyi tutarak dergâhıma getiren bir kimseyi ârifler def terine yazarım ve ârifler defterine yazdığım bir kimseyi de artık hiçbir zaman azaba dûçâr etmem'.

Bu sır ve hikmeti beyan etmek için Hasan Basrî şöyle yurmuştur:'Âlimin cezası kalbinin ölmüş olmasıdır. Kalbi, ancak âhiret ameliyle dünyayı istemek öldürür'.

Aynı hikmeti beyan etmek için Yahya b. Muaz şöyle demiştir: İlim ve hikmetle dünya talep edildiği zaman ilim ve hikmetin gü zelliği solup gider'.

Said b. Müseyyeb şöyle buyurmuştur: 'Bir âlim kişiyi, sık sık sultanların ve emirlerin yanma girip çıkarken gördüğün zaman, hemen o âlimin hırsız olduğunu idrâk et'.

Hz. Ömer 'Âlim kişinin dünyayı sevdiğini görürsen, kendisin den istifade ettiğin dinî meselelerde onu itham et ve ihtiyatlı dav ran. Zira kişi neyi severse, sevdiği o şeye dalar' dedi.

Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: 'Önceki peygamberlere ait bazı ki taplarda okuduğuma göre Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Âlim kişi dünyayı sevdiği zaman ona vereceğim azâbın en ehveni, mün âcaatımın tadını onun kalbinden söküp almaktır'.

Salih bir kişi, bir dostuna şöyle bir mektup yazmıştı: 'Sana bir ilim verilmiştir. İlminin nûrunu günahların karanlığı ile ka rartma ki, ilim sahiplerinin ilimlerinin nûruyla serbestçe gittik leri günün (kıyametin) karanlığında kalmayasın!'
Yahyâ b. Muaz er-Râzî, dünyaya dalan âlimler için diyordu ki: 'Ey ilim sahipleri! Köşkleriniz Kayser binalarına eş... Evleriniz Kisrâ'nın evlerinin benzeri... Elbiseleriniz vezir Hüseyin oğlu Tahir'in elbiselerine uygun... Kunduralarınız Sultan Calut'unkilerden farklı değil. Binekleriniz Karun'un binekleri gibi. Evlerinizdeki kap-kacak ve diğer eşyalarınız Firavun'un ev eşyasından aşağı değil... Günahlarınız cahiliye devrinin insan larının günahlarına benziyor... Hâsılı gidişiniz şeytanın gidişinin aynısı. O halde Muhammed'in şeriatı nerede kaldı?'

Şair şöyle der:
Çoban, koyununu kurttan korur...
Acaba kurt bizzat çoban olursa, durum ne olur?

Bir başka şâir de şöyle söylemektedir:
Ey memleketin tuzu mesâbesindeki âlimler!
Size soruyorum! Tuz bozulduğu zaman ne ile düzeltilir?

Arif bir zata 'Sence, gözünün nûru günahlar olan bir kişi Allah'ı tanıyabilir mi?' diye sorulunca, şöyle der: 'Yanında, dünya âhiretten daha kıymetli olan kişinin Allah'ı tanımayacağından hiç şüphem yoktur. Halbuki böyle bir kişi, günahları, gözünün nûru yapmış bir insandan çok daha ehvendir'.

Malı terkeden her âlimi de, sakın, âhiret âlimi zannetme! Zira makam hırsı, kişinin imanını, mal hırsından daha çok zedeler.

İşte bu hikmeti anlatmak için Bişr b. Hars el-Hafi şöyle der: 'Haddesena' (Bize söyledi) deyimi dünya kapılarından birisidir. Bir kişi Haddesena' (Bize söyledi) dediği zaman, bil ki o insan zımnen "Bana yol açınız ve imamlık yeriniz' demek istiyor.
Bişr b. Hars, on küsür sepet dolusu kitabını gömerek buyurdu ki: 'Nefsim konuşmamı arzu ediyor. Eğer nefsimin bu arzusunu kırabilseydim konuşurdum'.

Bişr ve onun ayarındaki bazı âlimler şöyle demişlerdir: 'Nefsin konuşmayı arzu ettiği zaman sakın konuşma! Aksine sükût et! Fakat nefsin konuşmayı sevmez bir hâle geldiği zaman konuşmaya çalış! Konuşma kabiliyeti insana büyük bir haz verir. İrşad seviyesinde olmak ise dünya nimetlerinin hemen hemen hepsinden daha çok haz verir insana... Bu bakımdan nefsinin isteğine uyarak konuşan bir kimse dünyaya bağlı olan kişilerden biri olur.

Süfyân es-Sevri de bu mânâya şöyle işaret buyurdular: İnsana, konuşmasından dolayı gelen fitne, malından ve çocuğundan gelen fitneden daha şiddetlidir'.
Konuşmadan doğan fitneden nasıl korkmazsın, halbuki Allah Teâlâ rasûllerin efendisine şöyle buyurmaktadır:
Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara az da olsa meyledecektin. O takdirde, dünya ve âhiret azâbını iki kat olarak muhakkak sana tattıracaktık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacaktın.(İsrâ/74-75)

Sehl200 şöyle buyurmuştur: İlmin tamamı dünyaya aittir. İlimden âhirete ait olan kısım ise onunla amel etmektir. Amelin tamamı ise, kasırganın önündeki toz gibidir. İhlâslı kısmı müstesna'.

Yine Sehl şöyle buyurmuştur: 'Âlimler hariç, bütün insanlar ölüdür. İlmiyle âmil olan âlimler hariç, bütün âlimler sarhoştur, Amelinde ihlâslı olanlar hariç, amel sahiplerinin bütünü mağrurdur. İhlâslı kimse ise büyük bir korkunun içinde yaşayan kişidir. Çünkü sonunun nasıl olacağını bilmemektedir'.

Ebu Süleyman ed-Dârânî201 şöyle buyurmuştur: 'Kişi hadîs araştırıyorsa veya evleniyorsa veya maişet için sefere çıkıyorsa dünyaya sarılmış ve meyletmiş sayılır'.
'Hadîs araştırıyorsa' sözü burada 'hadîsin garib olan ve hiçbir muhaddisin nezdinde bulunmayan ve inkâr edilen isnadlarını arıyorsa' mânâsı taşımaktadır/-02

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurmuştur: 'Yolu, âhirete müteveccih olduğu halde dünyaya giden yola dönen bir kişi nasıl olur da ilim erbabından sayılabilir? Kelâmı, muhtevasıyla amel etmek için değil, onunla, başkasını ittiham etmek için öğrenen kişi, nasıl olur da âlimler zümresine dahil olur?'

Salih b. Kisan el-Basrî203 şöyle buyurmuştur: 'Medine-i Münevvere ve diğer İslâm beldelerinde yaşayan büyük âlimlere yetiştim. Hepsi de hadîs bilen fakat aynı zamanda fâcir olan âlim den Allah'a sığınırlardı'.

Ebu Hüreyre şöyle rivayet ediyor:
Her kim, Allah'ın cemâlini elde etmeye vesile olan ilmi, dünyayı elde etmek için talep ederse, kıyamet gününde cen netin kokusunu dahi alamaz.
Allah Teâlâ kötü âlimleri 'dünyayı ilimle yiyenler' olarak, ahi ret âlimlerini ise 'huşû ve zâhidlik' ile tavsif etmektedir.
Allah Teâlâ dünya âlimleri (kötü âlimler) hakkında şöyle bu yurur:

Vaktiyle Allah, kendilerine kitab verilenlerden (âlimlerden) şöyle teminat almıştı: Cemâlim hakkı için, Kitab'ı muhak kak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemiyeceksi niz! Onlar ise, o söz ve teminatı sırtlarından attılar ve karşılığında biraz para aldılar, Bu ne kötü alış-veriştir!
(Âlu İmran/ 187)

Âhiret âlimlerinin vasfını da şöyle tasvir ediyor:
Şüphesiz kitab ehlinden (hristiyan ve yahudilerden) kimi de vardır ki, hakka boyun eğer oldukları halde Allah'a iman et tikleri gibi size indirilen Kur'an'a da, kendilerine indirilen Tevrat ve İncil'e de iman ederler. Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satıp dünya menfaati elde etmezler! İşte bu mü'minlere rableri katında mükâfatlar vardır. Gerçekten Allah hesabını çabuk görür.(Âlu îmran/198)

Selefden bazıları şöyle buyurmuştur:'Alimler, peygamberler zümresiyle, kadılar ise sultanlarla beraber haşrolunur'.
İlmiyle dünya talebinde bulunan her fakih kadılar zümresin den sayılır.

Ebu Derdâ, Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder:
Allah Teâlâ, peygamberlerinden bazılarına şöyle vahyetti! Ahiret ameliyle dünyayı talep eden, amel etmek için değil, başka gayeler için ilim tahsili yapan, din için değil dünya mansıbları için fıkıh öğrenenlere, kalpleri kurt kalbi gibi olup halk için koç (koyun) postuna bürünenlere, dili baldan tatlı ve kalbi biberden acı olanlara de ki; benimle mi alay edip kandırmaya çalışıyorlar? İzzetim hakkı için onlara öyle bir fitne kapısı açarım ki, en halîm olanlarını bile şaşkın bırakır.204

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu ümmetin âlimleri iki sınıftır:
a) Birinci grup: Allah'ın kendisine lütfederek verdiği ilmi sadece Allah rızasını kazanmak için, başka bir karşılık beklemeden halka öğretir. O ilmi herhangi bir dünya malı
karşılığında vermez. Böyle bir insanın üzerine havada uçan
kuşlar, denizde yüzen balıklar, karada gezen hayvanlar ve
kirâmen kâtibin diye adlandırılan melekler salâvat getirir
ler (iyiliğine dua ederler). Bu kimse, şerefli bir efendi olarak peygamberlerin refakatinde kıyâmet gününde Allah'ın hu
zur-u mânevisine gelir.
b) İkinci grup ise dünyada Allah'ın ilmini öğrenmiş, fakat
bahil (cimri) olduğu için, bildiğini Allah'ın kullarına dünya
malı karşılığı hariç, öğretmekten kaçınmıştır. Böyle bir
kimse kıyâmet gününde ağzına ateşten gem vurulduğu
halde huzura gelecektir. Mahşer ehlinin arasında bulunan bir tellâl şöyle bağıracaktır: 'Şu falan oğlu filândır! Dünyada Allah ona ilim verdi; o ise, Allah'ın verdiği bu ilmi Allah'ın kullarından esirgedi onun karşılığında dünyalık aldı ve ilmi karşılığında dünya menfaati sağladı ve az bir paha ile sattı. Bu bakımdan bu kişi, insanların hesabı bitinceye kadar, azap içinde kalır.205

Bu hadîsten daha şiddetlisi de vardır ki o da şudur:
Vaktiyle Hz. Musa'ya hizmet etmiş biri durmadan; 'Allah'ın safiyyi (temiz kulu) Musa, bana şöyle söyledi. Allah'ın neciyyi (sırdaş kulu) Musa, bana şunu söyledi. Allah'ın kelimi (Allah ile konuşan) Musa, bana böyle söy ledi' diye Hz. Musa'ya iftira ederdi. Zamanla bu adamcağız zengin olup serveti çoğalınca Hz. Musa'nın huzuruna gel mez oldu. Hz. Musa herkese ondan haber soruyor, fakat bir türlü izine rastlayamıyordu. Günün birinde Hz. Musa'nın huzuruna elinde domuz ve domuzun boynunda siyah bir ip bulunan bir kişi çıkageldi.O gelen kişiye Hz. Musa eski dos tunu sordu, adam 'Evet, o sorduğun adam şu gördüğün do muzdur' diye cevap verince; Hz. Musa, Allah'a yalvararak; 'Ya Rab, onu eski hâline döndür! Döndür de ona neden bu hâle geldiğini sorayım' diye niyazda bulundu. Allah, Musa kuluna şöyle vahiy gönderdi: 'Âdem ve Âdem'den sonraki peygamberlerin dua ettikleri gibi de dua etseydin yine duanı kabul etmezdim. Fakat ben bunu neden bu hâle getirdiğimi sana haber vereyim mi? Bunu din ile dünyayı talep ettiği için bu hâle getirdim'.
Bu hikâyeden daha dehşet verici olanını da söyleyelim:

Muaz b. Cebel mevkuf olarak, başka bir rivayete göre de merfû olarak Allah'ın Rasûlü'nden şöyle rivayet eder:
Dinlemekten fazla konuşmasını seven âlim, fitneye düşmüş demektir. Konuşmakta, süslenmek ve uzatmak olduğu için, konuşanın sâlim kalması çok zordur. Sükûtta (âlim için) se lâmet ve ilim (veya ganimet) vardır. Âlimlerden birisi vardır ki, derlediği ilmin başkası tarafından bilinmesini istemez. Böyle bir âlim, ateşin birinci tabakasındadır.

İlminde pâdişah gibi olan bir kısım âlimler ise, ilmî mevzu larda kendisine itiraz edildiği veya herhangi bir fikrine karşı konulduğu zaman büyük bir öfkeye kapılırlar. Bu tip âlimlerin yeri ateşin ikinci tabakasıdır! İlmini ve garib konuşmalarını zenginlere ve makam sahiplerine tahsis edip, ihtiyaç erbabına hiçbir şey vermeye çalışmayan bir grup âlim vardır ki bu grubun azap yeri, ateşin üçüncü ta bakasıdır. Diğer bir grup âlim vardır ki, kendilerini fetvacı zanneder, yanlış fetva verir (zorlamalar yapar)lar. Halbuki Allah Teâlâ kendilerini zorlayanlara (veya bilir bilmez konuşanlar)a buğz eder! Bunlar ateşin dördüncü taba kasmdadırlar. Bir kısım âlim de vardır ki ilmi çok görün sün diye yahudi ve hristiyanların kelâmıyla konuşur. Bunlar da ateşin beşinci tabakasmdadır. Başka bir grup ise, kibir ve gurur yükünü sırtlar, başkalarına va'z ettiği zaman katı davranır ve azarlar, kendisine va'z edildiği zaman, gu ruru ve kibri sebebiyle nasihat dinlemez, işte bu da ateşin yedinci tabakasındadır. Kardeşim! Sen susmayı tercih et! Susmayı tercih et ki, bu hâlinle şeytanı mağlup edebilesin! Gereksiz yere gülmekten ve ihtiyacın olmayan bir yere doğru yürümekten sakın!206

Bir başka hadîste şöyle buyurulmaktadır:
Bazen doğudan batıya kadar fezayı dolduracak derecede kişinin medh-ü senâsı yayılır; fakat bunun Allah indindeki değeri bir sivrisinek kanadı kadar bile değildir.207

Rivayet edilir ki; Horasanlı bir kişi, memleketine dönmek üzere iken, va'zından istifade ettiği Hasan Basrîye, içinde beşbin dirhem bulunan bir kese ve ince bir kumaştan yapılmış on elbise hediye eder ve der ki: 'Ey Ebu Said! Bu keseyi nafaka olarak ve bu elbiseleri de giyinmen için sana veriyorum'. Hasan Basrî şöyle karşılık ve rir: 'Allah sana âfiyet versin! Benim bu hediyelere ihtiyacım yok tur. Onun için bunları alıp götür. Zira benim kürsümde oturan bir kişi, halktan bu verdiklerine benzer şeyler alırsa, kıyamet günü de nasibi olmayan bir insan olarak Allah'ın huzuruna varır'.

Hz. Câbir mevkuf ve merfû olarak şöyle rivayet eder:
Her âlimin yanında oturmayınız! Ancak sizi beş şeyden vazgeçirip, buna mukabil beş şeye dâvet eden âlimlerin yanında oturun. 1) Şekten yakîne, 2) Riyadan ihlâsa, 3) Dünya isteğinden zühde (dünya terkine), 4) Kibirden tevâ zua, 5) Adâvetten nasihate...208

Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;
Derken birgün (Karun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler 'Ah, keşke Karun'a verilen mal gibi bizim de olsa; o gerçekten büyük bir nasip sahibidir' dediler. Kendilerine (ahiret ahvali hakkında) ilim verilenler de şöyle dediler: 'Ey Karun gibi, dünyayı isteyenler! Yazıklar olsun sizlere! İman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın (cennetteki) sevabı daha hayırlıdır. Ona (cennet ve sevaba ise) ancak ibadet üzerine sabredenler kavuşturulur.(Kasas/79-80)

Âyet-i celile, âhiret âlimlerini, âhireti dünyaya tercih etmekle nitelemektedir.
Ahiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, fiillerinin, sözle rine zıd olmadığı gibi, kendisinin yapmadığı bir fiili başkasına tav siye etmemesidir.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
(Ey âlimler) insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?(Bakara/44)

Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında en sevilme yen bir şeydir.(Sâf/3)

Allah Teâlâ Hz. Şuayb'ın kıssasında şöyle buyurur:
Şuayb şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bakayım! Eğer ben rabbimden bir peygamberlik üzerinde bulunuyorsam ve O,
bana katından güzel bir rızık vermiş ise ne yapayım? Ben aykırı hareket etmek suretiyle sizi alıkoyduğum şeylere kendim düşmek istemiyorum.(Hûd/88)

Allah'tan korkun, Allah size ilim öğretiyor. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.(Bakara/282)

Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzuruna va racağınızı bilin; takvâ sahibi mü'minlere cenneti müjdele!(Bakara 223)

Allah'tan korkun ve emrini dinleyin.(Mâide/108)

Allah Teâlâ, kulu ve rasûlü İsa'ya şöyle demiştir: 'Ey Meryem'in oğlu! Evvelâ nefsine nasihat et. Eğer bu nasihati nefsin kabul ederse, ondan sonra, nefsinin kabul ettiği şeyi halka tavsiye et. Şayet nefsin kabul etmezse onu başkalarına tavsiye etmekten, benden utanarak kaçın!'

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
İsrâ gecesinde bazı kavimlerin yanından geçtim. Gördüm ki dudakları ateşten imâl edilmiş makaslarla kesiliyor. Bunların kim olduğunu sordum. Onlar suâlime karşılık verdiler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz dünyada halka iyiliği em reder, fakat kendimiz yapmaz idik. Sakındırdığımız kötülükleri biz kendimiz yapardık.209

Ümmetimin helâk olması, fâcir âlim ile câhil âbidin yüzün dendir. Şerlilerin en korkuncu, âlimlerin kötüleridir; hayırlıların en hayırlısı ise, âlimlerin iyileridir,210

Evzâi211 şöyle demiştir: 'Kabirler, kâfir leşlerinden duydukları kötü kokudan Allah'a sığındıkları zaman, Allah Teâlâ onlara şöyle vahyetti. 'Kötü âlimlerin içi sizin içinizdeki lâşelerden daha pis kokuyor'.

Fudayl b. Iyaz şöyle der: 'Öğrenmeyenlere bir kat azap vardır, öğrenip de yapmayanlara yedi kat azap vardır'.

Şa'bî212 şöyle demiştir: 'Kıyamet gününde cennetliklerden bir grup başını kaldırıp cehennemliklerden başka bir gruba şöyle ses leneceklerdir: 'Sizi cehenneme sokan şey nedir? Halbuki sizin bize bildirmiş olduğunuz ilim ve edeb sayesinde Allah'ın rahmetine nail olduk ve cennete girdik. Siz nasıl oluyor da cehennemdesiniz?'

Cehennemde olanlar şöyle cevap verirler: 'Biz, hayrı emreder, fakat kendimiz yapmazdık, kötülüklerden sakındırır, fakat bu kö tülüğü kendimiz işlerdik. İşte bu sebepten cehennemde bulunuyoruz'.

Mâlik b. Dinar şöyle buyurmuştur: 'Âlim, ilmiyle amel etme dikçe, va'zı ve nasihati başkasının kalbinde yerleşemez. Yağmurun, kupkuru taşlara tesir edemediği gibi'.

Şair ne de güzel söylemiştir:
Ey halka nasihat eden vâiz! Sen itham olundun... Çünkü ayıp olarak bildirdiğin birçok şeyleri kendin işliyorsun. Var kuvvetinle halka nasihat ediyorsun. Fakat hayatımla yemin ederim ki felâketlerin bütününü sen topluyorsun. Dünyayı ve onu isteyen kişileri ayıplıyorsun; gerçekten sen, ayıpladığın o dünyayı, menettiğin kişilerden daha çok sevi yorsun.

Başka bir şair ise şöyle söyler:
Benzerini yaptığın bir fiili başkasına yasak etme; böyle bir hareket,senin için, en büyük ayıptır.

İbrahim b. Edhern213 şöyle buyuruyor: 'Bir zaman Mekke-i Mükerreme'de bulunuyordum. Bir taş gördüm. Üzerinde aynen şunlar yazılıydı: 'Beni çevir ve ibret al!' Taşı çevirdim ve bu sefer şöyle bir yazı ile karşılaştım: 'Bildiğinle amel etmeyen sen, niçin bilmediğin şeyin ilmini taleb ediyorsun!'

İbn Semmak214 şöyle buyurmuştur: 'Allah'ı hatırlatan nice kimseler vardır ki kendisi Allah'ı unutmuştur. Nice kimseler vardır ki, halkı Allah'a yaklaştırmaya çalışır, fakat kendisi ala bildiğine Allah'tan uzaktır. Gene nice kişiler vardır ki, Allah'ın Kitabı'nı okur, fakat okuduğundan bir fayda görmez!'
İbrahim b. Edhern şöyle buyurmuştur: 'Hiç yanılmayacak ka dar güzel konuşmalar yapıyoruz; fakat iş amele gelince, hep yanılıyor ve katîyyen doğru hareket etmiyoruz.

Evzâî der ki: Trab (bir ibâreyi gramere göre düzgün okumak) geldiği zaman kalpte bulunması gereken huşû gider'.

Mekhul215 Abdurrahman b. Ganem'den.şöyle rivayet eder: 'Hz. Peygamberin ashabından on kişi bana şöyle bir nakilde bulundu: 'Biz sahabîlerden bir grup, Kuba mescidinde ilim tedris ediyorduk. Bu esnada Allah'ın Râsûlü çıkageldi. Bizi, okur ve okutur halde gördükleri zaman şöyle buyurdular:
Öğrenebildiğiniz kadar öğreniniz; fakat öğrendiklerinizle amel etmedikçe, Allah öğrendiğiniz hiçbir şey ile size bir fayda vermeyecektir.216

Hz. İsa şöyle buyurmuştur: 'Öğrenip de öğrendiğiyle amel et meyen kişinin hâli; gizlice zina eden ve hâmile olduğu görüldüğü zaman rezil olan zâniye bir kadının durumuna benzer. Aynen zâniye kadın gibi, ilmiyle amel etmeyen kimse de, kıyamet gününde Allah Teâlâ tarafından mahşer ehlinin gözü önünde rezil edilir'.

Hz. Muaz şöyle buyuruyor: 'Âlimin hataya düşmesinden Allah'a sığınınız. Çünkü müslümanlar nezdindeki itibarı sebe biyle bir kısım halk onun sapıklığına uyabilir'.

Hz. Ömer (r.a) şöyle buyuruyor: 'Alim, bir hataya düştüğü za man, halkın bir kısmı onunla birlikte aynı hataya sürüklenir'.
Yine Hz. Ömer şöyle der: 'Üç şey vardır ki, onlarla bu âlemin nizamı sarsılır: Bunlardan biri âlimin hataya sapmasıdır'.217

İbn Mes'ud (r.a) şöyle demiştir: 'İnsanlar üzerine öyle bir za man gelecek ki, kalplerin tatlısı, acı olacaktır. Ne âlim ilminden ve ne de talebesi talebinden istifade etmeyecektir. O zamandaki âlimlerin kalpleri çorak ve tuzlu bir araziye benzer. Üzerine yağmur yağar, fakat yağmurun faydası arazide görülmez. Âlimlerin kalp leri dünyaya kaydığı ve dünyayı âhirete tercih ettiği zaman böyle kötü bir durum hâsıl olur.

İşte o zamanda Allah bu âlimlerin kalp lerinden hikmet pınarlarını söker alır, kalplerinde yanan hidayet meşalelerini söndürür. O zamanın âlimlerine rastladığınızda ken dilerini dilleriyle Allah'tan korkar görürsünüz. Halbuki amelle rindeki eksiklik açıkça görülür. İşte o zaman, diller alabildiğine zengin, kalpler ise o nisbette fakirdir. Kendisinden başka hak ilah bulunmayan Allah'a yemin ederim ki; bu korkunç manzaranın bi ricik sebebi; muallimlerin, öğrettiklerini sadece Allah'ın rızasını tahsil için yapmamaları, talebelerin de öğrendiklerini Allah için öğrenmemeleridir.

Tevrat ve İncil'de 'Bildiğinizle amel etmedikçe bilmediklerinizi aramayın' hükmü yer alır.
Hz. Huzeyfe şöyle buyuruyor: 'Siz öyle bir zamandasınız ki, bil diklerinizin onda birini terketseniz helâk olursunuz. Fakat bir za man gelecektir ki, kişi bildiğinin onda birini tatbik ettiği takdirde kurtulacaktır. Bunun sebebi; o zamanda tembellerin çoğalmasıdır'. Âlimin misali, kadı'nın misaline benzer.

Kadılar hakkında Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Kadılar üç kısma ayrılır:
1- Bildiği halde hak ile hükmeden kadı, ki böyle bir kadı, cennetliktir.
2- İster bilsin isterse bilmesin, zulümle hükmeden kadı ki
böylesi cehennemliktir.
3- Allah'ın emrinin dışındaki birtakım hükümlerle hükme
den kadı ki bu da cehennem ehlindendir.218

Ka'b'ul-Ahbar şöyle der219: 'Âhir zamanda insanları dünyadan soğutup kendileri bütün güçleriyle dünyaya sarılan; halkı Allah'ın azabından korkutup kendileri korkmayan; yöneticilerin yanma girmekten men edip kendileri yöneticilerin eşiğini aşındıran; dünyayı âhirete tercih eden; zenginlerle konuşup, fakirlerden uzaklaşan; karılarını kıskanan bir koca gibi, ilmini başkalarından kıskanan, kendini dinleyenlerden biri, bir başka vaize gittiği zaman hiddete kapılan âlimler'olacaktır. İşte mütekebbir ve Allah'ın düşmanları bunlardır'.
Efendimiz şöyle buyurur:'Şeytan sizi çoğu zaman ilimle al datır'. 'Ey Allah'ın Rasûlü, bizi nasıl aldatır?' diye sorulduğunda Hz. Peygamber İlim öğrenin, fakat iyice öğrenmedikçe ilminizle amel etmeyin' demekle sizi ilme teşvik eder gibi görünüp amelden uzaklaştırır. Öyle ki sonunda eceliniz sizi amelsiz yakalar'.220

Sırrı es-Sakatî şöyle buyurmuştur: 'Şiddetle zâhir ilmini elde etmeye taraftar olan birisi, birden köşesine çekilip amel etmeye ko yuldu. Kendisinden bunun sebebini sorduğum zaman şöyle cevap verdi: "Bana rüyamda 'Allah seni zâyi etsin, daha ne zamana ka dar ilmi zâyi edeceksin' diyen bir zât gördüm. Bu söz üzerine, ilmi zâyi etmediğimi, ancak ezberlemek için büyük gayret sarfettiğimi ilave ettim. Bunun üzerine bana şöyle cevap verdi: 'Bir ilmin hıfzedilmesi onunla amel etmek demektir'. İşte bu rüyadan sonra ilim tahsil etmeyi bırakarak amel etmeye başladım".

İbn Mes'ud şöyle der: İlim korkudur; yoksa kof ve çok rivayet leri bilmek değildir'.

Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: 'İstediğiniz kadar ilim öğreniniz; fakat Allah'a yemin ederim ki o ilimle amel etmezseniz Allah size hiçbir zaman sevap vermez. Sefihlerin gayesi, ilmi sa dece rivayet etmektir. Âlimlerin gayesi ise, rivayet değil, o ilme ri ayet etmektir'.

Mâlik şöyle demiştir: İlim tahsil etmek çok güzel birşeydir. İlmi neşretmek daha da güzeldir. Fakat iyi niyetli olmak şartıyla. Öyleyse sabahtan akşama kadar senden ayrılmayan amelleri göz den geçir ve hiçbir şeyi onlara tercih etme'.

İbn Mes'ud şöyle der: 'Kur'an, hayat düsturu olsun diye indi rilmiştir. Halbuki siz, kur'an'ın sadece okunmasını amel kabul ediyorsunuz. Sizden sonra bir kavim gelecektir. Kur'an'ı mızrak gibi sadece harflerin mahreclerine riayet ederek dümdüz okuya caklardır. Fakat onların en hayırlınız olduğunu sanmayınız. Zira bildiği ile amel etmeyen kişi, aynen ilaçların ismini teker teker sa yan ve özelliklerini beyan eden hasta; yemeklerin lezzetini sayan fakat bilfiil tatma imkânı bulamayan açlar gibidir'.

Bu mânâyı ifade eden aşağıdaki ayet-i celîleyi birlikte oku yalım:
Allah'a isnad ettiğiniz (noksan) vasıflardan ötürü size yazıklar olsun.(Enbiya/18)

Bir hadîste şöyle buyurulmaktadır:
Ümmetim için korktuğumun bazısı, âlimin hataya kayması ile münafığın Kur'an hakkındaki cedelidir.221

Âhiret âlimini dünya âlimlerinden ayıran hususiyetlerden bi risi de; âhirette menfaat verecek olan ibadetlere teşvik edici ilmin tahsiline koyulmak; menfaati az olan cedele ve kıyl-ü kaale çokça yer veren ilimlerden uzak durmaktır.

Ameli teşvik eden ilimlerden yüzçevirip cedelle uğraşan bir âlimin durumu, birçok hastalıklara müptelâ olup çok sıkıştığı bir anda hâzık bir doktora rastlayan, doktoru elinden kaçırma ihti mali olduğu halde hastalıklarına baktırmayan; aksine, ilâçların mahiyetini sormaya kalkışan, tıp ilminin zor meselelerine dalan ve bizzat içinde bulunduğu hayatî meseleleri terkeden hastaya benzer. Böyle bir davranış, hamakatın en son haddi değil de nedir?

Rivayet olunduğuna göre, bir kişi Hz. Peygamber'in huzuruna girer ve Hz. Peygamberi şöyle sorar:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bana ilmin gariblerini öğret!
- İlmin başı hakkında ne yaptın?
- İlmin başı nedir?
- Hz. Peygamber'i tanıdın mı?
- Evet!
- Allah hakkında ne yaptın?
- Allah'ın dediğini yaptım.
- Ölümü tanıdın mı?
-Evet
- O halde ölüm için ne hazırladın?
- Allah neyi dilemişse onu!
- İşte git, onları güzelce yap, ondan sonra gel de sana ilmin ga rib meselelerini öğretelim.222

İlim yolcuları Şakik-i Belhî'nin öğrencisi olan Hatem-i Esem'in rivayet ettiği cinsten olmalıdır.

Bir gün Şakik, talebesi Hatem'e sorar:
- Ne kadar zamandır benim derslerime devam ediyorsun?
- Otuzüç seneden beri...
- O halde söyle bakalım; bu zaman zarfında benden neler
öğrendin?
- Sizden sekiz mesele öğrendim efendim.
- İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. Ömrüm seninle birlikte geçti de, sen benden ancak sekiz mesele öğrendin öyle mi?
- Ey hocam yalan söylemeyi sevmem, ben bu sekiz meseleden
başkasını öğrenmedim.
- O halde benden öğrendiğin sekiz meselenin ne olduğunu anlat bakalım.
- Mahlûkata baktım, her birinin bir dostu olduğunu gördüm.
Fakat bütün bu dostlar, kendilerini, en çok kabire kadar tâkip etmekte ve orada bırakarak geri dönmektedir. Bunu görünce, ken
dime, sevapları dost edindim ki mezarda da benden ayrılanlasın ve beni tâkip etsinler.
- Çok güzel söyledin! İkincisi nedir?
- Allah Teâlâ'nın 'Fakat her kim de rabbinin makamından
korkmuş ve nefsini kötülüklerden alıkoymuşsa, onun varacağı yer
muhakkak cennettir' (Nâziat/40-41) ayetine baktım ve bildim ki
hak, ancak Allah'ın sözündedir. Onun için var kuvvetim ile nef
simi şehvetlerden uzaklaştırmaya çalışıp Allah'ın ibadetlerinde istikrara kavuşturdum.

Öğrendiğim üçüncü mesele: Gene bu mahlûkata baktım ve gördüm ki, herkesin yanında kıymetli saydığı bir eşya vardır ve bu
onu yükseltmektedir. Allah Teâlâ'nırı 'Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir; Allah katındaki rahmet hazineleri ise bâkidir' (Nahl/96) sözünü düşündüm. Onun için elime ne geçerse, nefsime kıymetli görünen ne varsa onu Allah'ın yanına korusun diye gönderiyorum. (O'nun rızasını kazanmak için dağıtıyorum)

Dördüncüsü, şu mahlûkata baktığım zaman gördüm ki, her biri, mala, ticarete, sana ve şöhrete meylediyor. Bütün bunların mânâsını düşündüm ve hepsinin boş şeyler olduğuna karar ver dim. Sonra Allah Teâlâ'nın şu ayetine baktım: 'Sizin en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır' (Hucurât/13). Bu ayeti gördükten sonra takvâya sarılarak Allah nezdinde şerefli olmayı istedim.

Beşincisi, şu mahlûkâta baktım ve gördüm ki, birbirine taarruz eder, birbirini kötüler ve lânet okur. Bütün bu hareketlerin sebebini hasedde gördüm. Sonra Allah Teâlâ'nm şu ayet-i celilesine dik katle eğildim: 'Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki rızıklarmı aralarında biz böldük' (Zuhruf/32). Bu ayetin ifade ettiği mânâya sarılarak hasedden şiddetle kaçtım; çünkü rızık taksimatını Allah Teâlâ'nm yaptığına katiyetle iman ettim. Böyle olunca halktan kaçmayı tercih ettim, halkın düşmanlığından kendimi korumuş oldum.

Altıncısı, halka baktım ve gördüm ki herkes birbirine saldırıp kavga ediyorlar. Bu manzarayı görünce Allah'ın şu ayetini düşündüm: 'Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır; siz de onu düşman edinin' (Fâtır/6). Sadece ezelî düşmanımız olan şeytana düşman kesildim ve son derece hassas tedbirler alarak ondan öcümüzü almaya çalıştım. Çünkü onun bana düşman olduğuna Allah şahidlik etmektedir. Şu halde ondan başkasına düşmanlık beslemeyi bırakmak benim için vazife oldu.

Yedincisi, baktım şu mahlûkata ve gördüm ki, herkes bir parça ekmeğin arkasında koşarak kendini rezil ediyor. Bir parça ekmeğe sahip olmak için gayri meşrû işler yapıyor. Bunu görünce Allah Teâlâ'nm şu ayetini düşündüm: 'Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkı Allah'a aittir' (Hûd/6). Bildim ki, rızkı Allah'a ait olan canlılardan biri de benim. Bundan ötürü Allah için gere ken vazifeye daldım. Âdil olan Allah'ın nezdindeki rızkımı ise Allah'ın merhametine bıraktım.

Sekizinci ise, bakıp gördüm ki, insanların herbiri, kendisi gibi yaratık olanlardan birine sırtını dayamış. Kimisi tarlasına, kimisi ticaretine, kimisi beden gücüne ve kimisi de sanatına güven mekte... O zaman Allah'ın şu ayetine sarıldım ve sadece Allah'a tevekkül ettim, yalnız o bana kâfidir dedim: 'Kim Allah'a tevekkül ederse O ona yeter; muhakkak ki Allah emrini yerine getirendir' (Talâk/3).

Bunun üzerine Şakik 'Ey Hâtem! Allah seni muvaffak etsin. Ben Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan ilimlerine baktım ve gördüğüm diyanet ve hayır çeşitleri, senin saydığın nesnelerden başkası değildir. Her müsbet şey, senin saydığın sekiz temel üzerine bina edilmiştir. Bu saydığın sekiz şeyle amel eden bir kimse Allah'ın peygamberlerine göndermiş olduğu dört kitaba da uygun hareket etmiş olur dedi.

İlmin bu dalını öğrenmeye ancak âhiret âlimleri gayret sarfe derler. Dünyaya dalan âlimler ise, rütbe ve mal hangi ilimle elde edilirse onun peşinde koşarlar. Onun için Allah'ın peygamberle rini vazifelendirip gönderdiği ilimleri tamamen ihmal ederler.

Dahhak b. Mezahim223 "Selef âlimlerine yetiştim. Birbirlerinden takvâ ilmini öğreniyorlardı. Fakat bugünün âlimle rinin ise, birbirlerinden, yalnız kelâm ilmini öğrendiklerini görü yorum' demiştir.

Ahiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de mesken, ev eşyası, elbise, yiyecek ve içeceklerinde şatafata kaçmamak ve israf etme mektir. Bu hususlarda kendisini selef âlimlerine benzetmelidir. Bunların en azıyla iktifa etmeye bakmalıdır. Aza doğru meylettikçe Allah'a yaklaştığını bilmelidir. Ancak böyle davranmakla âhiret âlimleri zümresine dahil olabileceğine inanmalıdır.

Bu keyfiyete Hatem-i Esem'in talebelerinden Ebu Abdullah el-Havas'dan nakledilen bir hikâye de işaret etmektedir. Ebu Abdullah şöyle anlatır:
- Hatem'le birlikte Horasan'a bağlı olan Rey şehrine girdik. Beraberimizde üçyüz yirmi kişi daha vardı. Sırtlarında ne yünlü
cübbeler, ne de azıklarını muhafaza edecek bir torbaları vardı. Hatem'le birlikte hacca gidiyorlardı. Adı geçen şehirde derviş meşrebli bir tüccara misafir olduk. Bu zat, yoksulları seven bir kişi olduğundan o gece bizi de misafir etmişti. Sabah olduğunda Hatem'e şöyle dedi:
- Şehrimizde hasta bir fakih var; onu ziyaret etmeye gidiyorum; bana bir diyeceğiniz var mı?
- Bir hastayı ziyaret etmek büyük bir fazilettir; hele hele bir fakihin yüzüne bakmak ibadettir. Onun için ben de seninle birlikteziyarete geliyorum.
Hasta fakih Muhammed b. Mukatil aynı zamanda Rey şehrinin kadısı idi. Fakihirı evine geldiğimiz zaman güzel ve yük sek bir kâşane ile karşılaştık. Hatem bir müddet düşündü ve sonra şöyle sordu:
- Bu gördüğüm bina hakikaten bir fakihe mi aittir?
O sırada kapı açılmış ve girmemize izin verilmişti. İçeri girdiğimiz zaman geniş salonlar, gayet kıymetli eşyalar ve bütün bu değerli şeylere uygun zengin perdelerle karşılaştık. Bu manzarayı gören Hatem'in düşünceli tavrı daha da kesin bir hâl aldı. Derken hastanın yattığı odaya girdik. Göze ilk çarpan şey odanın gayet kıymetli ve yumuşak halılarla döşeli oluşu idi. Hasta, gayet rahat bir yatağa uzanmış, başında da kendini yelpazeleyen bir hizmetkâr vardı. Ziyaretçi tüccar, hastanın yanma giderek oturdu. Hatem ise ayakta bekledi. Bir ara gözünü açan hasta ayakta gördüğü Hatem'e oturması için işaret etti. Bu işareti alan Hatem şöyle dedi:
- Ben oturmam.
- Bir şeye mi ihtiyacın var?
- Evet
- Nedir ihtiyacın?
- Senden bir mesele hususunda bilgi almak istiyorum. Hasta:
- Söyle bakalım neymiş meselen?
- Evvela yatağında dikilerek otur da ondan sonra sorayım suâlimi!'
Bunun üzerine hasta, yatağın içinde doğrularak oturdu. Hatem sualini sormaya başladı.
- Sen ilmini kimden aldın?
- îtimad edilen birçok âlimden.
- Onlar kimden öğrenmişlerdi?
- Allah'ın Rasûlü'nün ashabından öğrenmişlerdi.
- Ashab kimden öğrenmişti?
- Allah'ın Rasûlü'nden.
- Allah'ın Rasûlü kimden öğrendi?
- O da Cebrail'den, Cebrail ise Allah'tan öğrendi.
- Öyleyse söyle bana! Cebrail'in Allah'tan, Rasûl'ün Cebrail'den, sahâbîlerin Rasûl'den, senin hocalarının sahâbîlerden aldığı ilimde; senin evin gibi şatafatlı bir meskene sahip olan insanın Allah nezdindeki mertebesinin yüksek olduğuna dair bir bilgi var mı?
- Hayır!
- O halde sen nereden işiterek bu debdebeli hayata daldın? Daha doğrusu sana ders veren hocalar ne dediler bu konuda?
- Onlardan öğrendiğim şey şu olmuştu: Allah'ın indinde makbul bir kul olabilmek için, âhiret âlemine yönelmek, dünyaya tapmaktan kaçmak ve fakirleri sevmek, âhirete talip olup dünyayabağlanmamak gibi yüce ahlâklar lâzımdır.
- Öyleyse sen bu işlerinde kime uydun? Hz. Peygambere mi,
sahabîlere mi, salih kimselere mi? Yoksa dünyada ilk tuğla ve taş evler yaptırıp içinde oturan Nemrud ve Firavun'a mı? Ey kötü âlimler! Sizin gibi dünyaya sarılan âlimler, halka çok kötü örnek oluyorlar. Böyle âlimleri gören halk 'Mâdem ki âlim böyle yapıyor, demek ki böyle yapmakta bir günah yok; ben ondan daha üstün ve faziletli değilim ya?' diyerek sizleri takip ediyor.
Bundan sonra hiçbir şey söylemeden oradan çıkıp gitti. Bu hâ diseden sonra İbn Mukatil'in hastalığı büsbütün arttı.
Hatem ile İbn Mukatil arasında geçenleri işiten halk, Hatem'i ziyaret etmeye başladı. Bu arada içlerinden bazıları Kazvin şehrinde Tenafûsî isimli fakih bir zatın yaşadığını, onun debdebe sinin İbn Mukatil'inkinden kat be kat fazla olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hatem, Tenafûsi'yi görmek için Kazvin'e gitti. Onu bularak huzuruna çıktı.
- Ey İmam! Allah'ın rızası üzerine olsun. Ben Acem diyarından gelme garip bir kişiyim; bana dinimin başını ve namazımın anahtarını öğretmeni istiyorum. Bu nedenle bana abdestin nasıl alınacağını öğretmelisiniz.
Tenafûsî 'Hay hay, başüstüne' deyip hizmetçisinden abdest kabını istedi. Hizmetkâr, emri yerine getirdi. Tenafûsî oturarak abdest almaya başladı. Bütün âzalarını üçer kere yıkayarak abdes tini aldı ve sonra Hatem'e dönerek şöyle dedi:
- İşte abdest böyle alınır!
- Lüften yerinizden ayrılmayın. Ben huzurunuzda bir abdest alayım, siz de beni seyredin. Bakalım tarifiniz üzere abdesti öğrenebilmişmiyim? Öğrenememişsem siz beni düzeltin.

Hatem başladı abdest almaya. Fakat âzalarını üçer kere yıkayacağı yerde dörder kere yıkadı. Abdest bittikten sonra Tenafûsî şöyle söyledi:
- Olmadı, âzalarına fazla su dökmek suretiyle israf etmiş oldun.
- Neden israf olsun.
- Neden olacak? Azalarını üçer kere yıkayacağına dörder kere yıkadığın için?
- Sübhanallah'il-azim! Ben bir avuç fazla su dökmekle müsrif oluyorum da, sen bu kadar debdebe içinde nasıl oluyor da israf etmemiş bir adam olabiliyorsun?
Tenafûsî, kendisine gelen kişinin öğrenmeye değil, denemeye geldiğini anladı ve evine kapanarak utancından kırk gün halkın içine çıkamadı. Hatem Bağdad'a geldiği zaman kendisini ziyarete geliyorlar ve şöyle söylüyorlardı: 'Sen Acem diyarından gelme bir garip kişisin; oysa seninle karşılaşan her âlimi susturuyorsun. Bunun hikmeti nedir?' Hatem Tanımda bulunan şu üç hasletle onları susturuyorum' dedi:
1. Hasmım isabetli bir fikir ileri sürdüğü zaman seviniyorum.
2. Şayet hasmım yanılırsa fevkalâde üzüntü duyuyorum.
3. Hasmımı kırmamak için cehaletini yüzüne vurmamaya son
derece dikkat ediyorum.
Ahmed b. Hanbel, Hatem'in bu sözünü işittiği zaman Sübhanallah! Ne akıllı kişiymiş' diyerek onu ziyaret etmeyi em retmişti. Talebeleriyle birlikte Hatem'in huzuruna vardığı zaman 'Ey Ebu Abdurrahman! Dünyada nasıl selâmette kalınır?' diye bir sual sordu. Hatem: 'Ey Ebu Abdullah! (İmam Ahmed'in künyesi) Beraberinde dört haslet bulunmadıkça dünyada selâmet bula mazsın!
1) Halkın cehaletini affedeceksin.
2) Onlara karşı cehalet göstermemeye azamî dikkati sarfedeceksin.
3. Malını onlara vereceksin.
4) Onlardan hiçbir şey talep etmeyeceksin ve almayacaksın.
Hatem, Medine'ye doğru yol aldı. Medine halkı onu karşılamaya çıkmışlardı. Hatem halka şöyle seslendi: 'Ey ahali! Bu şehir hangi şehirdir?'
- Allah'ın Rasûlü'nün şehridir!
- O halde bana Allah'ın Rasülü'nün kâşânesini gösterin, orada teberrüken iki rek'at namaz kılayım'.
- Hz. Peygamberin kâşânesi yok ki; onun küçücük ve basit bir evceğizi vardı.
- O halde sahabîlerinkini gösterin, orada kılayım.
- Onların da böyle evleri yoktu. Onların evleri yerlere bitişik ve gayet mütevazi evlerdi.
- Ey ahali! Öyleyse burası Hz. Peygamberin değil, Firavun'un şehridir.
Bu söz üzerine Hatem'i tutup valinin yanına götürdüler: 'Bu yabancı Medine'ye Firavun'un şehri demektedir' diye onu valiye şikayet ettiler. Vali, Hatem'e niçin böyle dediğini sorunca, Hatem: 'Acele etme! Ben Acem diyarından gelme bir garip kişiyim. Bulunduğum yerin neresi olduğunu bilmiyordum. Öğreneyim diye sual sordum. Cevap olarak burasının Hz. Peygamberin şehri olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz Peygamberin hanesi ne rededir diye soracak oldum ve bana şöyle şöyle dediler...'
Hatem daha sonra sözlerine şunu ilâve etti:
- Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Gerçekten Allah'ı ve âhiret gü nünü arzulayan ve Allah'ı çok zikredenler için Allah'ın Rasûlü'nde güzel örnekler vardır' (Ahzab/21). O halde ey bu şehrin sâkinleri! Size soruyorum! Hz. Peygamber'e mi, yoksa yeryüzünde ilk tuğla binayı yapan Firavun'a mı uyuyorsunuz?
Hatem'in bu suali karşısında cevap vermekten âciz kalan Medineliler dağılıp gittiler.
İşte Hatem-i Esem'in hikâyesi budur...

Selef-i sâlihînin biyografilerinden bahsettiğimiz yerlerde, on ların nasıl süsü terkedip, mütevazi kıyafetlere rağbet ettiklerini yeri geldikçe beyan edeceğiz.

Bu meselede derin bir tedkik yapacak olursak, şöyle bir karara varırız: 'Mubah ile süslenmek haram değilse de, süse fazla rağbet etmek insana ünsiyet kazandırır ve bir daha süsten ayrılmak zor gelir. Konforlu hayatı devam ettirmek için birçok sebeplere tevessül edilir. İşte bunları korumak için de haramın tâ kendisi olan mü dahane etmeyi, halkın iltifatına mazhar olmaya çalışmayı, riyak ârlık yapmayı ve daha başka nice mahzurlu şeyleri yapmayı bera berinde getirir. Onun için sâlim yol, konforlu hayattan uzak kal maktır. Çünkü dünyaya dalan, kesinlikle felâkettedir. Eğer dün yaya dalmakla kurtuluş, yanyana mümkün olabilseydi, Hz. Peygamber bu dünyaya sırt çevirmezdi. Hatta o kadar ki, hutbe okuduğu zaman parmağında bulunan altın yüzüğü ve sırtında bu lunan nakışlı gömleği bile çıkarırdı. Daha neler de neler...
Bütün bunların tafsilâtı, kitabımızın ilerideki bölümlerinde ge lecektir.
Hikâye edilir ki, Yahya b. Yezid224 İmam Mâlik'e şu mektubu yazmıştır:

Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle başlarım. Allah'ın salât ve selâmı evvelin ve âhirin, geçmiş ve bütün geleceklerin efendisi Hz. Muhammed Mustafa'ya olsun! Bu mektup, Yahya b. Yezid b. Abdülmelik'den Mâlik b. Enes'e yazılmıştır.
Ey Mâlik! İşitiyorum ki sen ince elbiseler giyerek, elenmiş unlardan yapılmış ekmekler yiyormuşsun. Mefruşat üze rinde oturuyor, kapında nöbetçiler bekletiyormuşsun. Halbuki sen, ilim kürsüsünü işgal eden bir zatsın; tâ uzak diyarlardan develerin göğüsleri dövüle dövüle sana gelini yor. Halk sana koşup seni imam biliyor ve senin sözlerine kulak vererek arkanda gidiyor. O halde ey Mâlik! Allah'tan kork ve tevazûdan ayrılma. Benden sana bir nasihat olmak üzere bu mektubu yazıyorum. Mektubumun içindekileri Allah'tan başka kimse bilmiyor. Allah'ın selâmı üzerine olsun'.

İmam Mâlik cevap olarak Yahya'ya şu mektubu yazar:
Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle mektubuma başlıyorum. Allah Teâlâ, efendimize, onun âline ve ashabına sâlat ve selâm etsin. Bu mektup, Mâlik b. Enes'den Yahya b. Yezid'e yazılmıştır. Allah'ın selâmı üzerine olsun!
Mektubunuz elime geçti. Nasihat, şefkat ve edeb olarak kal bimde yerleşti. Allah Teâlâ seni takvâ ile bezesin. Nasihatından dolayı sana hayırlar ihsan etsin. Ben Allah'tan tevfikini isterim. İbadete doğru atılan adımlar ve günahtan dönmek, ancak büyük Allah'ın verdiği kuvvet ve kudretle olur. Benim elenmiş unlardan yapılmış ekmekler yemem, ince elbiseler giymem, kapımda nöbetçiler beklet mem ve yumuşak minderler üzerinde oturmam meselesine gelince; bunların hepsini yapar ve Allah'tan af dileriz. Zira, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti (elbiseleri) temiz ve helâl rızıkları kim haram etmiştir? De ki: Bu ziynet ve hoş rızık, dünya hayatından iman edenler içindir. (Kâfirler de faydalanır) Fakat kıyamet gününde yalnız mü'minler için dir. Böylece ayetleri açıklıyoruz. (A'raf/32)

Hiç şüphe yok ki, ben bunları yapmamanın, yapmaktan daha hayırlı olduğunu çok iyi biliyorum. Mektubunu bizden esirgeme! Biz de size daima mektup göndermeye devam edeceğiz. Allah'ın selâmı senin üzerine olsun!

İmam Mâlik'in insafını görüyorsunuz! Helâl olduğu halde debdebe ifade eden şeyleri giymemeyi giymekten iyi buluyor. Fakat helâl olanı yapmak için fetva vermekten de bir an olsun geri durmuyor.

Hazret, iki fetvada haklıdır. İmam Mâlik gibi büyük bir insan dahi, nasihatla kendisine çeki düzen veriyor. Çünkü kendisini ku surlu bulabiliyor. O Mâlik ki mübahların hududunda kendini dur durmaya muktedir bir insandır. Mübahları elde etmek için dalka vukluk, riyakârlık ve gayri meşru işlere kaymaz. Fakat herkes İmam Mâlik gibi mübahların hududunda kendini tutmaya muk tedir olamaz. Onun için bu gibi insanların normali aşan mübah larla lezzetlenmeleri kendileri için büyük tehlikedir.

Nefsine hâ kim olamama ihtimali bulunan kimselerin aşırı bir derecede mü baha dalmaları korku makamından uzak kaldıklarını gösterir. Halbuki âlimlerin özelliği Allah'tan çokça korkmaktır. Korkunun belirtisi ise, tehlike kokusu bulunan sahalardan uzak durmaktır.

Ahiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, sultanlara sokul maktan uzak kalmaktır. Yanlarına yaklaşmak zorunda kalındığı takdirde hiçbir şekilde onlara sokulmamaktır. Hatta sultanlar, kendi kapılarına gelse bile onlara yakınlık göstermekten kaçınmalıdır; zira dünya tatlıdır, zarar verici yemyeşil bir mera gibidir. Bu tatlı ve zevkli meranın gemleri sultanların elindedir. Sultanlara yaklaşmak isteyen bir kişi onları memnun etmek zo runda kalır. Zâlim olsalar bile kalplerini kazanmaya gayret sarfe der. Halbuki her dindar insanın vazifesi, sultanların kötülüklerini kabul ve tasvip etmemektir, Sultanların kötülüklerini söylemek suretiyle göğüslerini daraltmak vazifesi dindar kişilere düşmektedir.

Uygunsuz olan hareketlerini takbih etmek gerekmektedir. Bu bakımdan, onların yanına girip çıkan kişiler ya onların debdebele rine bakar, bu debdebeye nisbetle kendisine verilen nimetleri küçük görmeye başlar; yahut da nimetlere kavuşmak maksadıyla onların uygunsuz hareketlerine katılmak zorunda kalır veya onları kendisinden razı etmek ve kendilerini hoşnut etmek için güzel ve met hedici konuşmalar yapar bu davranış ise apaçık bir iftiradır veya ellerindeki dünyalıktan tam istifade etmeye kalkar. Bu ise haram dan başka birşey değildir. Sultanların mallarından ve sahip olduk ları şeylerden nelerin alınıp nelerin alınmayacağını ilerideki Helâl ve Haram bölümünde izah edeceğiz.

Kısaca sultanlarla yakın ilişkiler kurmak her şerrin anah tarıdır. Âhiret âlimlerinin yolu, ihtiyatı katiyyen elden bırakmamaktır.

Kim çölde yaşarsa, (kalbi) katılaşır. Avlanan kişi de, Allah'tan gafil olur; sultana sokulan ise, fitnelere düşer.225

Benden sonra başınıza bir kısım yöneticiler geçecektir; on lardan kabul edeceğiniz hareketler olduğu gibi redde deceğiniz hareketler de olacaktır. Onların hareketlerini red deden bir kimse, kendini günahtan korumuş olur. Onları hoş görmeyen bir kimse ise, selâmette kalır. Fakat onlara tâbii olan ve hallerinden razı bulunanı Allah rahmetinden uzaklaştırır.
Sahabe 'Biz onlarla muharebe edelim mi?' diye sorunca, Hz. Peygamber 'Hayır! Onlar namazı kıldıkça onlarla muha rebe etmeyiniz'dedi.226

Süfyan es-Sevrî şöyle buyurmuştur: 'Cehennemde bir vâdi vardır; oranın sakinleri padişahları ve sultanları ziyaret eden âlimlerdir'.

Hz. Huzeyfe b. Yeman şöyle buyuruyor: 'Fitne yerlerinden sakınınız!' 'Fitne yeri hangisidir' diye sorulduğunda Huzeyfe şöyle cevap verdi: 'Emirlerin kapılarıdır. İçinizden herhangi birisi emî rin huzuruna girdiği zaman mecbûren emîrin yalanlarını tasdik edip, onda bulunmayan meziyetleri sayıp dökecektir'.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Âlimler, yöneticilerle düşüp kalkmadıkça insanlar arasında peygamberlerin vekilleridir. Fakat yöneticilerle düşüp kalkmaya başladıkları zaman peygamberlere ihanet etmiş olurlar. İşte o zaman böyle âlimlerden kendinizi korumak için uzaklaşınız.227

A'meş'i ziyarete gelenler 'Çok çok talebe yetiştirmek suretiyle ilmi ihya ettin' dediler. A'meş 'Hüküm vermekte acele etmeyin! Benden ilim öğrenenlerin üçte biri öldü, hem de yetişmeden. Üçte biri ise padişah kapısından ayrılamamakta ve böylece insanların en kötüsü olmaktadır. Kalan üçte birinin de çok az bir miktarı fel âha kavuşur' buyurdu.

Bu hikmete işaret etmek için, Said b. Müseyyeb İdareci sınıfla düşüp kalkan âlimler buğzedilmeye en müstahak kimselerdir', buyurmuştur.
Evzâî 'Allah nezdinde, olur olmaz zamanlarda yöneticilerin huzuruna çıkan âlimlerden daha fazla buğzedilmeye lâyık kul yok tur' demiştir.

Alimlerin en şerlileri yöneticilerin, yöneticilerin en iyisi de âlimlerin ayağına gidenlerdir.228

Mekhûl şöyle demiştir: 'Kur'an'ı öğrenip, fıkıh ilmini elde et tikten sonra, servetinden istifade etmek maksadıyla sultana yaklaşan ve ona dalkavukluk eden kimse, bu maksatla attığı adımlar sayısınca cehennem denizine yaklaşmış olur'.

Semnun229 şöyle der: 'O ne kötü âlimdir ki, birşeyler öğrenmek için meclisine gidenler, emîrin yanında olduğunu öğrenirler'.
Yine Semnun Şöyle buyurmuştur: 'Daha evvel, hocalarımdan dinlemiştim, diyorlardı ki: Âlimin dünyaya bağlı olduğunu gördüğünüz zaman kendisini din hususunda itham ediniz. (Yani dinî konularda ona güvenmeyiniz!) Ben bunu bizzat denedim. Padişahın huzuruna girip çıktığım zaman nefsimi hesaba çektim ve gördüm ki, bazı yerlerde tehlikeye girmişim. Halbuki herkesin bildiği gibi, sultana karşı en ağır ve en galiz konuşmayı ben yapıyordum. Ona en çok ben muhalefet gösteriyordum. Buna rağmen, yine de tam mânâsıyla tehlikelerden kurtulamıyordum. Bir yudum suyunu içmediğim ve hiçbir şeyini kabul etmediğim halde, benim yerime bir başkasının onun yanına gitmesini istiyor dum'.

Sözüne devamla şöyle buyurmuştur: 'Zamanımızdaki âlimler Benî İsrail âlimlerinden daha kötüdür. Çünkü zamanımızın âlim leri, sultanların istediği ruhsatı ve fetvayı veriyor ve onların is tediği gibi konuşuyor. Şayet sultana, vazifelerini hatırlatan konuşmalar yapsa idiler ki sultana pek ağır gelecektir. Onun için bu kişilerin bir daha huzuruna gelmelerini istemiyecektir ve böyle olunca da Allah nezdinde kurtulmuş olacaklardı'.
Hasan Basrî şöyle buyurmuştur: 'Sizden evvel, İslâm dininde ve Hz. Peygamber'in sohbetinde râsih bir kimse vardı.
(Abdullah b. Mübârek, bu kişinin Sa'd b. Ebi Vakkas olduğuna işaret etmiştir) Bu zat, yöneticilerin yanına girip çıkmaz, aksine, onlardan daima kaçardı. Bundan dolayı ihtiyaç içerisinde kalan çocukları kendi sine 'Yöneticilerin yanına girip çıkanlar hiçbir şekilde senin ka dar Hz. Peygamber ile sohbet etmemişler ve senden evvel müslü man olmamışlardır. Öyleyse sen de bu yöneticilerin huzuruna gi rip çıksan ve bize birşeyler temin etmeye çalışsan iyi olur' dediler. Adam 'Evlâtlarım! Dört tarafından leşlerle çevrilmiş bir yere mi gideyim? Allah'a yemin ederim ki, gücümün yettiği nisbette o leşlerin içine düşenlerle birlikte olmayacağım' dedi. Çocukları İyi ama, bak biz fakirlikten dolayı neredeyse helâk olup gideceğiz.

Hâlimizi görmüyor musun?' deyince, adam 'Evlâtlarım! Zayıf fa kat imanlı olarak ölmem, kuvvetli fakat münafık olarak ölmemden daha iyi gelir bana' diye cevap verdi.

Hasan sözlerini şöyle bitirir: 'Allah'a yemin ederim ki toprak, insanın bedeninde bulunan et ve yağı yiyebilir, fakat imanı asla! :O zat, imanıyla çocuklarını mağlup etti'.
Bu kıssada, sultanın huzuruna çıkan kişinin kendisini kötü lüklerden kurtaramayacağına işaret vardır. Sultanın huzurunda daima nifak tehlikesiyle karşı karşıya kalır insan. Nifak ise imanla katîyyen bağdaşmaz.

Ebu Zer el-Gıfârî, Seleme'ye şöyle hitab etmişti: 'Ey Seleme! Sakın sultanların kapılarına gitme. Zira onların dünyalıklarından ne kadar alırsan, senin dininden, daha fazlasını alırlar'.

Yöneticilere yaklaşmak, onlarla yakınlık tesis etmek, âlimler için en büyük fitnedir. Böyle bir hal, şeytanın, insanı nifaka düşürmek için kullandığı en büyük vesiledir. Hele sultanlara so kulan, onlara yaklaşan âlimler konuşmalarıyla sultanlara ve yö neticilere makbul ve hoş görünmeye çalışırlarsa... Vay bunların haline!.. Şeytan onlara, hep böyle konuşmalarını telkin eder.

Ayrıca şöyle telkinlerde bulunur: 'Yöneticilerin huzuruna gi dip onlara va'z ve nasihatta bulunabilir, onları, yapacakları zu lümlerden alıkoyabilir ve şeriatın teşvik edilmesine vesile olabilirsin'.
Şeytan, bu telkini yapa yapa âlimlerin kalbine, yöneticilerin yanına gitmenin dinî bir vazife olduğu fikrini yerleştirir. fakat âlim, yönetici ile temas ettikçe, bir de bakar ki, yöneticinin hoşlandığı türden konuşmalar yapmakta ve türlü dalkavukluk larla, onu haddinden fazla pohpohlamaktadır. İşte bütün bu hare ketler, kişinin kalbinden din hissini silip süpürmektedir.

Eskiler şöyle derler: 'Âlimler, öğrendikten sonra amel eder ve amel ettikleri zaman öğrenmeyle meşgul olurlardı. Böyle zaman larda kimse onları ortalıkta görmezdi. Bunun için de onlar, aranırlardı. İşte bu âlimler, ele geçmemek için bucak bucak kaçarlardı'.

Âdil halife Ömer b. Abdülâziz, Hasan Basrî'ye şöyle yazar: 'Allah yolunda yardımcı olabilecek âlimleri bana bildir'. Hasan Basrî. halifenin mektubuna şu cevabı verdi: 'Dindar âlimler senin yanında bulunmayı istemez; sen de, dünyaya dalan âlimleri iste mezsin. Fakat sana vereceğim bir nasihat varsa, o da şudur: Neseb bakımından şerefli olanları ara! Çünkü onlar, şereflerini hiyanetle kirletmezler.
Zamanının en büyük zâhidi ve en âdil halifesi olan Ömer b. Abdülâziz'e yaklaşmak bu kadar zararlıysa, böyle bir zâta dindar âlimler sokulmaktan korkarlarsa, artık diğer yöneticilere yaklaşmanın nasıl bir kötülük getireceğini bir düşün!

Hasan Basrî, Süfyan es-Sevrî. İbn Mübârek, Fudayl b. Iyaz, İbrahim b. Edhern ve Yusuf b. Esbat gibi selef âlimleri, Mekkeli, Şamlı ve daha başka memleketli dünya âlimlerinin aleyhinde konuşurlardı. Bu konuşmaları iki sebebe dayanmaktaydı. Aleyhlerinde konuşulan bu âlimler, ya dünyaya sımsıkı bağlanmış veya yöneticilerle sıkı münasebet kurmuşlardı.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, fetva vermek heve sinde olmamalarıdır. Hattâ bu âlimler, sükûtla geçiştirme imkânı buldukları yerde, fetva vermekten şiddetle kaçınırlar. Sorulan mesele hakkında Kur'an, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet veya açık kıyasla kesin bir bilgi sahibi oldukları takdirde cevap verirlerdi. İctihad ve tahminle doğru cevap verebileceğini zanneden bir kimse, kendi sine bir mesele hakkında sual sorulduğu zaman ihtiyatlı davran malı ve böyle bir sualin sahibini, eğer varsa kendinden daha ehil birisine göndermelidir. İşte fetva hususunda en sağlam yol budur. Zira ictihad etmek suretiyle suallere cevap vermeye kalkmanın tehlikeleri büyüktür.

Bir hadîste şöyle buyurulmuştur:
İlim üç şeyden ibarettir: Allah'ın apaçık kitabı; Rasûlunün sabitleşmiş olan sünneti ve La Edrî (Bilmiyorum) demek.230

Şa'bî şöyle demiştir: 'Lâ edrî (bilmiyorum) demek ilmin yarısıdır'.

Bir mesele hakkında sual sorulduğu zaman, cevabı bilinmi yorsa, Allah rızası için susmak, konuşmaktan daha az ecir getir mez. Çünkü bilmediğini ikrar etmek herşeyden zor gelir nefse... İşte sahabe-i kiram ve onları tâkip eden selef âlimlerinin âdetleri böyle idi.

İbn Ömer'den bir fetva istendiği zaman şöyle derdi: İnsanların idaresini yüklenen şu emire gidiniz! Bunun mesuliye tini, (şayet varsa) onun omuzlarına yükleyiniz'.

İbn Mes'ud şöyle buyurmuştur: 'İnsanların her sorusuna ce vap veren kimse mecnundur. Alimin kalkanı La Edrî (Bilmiyorum) demektir. Şayet âlim, bu kalkanı elinden bırakırsa öldürücü darbeler yer'.

İbrahim b. Edhem şöyle buyurmuştur: 'Bir ilimde konuşan, fa kat bir başkasında susan âlimden daha fazla, şeytanı sinirlendiren hiç kimse yoktur. Şeytan der ki: 'Şu adama bakınız! Konuşmaması, konuşmasından daha zor geliyor bana!'
Bir kısım âlimler, evliyalardan olan abdalları şöyle vasıflandırmışlardır: 'Onlar, ihtiyaç olmadıkça yemez, uyku zor lamadıkça uyumaz ve mecbur olmadıkça da konuşmazlar. Yani sorulmadıkça konuşmazlar. Sorulduğu zaman, kendilerinden daha doğru cevap verebilecek biri varsa suali ona havale ederler. Fakat böyle biri bulunmadığı zaman mecburen cevap verirler. Onlara göre, sorulmadığı halde konuşmak, konuşmaya karşı du yulan şehvetin tâ kendisidir'.

Hz. Ali ile Abdullah b. Abbas, halka va'z eden birinin yanından geçerken, birbirlerine şöyle demişlerdir: 'Bu kişi cemaata, 'beni tanıyınız' demek istiyor herhalde'.
Bâzı âlimler şöyle buyurmuştur: 'Âlim, kendisine sual so rulduğu zaman, sağlam bir dişi çekilmiş gibi ızdırap duyan kim sedir'.
İbn Ömer 'Ey millet! Bizi cehennem üzerinde bir köprü yapıp üzerimizden geçmek mi istiyorsunuz?' demiştir.

Ebu Hafs en-Nisaburî de şöyle der:231 "Hakiki âlim, sual so rulduğu zaman, kıyamet günü 'Onun cevabını nereden aldın?' su ali karşısında kalmış gibi korkudan titreyendir".

İbrahim et-Teymi'den232 bir sual sorulduğu zaman ağlamaya başlar ve derdi ki: 'Başkasını bulamadınız mı ki, bana muhtaç oldunuz?'

Ebu Âli er-Rıyahî,233 İbrahim b. Edhem ve Süfyan es-Sevrî, ancak iki-üç kişilik cemaata va'z ve nasihat ederdi. Konuşmayı dinleyenler çoğaldığı zaman va'z ve nasihatlarını kesip, kalkar gi derlerdi.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Üzeyir'in peygamber olup olmadığını bilmiyorum. Tubba'nın mel'un olup olmadığını bilmiyorum. Zülkarneyn'in nebî olup olmadığını bilmiyorum.234

Hz. Peygamberden 'Yeryüzünün neresi en hayırlı, neresi en şerli yeridir?' diye sorulduğunda, buna 'Bilmiyorum' diye cevap verdi. Cebrail gelince Hz. Peygamber aynı suali Cebrail'e tevcih etti. Cebrail de 'Bilmiyorum' şeklinde cevap verdi. Allah Teâlâ, Cebrail'e 'Yeryüzünün en hayırlı yerinin mescidler ve en kötü yerinin de çarşılar' olduğunu bildirinceye kadar durum aydınlanmadı.235

İbn Ömer'e on mesele sorulursa yalnız birine cevap veriyor, dokuzunda susuyordu.
Fakihler arasında 'bilmiyorum mânâsına gelen lâ edrî lafzını kullananlar, 'Biliyorum mânâsına gelen Edrî lafzını kullanandan daha fazlaydı.

Süfyân-ı Sevrî, İmanı Mâlik, İmam Ahmed, Fudayl b. İyaz, Bişr el-Hafî bunlardandı.

Abdurrahman b. Ebİ Leylâ şöyle der: 'Medine'nin şu mesci dinde Hz. Peygamber'in 120 arkadaşına yetiştim. Onlardan her hangi birine, bir hadîsin mânâsı veya bir fetva sorulduğu zaman arkadaşından, buna cevap vererek sualin manevî yükünden ken disini kurtarmasını rica ederdi'.

Başka bir ibarede de şöyle denmiştir: 'FIkhî bir mesele onlar dan birine havale edildiği zaman, herkes bir diğerine devreder, so nunda döne dolaşa ilk sorulana geri dönerdi. O zaman cevap ver mek durumunda kalırdı.

Rivayet edilir ki: Ashab-I Suffe'den birine, pişirilmiş bir koyun başı hediye edildi. Karnı çok aç olduğu halde onu yanındaki ar kadaşına ikram etti. Arkadaşı yanındakine, o da yanındakine dev rederek pişmiş baş, döne dolaşa ilk sahibinin eline geldi.
Bir de zamanımıza bakınız! Bu durumun aksine hareket edildiğini açıkça göreceksiniz.

Eskiden âlim, aranandı, şimdi arayan; uzak durulması gere ken emirler de aranan oldu. Derhal fetvaya teşebbüs edilmemesi hususunda bizi ikaz eden en güzel delil Hz. Peygamber'in şu hadîsidir:
Ümmetime ancak üç sınıf insan fetva verebilir: 1- Emîr, 2-Memur, 3- Hiçbir asla ve esasa dayanmayan hikâyeleri ve kıssaları karıştırarak tefsir eden kimse.236

Hz. Peygamber'in mübarek arkadaşları dört vazifeyi birbirle rine havale ederlerdi:
1. Namazda imam olmayı
2. Bir ölünün vasiyetini yerine getirmek görevini üstlenmeyi
3. Emanet saklamayı
4. Fetva vermeyi

Bir kısım âlimler şöyle buyurmuştur: 'Fetva vermede herkes ten önce davranan ilimsiz, en çok kaçanlar da müttaki kişilerdir'.
Sahabe-i Kiram ve tâbiîn (Allah hepsinden razı olsun), beş işle meşgul olurlardı: 1) Kur'an okumak; 2) Mescidleri (ibadetle veya servetle) tâmir etmek; 3) Allah'ı anmak; 4) Durmadan emr-i bi'l-mâruf yapmak; 5) Durmadan nehy-i an'il-münker yapmak.

Böyle yapmalarının sebebi Hz. Peygamberden dinledikleri bir hadîs-i şerîf idi;
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Âdemoğlunun bütün konuşmaları kendi aleyhindedir. Ancak üç konuşma bu hükmün dışındadır:
1) Mârufu (iyiyi) emretmek, 2) Münkeri (kötüyü) yasakla mak, 3) Allah'ı zikretmek237.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Onların aralarındaki gizli konuşmaların çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka, yahut iyilik, ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden(in konuşması) müstesnâ. Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa, yakında ona bü yük bir mükafaat vereceğiz.(Nisâ/114)

Kûfeli rey sahibi âlimlerden bazılarına bir kısım âlimler rü yada sordular: 'Dünyada verdiğiniz fetva ve reylerden dolayı ne gibi bir muameleye tâbi tutuldunuz?'Rey sahipleri, yüzleri buruşuk bir şekilde, başlarını çevirerek dediler ki:'Bir fayda görmediğimiz gibi, üstelik zarara da uğradık'.

İbn Hasin238 şöyle buyurmuştur: 'Zamanımızdaki âlimlerin, sual sormaya gelenlere hemen fetva verdiklerini görürsünüz. Halbuki bu husus, Hz. Ömer devrinde bizzat kendisinden sorul saydı, o, Bedir savaşına iştirâk etmiş bütün sahabîleri toplar, on larla iştişare eder ve sonra cevap verirdi.
Demek ki, ilim sahiplerinin en bariz vasıflarından biri de sus maktır. Ancak zaruret hâli hariç...

Nitekim bir hadîs-i şerîf te şöyle buyurulmaktadır:
Kişiyi sükût ve zâhidlik içinde gördüğünüz zaman, ona so kulunuz; çünkü ona hikmet telkin olunuyor.239

Şöyle denmiştir: Âlimler iki kısımdan ibarettir:
1. Halk tabakasını eğiten âlim ki, bunlar yöneticilerin de
yakınları olup fetva veren âlimlerdir.
2. Havass âlimi, kalplerin amellerini ve tevhid ilmini bilen bu âlimler zaviyelerde, dağınık olarak yaşayan ve İslâm'ı yaşatan âlimlerdir.

Eskiler şöyle söyler: 'Ahmed b. Hanbel'in durumu Dicle neh rine benzer. Şöyle ki: Herkes ondan, avucunu doldurarak kana kana içer. Bişr b. Hars'ın durumu ise, kapalı ve tatlı suyu olan bir kuyu gibidir. İnsanlar ancak nöbetle ve birbirinin ardı sıra kuyu nun başına gelebilirler'.

Salih seleflerimiz şöyle söylerlerdi:'Falan adam gerçekten bir âlim, filân ise, yalnız, konuşan bir adamdır. Falan insan da Allah'a çokça ibadet eden kişidir'.

Ebu Süleyman b. Atiyye ed-Daranı 'Mârifet, konuşmaktan daha fazla sükûta yakındır' buyurmuştur.
'İlmin çoğalması konuşmayı azaltır. Konuşmanın çoğalması ise ilmi azaltır' denilmiştir.

Selman-ı Farisî, Hz. Peygamberin kendisine kardeş yaptığı Ebu Derda hazretlerine şöyle bir mektup yazmıştır: 'Kardeşim, kulağıma gelen haberlere göre, sana gelen hastaları bir doktor ola rak tedavi ediyormuşsun. Bu hususta dikkatini çekerim. Şayet dok tor isen konuş! Ancak bu takdirde konuşmanda fayda vardır. Eğer kendini doktor zannediyorsan, o zaman böyle bir işi yapmaya kalkma! Zira sana gelen müslümanlar senin elinle ölmüş olurlar'.
Selman'ın bu mektubunu alan Ebu Derda, yaşadığı müddetçe kendisine getirilen meseleleri çok düşünür ve öyle cevaplandırırdı.

Sahabe-i Kiram'dan Enes b. Mâlik'e bir mesele sorulduğu za man, 'Efendimiz Hasan Basrî'den sorunuz' diyerek sual sahibini Hasan'a gönderdi. Sonra şöyle dedi: 'Çünkü o hıfzetmiş, biz ise unutmuşuz'.

İbn Abbas'a bir mesele sorulduğu zaman şöyle derdi: 'Bu suali Hâris'e veya Câbir b. Zeyd'e sorunuz'.240

İbn Ömer'den bir mesele sorulduğunda Said b. Müseyyeb'e ha vale ederdi.

Hikâye edildiğine göre; sahabe-i kirâmdan birisi, Hasan Basrî'nin huzurunda yirmi adet hadîs rivayet etmişti. Cemaat arasında bulunan bir zat, bu hadîslerin mânâsını râvi'den sorduğu zaman (hadîsleri, rivayet eden zâtın tefsir etmesini is tediğinde) sahabî şöyle cevap verdi: 'Ben ancak râviyim, tefsirini bilmem, hepsi o kadar..'
Bu söz üzerine Hasan Basrî, rivayet edilen hadîsleri teker teker tefsir etti. Orada bulunan cemaat, hazretin hıfzına ve tefsir kaabi liyetine hayran oldu ve'Doğrusu çok güzeldi' dediler. Bu sözü duyan hadîs râvisi sahâbî, yerden bir avuç kum alarak hazır bulu nanların yüzüne serpti ve'Bunun gibi bir büyük âlimin yanında iken nasıl oluyor da bana sual soruyorsunuz?' demek suretiyle onları azarladı.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, âhiret yolunu bil meyi, kalbini murakabe altında tutmayı, bâtın ilimleriyle meşgul olmayı birinci plânda tutmak ve bu güzellikleri mücâhede ve mu rakabe ile elde etmeye ihtimam göstermektir.

Zira mücâhede, in sana müşahede kaabiliyeti verir. Kalp ilimlerinin inceliklerini bilmek de kalpteki hikmet pınarlarının gürül gürül akmasına ve sile olur. Kitaplar ve öğrenilenler bunları elde etmek için yeterli değildir. Sayılmayacak kadar çok ve hiçbir inhisar kabul etmeyen hikmet, ancak, mücâhede, murakabe, zâhir ve bâtın amellerini edâ etmek, kalp huzuru ve saf bir fikirle tenha bir yerde Allah Teâlâ ile mânen beraber olmak suretiyle elde edilir. Her şeyden tamamen alâkasını kesip sadece Allah'a yönelmek, ilâhî keşfin anahtarıdır. Nice öğrenciler vardır ki, öğrenmek için uzun zamanlarını sar-fetmelerine rağmen dinledikleriyle bir derece bile ileri gide memişlerdir. Nice kimseler de sadece öğrenilmesi mühim olan meseleleri öğrenir, kalan zamanlarını amel ve murakabeye has reder, Allah Teâlâ da ona insan aklını durduracak hikmet ve ince liklerin kapılarını açar.

Hz. Peygamber (s.a), bu hikmeti anlatmak için şöyle demiştir:
Bildiği ile amel eden bir kimseye, Allah Teâlâ bilmedikleri nin ilmini de bildirir.

Evvelki kitaplarda şöyle yazılıdır: 'Ey İsrailoğulları! İlim gök tedir, onu yere indiren kim? İlim yerlerin derinliklerindedir, onu yeryüzüne çıkaran kim? İlim denizlerin ötesindedir, denizleri aşıp o ilimleri getiren kim? demeyiniz. Çünkü ilim bizzat kalbinizdedir. Benim huzurumda ruhânilerin edebiyle edebleniniz, sıddîkların ahlâklarıyla ahlâklanınız ki, ben de size, sizi soracak ve sizi ilim sahibi yapacak derecede ilim vereyim, kalbinize ilham edeyim'.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî:'Zâhidler, âbidler ve âlimler, kalp leri kilitli olduğu halde, dünyadan göçüp giderler. Ancak sıddîk ve şehidlerin kalpleri açılmıştır' dedikten sonra şu ayeti okudu:
Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun bil gisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek tane, yaş ve kuru herşey Allah'ın ilmindedir. (Levh-i Mahfuz'dadır).(En'am/59)

Eğer kalbi bâtın nuru ile nurlanmış kalplerin, zahirî ilimlere hâkim olması mümkün olmasaydı Hz. Peygamber şu sözü söyle mezdi.

Sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sana fetva ver seler de sen yine kalbine danış!
Hz. Peygamber, Allah Teâlâ'dan ilham yoluyla almış olduğu bir hadîsi kudsî'de şöyle der:
Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşa yaklaşa, nihayet öyle bir an gelir ki, onu sevmeye başlarım. Onu sevdiğim zaman, onun duymasına vasıta olan kulağı ve görmesine âlet olan gözü olurum. Çalışan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden istediği zaman mutlaka veririm. Bana sığındığı zaman onu mutlaka korurum. Ölümden korktuğu için ölümü istemeyen mü'min kulumun nefsi günaha gir mesin diye ruhunu alırken, tereddüt ettiğim kadar hiçbir işte tereddüt etmem.241 Halbuki o, nefsin ölmesi mutlaka lâzımdır.242

Kur'an'da nice esrar vardır ki kendilerini zikre ve fikre adamış kimselerin kalplerine doğar. Tefsir kitaplarında o sırlar bulunmaz. Müfessirlerin en büyükleri bile bu sırlara vâkıf olamaz.

Kalbini murakebe eden müride bu mânâlar görünüp müfessir lere arzedildiği zaman, anlayışla karşılanır ve iltifat görür. Çünkü olanlar bilirler ki bu esrar, Allah'a yönelmiş yüce himmetlilerin ve ilâhî lûtuf ve temiz kalplerin işaretidir. Mükâşefe ve muamele ilimlerinin sırları da aynen böyledir. Çünkü her ilim, bütünüyle ihâta edilemeyen engin bir denizdir. Herkes kaabiliyeti ve nasibi kadar bu denize dalabilir. Bu denize dalmanın en büyük vasıtası salih amel ve güzel işlerdir.
Âhiret âlimlerinin vasfını Hz. Ali (r.a), uzun bir hadîste şöyle izah eder:

Kalpler, tıpkı kaplara benzer. Onların en hayırlısı iyiliğe kap olanıdır. İnsanlar üç sınıfa ayrılırlar: 1) Rabbanî âlimler, 2) Kurtuluş yolundaki öğrenciler, 3) Her konuşana tâbi olan, her rüzgara gönül veren, ilim nuruyla nurlanmayan, ilmin herhangi bir temeline sırtını dayamayan, kıymetsiz halk ta bakası. İlim, maldan çok çok hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen de malını korursun. İlim öyle bir şeydir ki, verdikçe çoğalır; mal ise vermekle azalır. İlim dindir, çünkü kişi, di nini ilim vasıtasıyla bilir, ibadetleri ve yapacağı bütün işleri onun sayesinde öğrenir. Öldükten sonra, kişi, ilmiyle iyi bir şekilde yâd edilir. İlim hâkimdir, mal ise mahkûm. Malın kaybolmasıyla verdiği menfaat de kaybolur. Mal toplama gayretine düşenler diri oldukları halde birer ölü sayılır. Alimler ise, kıyamete kadar bâki kalırlar; onlar ölmezler'.

Bu sözleri söyleyen Hz. Ali (r.a), derin derin nefes alarak konuşmasına şöyle devam etti:
(Göğsünü göstererek) İşte burada büyük bir ilim vardır. Keşke o ilmi omuzlarına alabilecek birisine rastlasaydım.
mânâyı başka bir kelimeyle ifade etmek imkânından mahrum olduğumuz için kelimeyi olduğu gibi çevirmek mecburiyetinde kaldık. Okuyuculardan bu ibareyi Allah'ın ulûhiyetine yakışır bir şekilde yorumlamalarını istir ham ederiz. Allah cümlemize doğruyu buldursun!

Emin olmadığım talihler buluyorum hep; ki onlar ilmi, dün yevî arzularına vesile ittihaz ediyor ve alet yapıyorlar. Allah'ın velilerine, Allah'ın verdiği nimetle dil uzatıyor; Allah'a delâlet eden ilmi, halkın aleyhinde kullanıyorlar. Veya ehl-i hakka itâat eden birini görüyorum; onların da ba sireti olmadığı için şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaman der hal şüpheye düşüyor. Demek ki göğsümde bulunan ilmi ne buna ve ne de öbürüne vermek imkânı yoktur. Bazen de bu ilme dünya lezzetlerine dalmış, şehvetlerinin arkasında gi den bir kimse talip çıkıyor veya mal toplamaya dalan ve nefsî hevasının peşinde koşan talip oluyor. Bunlara en çok benzeyenler, çayırda otlayan hayvanlardır. Sözlerine şöylece devam etti:
İşte, ilmin hakikî talipleri öldüğü zaman ilim de böylece ölüyor. Fakat Allah'ın izn-i keremi ile yeryüzü, Allah'ın di nini savunan insanlardan hiçbir zaman mahrum kalmaz.

Böyleleri, ya herkes tarafından bilinir veya Allah'ın delilleri ve beyyineleri, tamamen kaybolmasın, iptal edilerek ortadan kaldırılmasın diye gizli kalmayı tercih ederler. Fakat sayıları ne kadardır ve nerededirler? Bunlar sayıca çok az, kıymetçe büyüktürler. Şahısları gizli, fakat hatıraları kalp lerde saklıdır. Allah Teâlâ onlarla delil ve hüccetlerini mu hafaza eder. Tâ ki sonraki nesillere, bu hüccetleri teslim et sinler ve kendilerine benzeyenlerin kalplerine de o fikirleri eksinler. İlim, bunları, işin hakikatine vakıf kılmış, gene bunlar yakînin ruhunu bilfiil elde etmiştir. Onun için, dünya ehline çok zor gelen meseleler bunlar için gayet ko laydır. Gafillere yabancı gelen konular bunlara çok yatkın görünür. Bu kişiler, bedenleriyle dünyada görünseler de ruhlarıyla en yüce makama bağlıdırlar. Onlar bütün mahl ûkat içinde Allah'ın veli kullarıdır. Yeryüzünde Allah'ın, Allah için çalışan kulları, halkı hakka davet eden dellâllardır'.

Hz. Ali daha sonra ağlayarak sözlerine şunları ilâve etti:
Ey bunları görmek isteyen gönlüm! Neredesin? İstersen gel, sen de hazırlan!
İşte Hz. Ali'nin son olarak zikrettiği, âhiret âlimlerinin vasıfları bunlardır. O vasıflar sadece mücâhede ve amelle elde edilir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, yakinin takviyesine son derece ihtimam göstermekti. Çünkü din servetinin bütün sermayesi yakîn'dir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Yakîn, imanın tamamıdır.243
O halde, yakîn ilminin öğrenilmesi mutlaka gereklidir. Yakîn ilminden gayem, bu ilmin başlangıcıdır. Çünkü bir ilmin başlangıcı elde edildiği zaman kalp için hepsini kavramanın yolu açılır.

Bu hikmete binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yakîn'i öğrenin!244

Hadisi şerifin mânâsı şudur: Yakîn mertebesine erenlerle bir arada oturunuz. Onlardan yakîn ilmini dinleyiniz. Nasıl onların yakînleri kuvvetlenmişse sizin de yakîniniz kuvvetlensin diye on lara daima uymaya çalışınız. Yakîn1 in azı, amelin çoğundan daha hayırlıdır.

Hz. Peygambere 'Bir kişi vardır, yakîni güzel, fakat günahı çoktur. Başka birinin de ibadeti çok, yakîni azdır. Bu iki insandan hangisi daha hayırlıdır?' diye sorulduğunda,

Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap vermiştir:
Hiçbir Ademoğlu yoktur ki, günah sahibi olmasın. (Fakat tabiatı akıl, huyu yakîn olan bir kişiye günah dokunmaz.
Çünkü böyle bir kişi günah işlediği zaman, hemen tevbe eder. Pişman olarak şiddetli bir şekilde af diler. Tevbesi yüzü suyu hürmetine de bağışlanır. Bununla birlikte cennete girmesine vesile olacak olan bir fazilet de elinde kalmış
olur)245

Hz. Peygamber yakînin önemini başka bir hadîste de şöyle açıklar:
Siz insanlara en az verilen şey, yakîn ve sabır azimetidir. Bu iki sıfattan kime bir nasib verilmişse o kişinin elinden gecenin ibadeti ve gündüzün (nafile) orucu çıkmış olsa da, onun ne pervası vardır?246

Lokman Hekim'in oğluna verdiği nasihat arasında şu cümle lere rastlanmaktadır: 'Oğlum! Amel, ancak yakîn ile elde edilir. Kişi, ancak yakîni nisbetinde amel eder. Amel edenin yakîni azal madıkça amelinde kusur yapmış sayılmaz'.

Yahya b. Muaz şöyle buyuruyor: 'Hiç kuşkusuz tevhidin nûru vardır şirkin de ateşi... Tevhidin nûru, muhakkak ki, muvahhidle rin günahını yakmak bakımından müşriklerin sevaplarını yakan şirk ateşinden daha şiddetlidir'.
Hz. Yahya 'Tevhid nûru' derken yakîni kasdetmektedir.
Allah Teâlâ, ehl-i yakîn1 den sık sık bahsetmektedir. O'nun böyle sık sık yalan ehlinden bahsetmesi, yakînin her çeşit saadet ve iyiliklerin kaynağı olduğuna işaret etmektedir.
Eğer Yakîn mertebesini ve bu mertebenin zayıf ve kuvvetli ta raflarının ne olduğunu bilmek için önce yakînin mahiyetini anla mak lâzımdır. Zira mahiyeti anlaşılmayan bir şeyi talep etmek mümkün değildir' diyecek olursan şöyle cevap veririz: 'Bilmiş ol ki yakîn, birçok mânâda kullanılan bir kelimedir. İki fırka var ki, onu, iki değişik mânâda kullanmaktadır. Kelâmcılar, bu tâbiri, ek ve şüphe olmayan ilimde kullanmaktadır. Çünkü bir şeyi tasdik
etmeye meyyal nefsin dört makamı vardır:
1. Doğrulaması ve yalanlaması eşit olmak... Böyle bir durum şek ile ifade edilir. Meselâ belli bir şahıs hakkında 'Allah onu ceza landıracak mı yoksa cezalandırmayacak mı?' diye sorulduğu za man bu zâtın hâli menfî bir hüküm vermeye yanaşmaktadır. Belki senin indinde bu iki şık da mümkün görünmektedir. İşte bu du ruma şek adı verilir.
2. Zıddının mümkün olduğunu idrâk etmekle beraber, nefsin
iki şıktan birine meyleder. Fakat birinin zıddınm bilinmesi öbür tarafı tercihe mâni olmaz. Meselâ, sâlih bir müttaki olarak bilinen bir şahıs hakkında sana sual sorulmaktadır. Bu zat takvâ üzere ölmüştür. 'Acaba bu kul Allah'ın azabına düçâr olur mu?' diye düşünmektesin. Nefsin, ceza görmemesinin daha kuvvetli olmasına meylediyor. Çünkü o kimsede salih ameller görmüşsün daima. Fakat, herşeye rağmen, cezayı icabettirecek bir gizli günahı bulunması da mümkündür sence... Ceza görmesi veya görmemesi ihtimali her ne kadar eşit ise de, ceza görmeyeceği fikrini benimsemekte bir beis yoktur. İşte bu duruma zan denilir.
3. Doğrudan doğruya, bir şeyi doğrulamaya olan meyil. Bu
doğrulamada kalbe en küçük bir şüphe düşmez. Faraza düşse de
nefis onu kabul etmez. Fakat bu kesin karar belirli bir bilgiye dayanmamaktadır. Bu makama erişen bir kimse, derin derin düşünerek, kalbinden gelen seslere ve fısıltılara kulak verirse şüpheye düşmesi daima ihtimal dahilindedir. İşte bu hâle yakîne yakın bir inanma' denilir. Bu, bütün şerî meselelerde, halk tabakasının inancıdır. Çünkü sadece duymuş olmaları, bu inancı halkın kalbine yerleştirmiştir Hatta halk tabakasının her grubu mensup oldukları mezhebin veya herhangi bir ekolün doğru
olduğuna o kadar inanmışlar, kendi imamlarının isabet ettiğine o derece bağlanmışlardır ki, herhangi birisine imamının yanılabileceği söylendiği zaman, bu sözü, korkunç bir tepkiyle reddeder ve size amansız düşman kesilir.
4. Şekki ve şüphesi olmayan, gerçekliği su götürmeyen ve içinde şüphe bulunması muhal olan, delil yoluyla elde edilmiş hakiki mârifettir. İşte böyle bir inanca yakın ismi verilir. Buna misâl olarak şunu verebiliriz: Akıllı bir kimseye 'Bu kâinatta kadîm bir varlığın bulunması mümkün müdür?' denildiği zaman düşünmeden hemen tasdik edemez. Çünkü ay ve güneş gibi hiss ile bilinen birşey değildir. İki sayısı Bir sayısından daha fazladır veya 'Hâdisin (sonradan olan şeylerin) sebepsiz varolması muhal dir' gibi, bilinmesi zarurî değildir. Bu nedenle akıl fıtratının vazi fesi, düşünmeden irtical yoluyla kadîmin varlığını tasdik etmek değildir.
Bu hüküm böyle bilindikten sonra malûm ola ki bir kısım in san, Kadîm 'in varlığını işitir ve şeksiz bir şekilde inanır. Bu inancında da ölünceye kadar devam eder. İşte inanç ve itikad bu dur. Bu hâl, bütün avam müslümanların hâlidir...

Bir kısım da Kadîm'in varlığını bürhan ve delil ile tasdik eder. Şöyle ki: Eğer varlıkta kadîm yoksa, o zaman bütün varlıklar hâdis ve sonradan meydana gelmiş olurlar! Eğer hepsi sonradan mey dana gelmiş kabul edilirse, hepsinin veya bir kısmının failsiz vü cuda geldiğini kabullenmek zorunda kalınır. Böyle bir şey muhal olduğu için kabullenmesi de muhaldir.

Bu bakımdan, kadîm bir varlığın kabul ve tasdiki akıl için zarurî ve mecburi olur. Çünkü mevcutlar hakkındaki aklî taksim üçtür:
1. Bütün mevcutların kadîm olması
2. Bütün mevcutların hâdis olması
3. Bir kısmının kadîm ve bir kısmının hâdis olması
Eğer hepsini kadîm sayarlarsa, matlub ve maksad hâsıl olmuştur. Çünkü zımnen kadîm sâbit olmuş olur. Eğer hepsi hâ dis kabul edilirse, failsiz meydana gelmiş olacağı için, böyle bir tel âkki muhaldir. O halde ya üçüncü veya birinci kısım sâbit olur.

Bu tarzda meydana gelen her ilme kelâmcılar nezdinde yakîn ismi verilir. İster bu ilim, daha evvelce zikrettiğimiz gibi kaziyeler kurmak suretiyle elde edilsin, ister failsiz meydana gelmenin mu hal olduğunu bildiren ilim gibi akıl yoluyla veya hiss ile elde edil sin, ister tevatürle Mekke-i Mükerreme'nin varlığım bildiren ilim gibi, ister tecrübe ile kaynatılan sakmoniya ilacının ishal ettirici olduğunu bildiren ilim gibi veya daha önce zikrettiğimiz gibi de lille elde edilsin...
Şek ve şüphe olmamak şartıyla kelâmcılar tarafından bu ilme yakîn adı verilir. Kelâmcılara göre şüphe götürmeyen her ilme yakın adı verilir. Kelâmcılarm tarifine göre yakın, zayıflıkla tavsif edilemez. Çünkü şüphe ile zayıflığın bir farkı yoktur.

İkinci ıstılah, fakihler, sûfîler ve âlimlerin de çoğunun ıstılahıdır. Bu ıstılahda cevaz ve şüpheye iltifat edilemez. Belki il min aklı istilâ edip galip gelmesine bakılır. Hattâ ölümde şek ol madığı halde 'Filan adamın ölüm hakkında yakîni zayıftır' denir. Ve yine 'Filân adam, rızkın kendisine verilmesinde çok kuvvetli yakîne sahiptir' denir. Halbuki aynı adam rızkın kendisine veril meyeceği ihtimaline de imkân verir. Bu bakımdan ne zaman ki ne fis bir şeyi tasdik etmeye taraftar olup, o şey de nefse galip gelip is tediği şekilde nefiste tasarruf ederse, ona yakîn adı verilir.

Bütün insanlar kesinlikle ölüme inanmak ve ölümde şüphe etmemek hususunda müşterektirler. Fakat ölüme iltifat etmeyen, sanki ölüme inanmaz gibi onun için hazırlık yapmayanlar vardır.
Bir kısmının kalplerini de tamamen ölüm düşüncesi kaplamış ve bütün himmetlerim ölüme hazırlık yapmaya sarfetmektedirler. Kalplerinde ölüm düşüncesi başka bir şeye yer bırakmamıştır. İşte bu hal yakının kuvvetiyle tâbir olunur. Bu mânâyı kastederek bazı âlimler İçinde zerre kadar şüphe bulunmayan ölüm yakîninden, içinde zerre kadar yakîn bulunmayan şüpheye daha fazla benze yeni görmedim' buyurmuştur. Bu ıstılâha göre yakîn, zayıflık ve kuvvetliliği kabul eder.
'Ahiret âlimlerinin şanına yakışan en uygun hareket himmet ve inayetlerini yakînin takviyesine sarfetmektir sözümüzden yak înin iki mânasını kastediyoruz, yani şek ve şüpheyi giderdikten sonra, nefsine hakim ve tasarruf edecek bir derecede yakîn sahibi olmayı kastediyoruz.

Bu hakikatleri bildikten sonra malûmun oldu ki 'Yakîn üç kısma ayrılır' hükmümüzden gayemiz: Yâkîn, kuvvetlilik, zayıflık, çokluk, azlık, gizlilik ve açıklık itibariyle üçe ayrılır. Şöyle ki:
İkinci ıstılâha binaen yakîn, kuvvetlilik ve zayıflık diye iki kısma ayrılır. Bu. taksim, yakînin kalbe galip gelip kalbi istilâ et mesine göredir. Yakîn mânâlarının kuvvet ve zayıflık bakımından dereceleri nihayetsizdir. Halkın ölüme hazırlıktaki farklılıkları ancak yalarım bu mânâlarmdakı farklılıklarına bağlıdır.

Birinci ıstılâhta yakînin, kapalı ve açık diye ikiye taksim edil mesi de inkâr götürmez bir hakikattir. İkinci ıstılahta zıddın oluşuna imkân olan yakîndeki farklılık, inkâr edilmez bir gerçektir.

Bazen içinde şek ve şüphe bulunmayan ve inkârına imkân ol mayan yakînde de farklılık olur. Meselâ Mekke-i Mükerrenin varlığı hakkındaki tasdikinin, Fedek hakkındaki tasdikden farklı olduğunu sen de idrâk edersin. Aynı zamanda Hz. Musa (a.s) ile Hz. Yuşâ'nın varlığı hakkındaki tasdikindeki farklılığı da idrâk etmektesin, Halbuki Mekke'nin oluşu gibi Fedek'in oluşu da, Musa'nın (a.s oluşu gibi Yuşâ (a.s) ın oluşu da sence kesinlikle sabit olmuş bi hakikattir ve ikisinin de oluşu şayet görmemiş isen tevatür yolu ile sana gelmiştir. Fakat buna rağmen birinin (Mekke ve Musa'nın), senin kalbinde öbüründen (Fedek ve Yuşa'dan) daha açık olduğunu sezersin. Çünkü birisi hakkındaki tevatür, öbürü hakkındaki tevatürden daha fazladır. işte bu farkı, belirli meseleler hakkında düşündüğün zaman da görürsün.

Meselâ, bir delil ile sabit olanın açıklığı, birçok delille sabit olanın açıklığı gibi olamaz. Halbuki şüphe edilmemesi bakımından ikisi de eşittir. Bu gerçeği, ilmini kitaplardan ve ku laktan dolma malûmatla kazanan kelâmcı inkâr eder, durumun farklılığını nefsinde muhasebe yaparak görmeye çalışmaz.
Yakînin, azlık ve çokluk meselesine gelince, bu mesele yakîn ile alâkalı teferruattan sayılır. Meselâ, falan adamın ilmi filân adamınkinden daha fazladır denilir. Halbuki ilim, ilimdir ve hiç değişmez. Bu sözle malûmatın çokluğu kastedilmektedir. Bu hik mete binaen, bazen, şeriatın getirdiği bütün prensipler hakkında âlimin yakîni kuvvetli olur. Bazen de, ancak bir kısmı hakkında kuvvetlidir.
Eğer "Yakînin; kuvvetin, zayıflığın, azlığın veya çokluğun, kalbi istilâ etmesi mânâsına geldiğini ifade ettin. O halde yakîn ile ilgili teferruatın mânâsının nerelerde icra edildiklerini ve yakînin hangi hallerde istendiğini de söyle ki, bilelim. Çünkü yakînin ne rede arandığını bilmediğim takdirde, yakîni takip etmek im kânından mahrum olurum' dersen, bilmiş ol ki peygamberlerin Allah'tan getirdikleri, başından sonuna kadar, yakînin olması ge reken yerdir. Zira yakîn, hususî bir marifetten ibarettir. O mârifet şeriatta varid olan malûmatlarla sıkı sıkıya alâkalıdır. Ben bu ma lûmatları burada teker teker sayacak değilim. Fakat ana kaide sayılan bir kısmına işaret etmeye çalışacağım.

Bunlardan biri Tevhid'dir. Tevhid, kainatta cereyan etmekte olan her hâdiseyi, sebepleri yaratan bir kudretten bilmek demektir. Vâsıtalara iltifat etmemek, belki vasıtaları müsahhar ve hüküm süz bilmektir. Böyle inanan bir kişi yakîn sahibi olur.

İmanla birlikte kişinin kalbinde şek ve şüpheye yer kalmadı mı, bu kişi iki mânâdan birine göre ancak yakîn sahibi sayılmaktadır. İmanla birlikte, muvahhidin kalbini istilâ eden, vasıtaların tesirsizliğini; o vasıtaların sadece imzasıyla başkasını nimetlere garkedenin elindeki kalem ile parmakları gibi olduğunu ve bunları da tesir edici değil, ancak birer musahhar âlet olmaktan öteye gitmediğini bildiren bir mânâ ortada varsa, o zaman ikinci ıstılaha göre yakîn sahibi olup en şerefli mertebeyi elde eder.

Bu durum birinci yakînin neticesi, semeresi, ruhu ve fay dasıdır. Ne zaman ki, güneş, ay, yıldız, cemadât, bitki, hayvan ve her mahlûkun zâhirî sebebleri yaratan elinde birer vasıta olup, kâ tibin elindeki kalemden bir farkları olmadığına inanırsan ve yine herşeyin sebebinin kudret-i ezelî olduğuna kanaat getirirsen, o zaman kalbine tevekkül, rıza ve teslimiyet gibi yüce sıfatlar hâkim olur. Kötü ahlâk, hased, kin ve gayzdan uzak bir ehl-i yakîn olur sun. İşte yakîn kapılarının birisi budur...

Allah Teâlâ'nın rızka kefil olduğuna inanmak da bu kaideler den biridir. Nitekim Allah Teâlâ, bizi bu itimada şu ayetle davet buyuruyor:
Yeryüzünde ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı Allah'a aittir. Onların dünyadaki meskenlerini de bilir, yumur talıklardaki yerlerini de.. Bunların hepsi Levh-i Mahfuz'da yazılıdır.(Hûd/6)

Bir insan nerede olursa olsun kesinlikle bilmelidir ki, rızık kendisine gelecektir. Kendisi için takdir edilmiş olan rızık mutlaka gelip onu bulacaktır. Buna tamamıyle inanan bir kişi, rızkını meşrû faaliyetler içinde aramaya gayret sarfeder. Harislik, doy mazlık ve geçmişin üzüntüsü kendisinden uzaklaşır. Bu güzel ahlâk, yakînin teşekkül ettirdiği bir hâldir. Bu hâl ile, tâat ve güzel ameller sahibi olunur.
Ana kaidelerden biri de 'Zerre kadar hayır veya zerre kadar şer işleyen, onun karşılığını mutlaka görecek' inancının kalbe yerleşmesidir. Hayırların karşılığı mükâfat, şerlerin karşılığı ceza olarak mutlaka önüne çıkacaktır. Yani sevap ve günaha katiyetle inanmak kaidesidir. Ancak böyle inanan bir insan, tâatların se vaplara nisbetinin, ekmeğin doymaya nisbeti gibi olduğunu kavrar. Günahların cezaya nisbeti ise, zehirlerin ve yılanların canlıları helâk etmeye olan nisbeti gibidir. Bir insan, doymak için nasıl ek mek arar, az veya çok elde ederse, öylece miktarına bakmadan iba detleri aramalıdır.

Çünkü ona büyük bir değer verecektir, İnsan, zehirin azından ve çoğundan nasıl kaçınırsa, günahın azından ve çoğundan da sakınmalıdır. Birinci mânâda yâkin, bütün müslü manlarda mevcuttur. Fakat yakînin ikinci mânâsı ancak mukar riblere ait bir vasıftır. Bu yakînin neticesi; bütün günahlardan sakınmak için takvâda ileri gitmek ve her şeyde doğru bir değerlendirme kaabiliyetine sahip olmaktır. Yakîn, ne nisbette yüksekse, takva da o nisbette yüksektir; ibadetlere yapışmak da, de receye nisbetle, kuvvetlenir.

Allah Teâlâ'nın her halûkârda senin bütün yaptıklarına mut tali olduğuna; kalbindeki kuruntuları, gönlünden geçirdiğin mahrem duyguları ve her türlü fikrini müşahede ettiğine kesinlikle inanmak ana kaidelerden biridir.

Bu mânâ, yakînin birinci mânâsı ile birlikte her mü'min kulda vardır ve kalpdeki şüphenin kalkması demektir. Bu kitapta anlatmak istediğimiz yakînin ikinci mânâsına gelince, bu mânâ her keste bulunmaz. Ancak sıddîklara mahsus bir hâldir. Bu hâlin meyvesi; insanın tek başına bulunduğu zamanda ve her halük ârda, büyük bir padişahın huzurundaymış gibi, edebli, boynu bü kük, padişahın murakabesi altında olduğunu bilerek oturması, edeb dışı bütün hareketlerden şiddetle kaçınmasıdır. Dışta gözü ken amellerde nasıl davranıyorsa, içindeki duyguların da aynı pa ralelde olmasıdır. Çünkü zâhirî amellere insanların muttalî ol ması gibi, insanın iç âlemini, Allah Teâlâ daha açık ve seçik bir şekilde müşahede etmektedir. Bu şekilde, yakîn derecesine varmış bir kimse, hummalı bir çalışmayla bâtınını temizler, tâmir ve tez yin eder. Böylece, temizlenmiş olduğu bâtını. halkın dış görünüşe bakan gözleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hassas olan Allah'ın müşahedesine takdim ve onun kudret gözüne arzeder.

Yakînin bu derecesi, insanoğluna, hayâ, korku, inkisar, zillet, meskenet, hudû ve daha nice üstün ahlâk kazandırır. Allah'a karşı yapılması güzel olan bu hareketler, insanoğluna değeri çok yüksek ibadetler kazandırır. Yakîn, bütün bu mertebelerde bir ağaca, kalpten neşet eden ahlâklar da ağacın dallarına, o ahlâktan çıkan tâatlar ve ameller de meyvelere ve çiçeklere benzer. Bu bakımdan yakîn, kök ve esasdır. Onun kapıları, saydıklarımızdan çok daha fazladır. Biz şimdilik, yakîn, lafzının manasını bu kadar açıklamayı yeterli buluyoruz. Şayet Allah dilerse kitabımızın Münciyat bölümünde yakînin tafsilâtı verilecektir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de; konuşmasında, sükûtunda, giyiminde ve her durumunda korkunun görülmesidir. İçi, Allah'a tam kulluk yapmadığı için mahzun, başı öne eğik, da ima düşünceli bir hâl, ifrat veya tefritten dolayı üzgün bir sima... Bu kişi öyle bir hâle gelmiştir ki, kendisine bakan herkes hemen Allah'ı hatırlayıverir. Onun sûreti, mutlaka güzel olan sûretine delâlet eder. Zira bir darb-ı meselde: 'Cömert ve kahraman kişinin şahsiyyeti, aynasıdır' denilmektedir.

Âhiret âlimleri, tevazularıyla, Allah'ın önünde duyulan zillet ve sükûnetlerinde görünen çehre ile bilinmektedir.
'Sükûnet içerisindeki huşû'dan daha güzel bir elbiseyi Allah Teâlâ hiçbir kuluna giydirmemiştir. Bu elbise, peygamberlerin el bisesi, salihlerin, sıddîklarm ve âlimlerin de alâmetidir' de nilmiştir.

Kelâm'a dalmak, fesahat ve belâgat konusunda ileri olduğunu ifade etmek, kahkaha ile gülmek, hareket ve konuşmada acelecilik; işte bütün bunlar, nimeti kötü bir sahada ve kötü bir işte kullan maya, azaptan emin olmaya, Allah'ın büyük cezasından ve şiddetli öfkesinden gafil olmaya delâlet eder. Allah'tan gafil bulunan dün yaseverlerin âdetidir bütün bunlar... Allah'ı bilen âlimler ise, bü tün bu kötü adetlerden uzaktırlar. Sehl et-Tüsteri'nin dediği gibi, âlimler üç kısma ayrılır:
1. Allah'ın gizli emirlerine değil, sadece zâhirî emirlerine mut talî olanlar, bu âlimler sadece helâl ve haram hakkında fetva vere bilir. Böyle bir ilim insana korku duygusu bağışlamaz.
2. Allah'ın emrini ve gizli nimetlerini bilmeyen, sadece zâtını bilen âlimler. Bunlar halk tabakasıdır.
3. Allah'ın emirlerini bilen, gizli nimetlerini, azap ve ikabını takdir eden âlimler. Bunlar sıddîklardır. Haşyet ve huşû sadecebunların kalplerini istilâ etmiştir.

Sehl et-Tüsterî Eyyâmullah tâbirinden; Allah'ın çeşitli azab larını, geçmiş ve gelecek sâlih kullarına ihsan buyurduğu gizli nimetlerini kastediyor. Çünkü Allah'ın çeşitli azaplarını ve gizli nimetlerini bilen bir kişinin korkusu artar ve içindeki huşû görü nür bir şekil alır.

Hz. Ömer (r.a): İlmi öğreniniz. Fakat ilim için de sükûnet, ve kar ve hâlimliği de öğrenininiz. İlmi kimden öğreniyorsanız ona hürmet gösterin. Âlimlerin zâlimlerinden olmayınız ki, ilminiz cehaletinizi yenmiş olsun' buyurmuştur.
'Allah, bir kuluna ilim ihsan ettiği zaman, onunla birlikte hilm, tevazu, güzel ahlâk ve şefkat de verir. İşte bu sıfatlarla do natılan ilim, ilimdir' denilmiştir.
Bir rivayette şöyle denir: 'Allah kime ilim, zühd, tevazu ve iyi ahlâk verirse o muttakîlerin imamıdır'.

Ümmetimin hayırlı kişilerinden bir grup var. Allah'ın geniş rahmetinden dolayı zâhiren güler, fakat şiddetli azabının korkusundan da gizlice ağlarlar. Onların bedenleri yerde, fakat kalpleri göktedir. Ruhları dünyada, akılları ise âhirettedir. Yürüdükleri zaman, sükûnetle yürürler, Allah Teâlâ'ya ibadetle yaklaşırlar.247

Hasan Basrî 'Hilim, ilmin veziri; şefkat, babası; tevazu ise iç çamaşırıdır' buyurmuştur.

Bişr el-Hâfi de: İlmi vasıtasıyla dünya riyasetini arayan bir kimse, Allah'a, buğz ettiği bir şeyle yaklaşmak isteyendir. Böyleleri hem gökte, hem yerde buğz edilen kimselerdir' buyurmuştur.

İsrailiyat'ta rivayet edilir ki, 'Bir hekîm, hikmet konusunda 360 kitap yazmış ve böylece haklı olarak hekîm vasfını almıştır. Fakat Allah Teâlâ o devrin peygamberine o adama 'Sen yeryüzünü heze yanla doldurdun. Onları benim rızam için yazmadığından bir arpa boyu mertebeye bile sahip olmadın. Ben azîmüşşAn, senin ni fakından bir tek cümleyi dahi kabul etmedim' demesini söylemiş. Bu haberi alan hekîm, hareketinden pişman olarak, yazarlık mesleğini bırakıp halka karışmış. Halkın içinde çarşılarda geze rek, alışveriş yaparak tevazu zırhına bürünmüş. Bunun üzerine de Allah Teâlâ o devrin peygamberine şöyle vahyetmiş: 'Ona, şimdi benim rızamı kazandığını bildir'.

Abdurrahman b. Amr el-Evzâî, Bilâl b. Sa'd el-Eş'arî'den şöyle hikâye eder 'Zâlim zabtiyelerle karşılaştığınız zaman şerlerinden Allah'a sığmıyorsunuz, fakat, riyakârlık yapan ve riyaset için can atan dünya âlimlerine rastladığınızda onların şerrinden Allah'a sığınmıyorsunuz. Halbuki onlar zâlim memurlardan daha tehli kelidir. Onların şerrinden Allah'a sığınmak daha evlâdır'.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygambere (s.a) şöyle sorulur:
- Amellerin hangisinde daha çok fazilet vardır?
- Ağzın, Allah'ın zikriyle dolu olduğu halde haramlardan
sakınmasın da...
- Arkadaşın hangisi daha hayırlıdır?
- Allah'ı andığın zaman sana yardım eden, unuttuğun za
man hatırlatan arkadaş.
- Arkadaşın hangisi daha kötüdür?
- Unuttuğun zaman sana Allah'ı hatırlatmayan, andığın zaman da sana yardımcı olmayan arkadaş.
- İnsanların en âlimi kimdir?
- Allah'tan en fazla korkan kimse.
- İnsanların en kötüsü kimdir?
- Yâ rabbi! Beni affeyle! Bu sualin cevabını veremem.
- Ey Allah'ın Rasûlü! Ne olur bize onu da haber ver!
- Fesada yönelen âlimler!248

Kıyâmet gününde en fazla emniyette olan kimseler, hayatta dünyanın kötülüğünü en fazla düşünen, âhirette en fazla gülen, dünyada en fazla ağlayan, âhirette en fazla sevinen, dünyada en çok üzülen kimselerdir249

Hz. Ali (r.a) bir hutbesinde şöyle der:
Manevî mesûliyetim, söylediklerimin karşılığıdır. Ben an cak söylediklerimden mesûlüm. Muhakkak ki, takvâ tar lasını eken bir kavmin ekini zarar görmez. Hidayet çime nine dikilen bir kök asla susuz kalmaz. İnsanların en cahili, derecesini ve kendi durumunu bilmeyendir. Allah nezdinde buğza en müstahak olan, ilmi, şuradan buradan derleyen ve bu ilimle fitnenin karanlığına sapan kimsedir. Bu kişiye, in sanların rezilleri ve kıymetsizleri âlim demişlerdir.

Halbuki bu adam tek gününü bile doğru dürüst ilme sar fetmiş değildir. Gerçi ilim tahsiline dalmış ve onu çokça elde etmiştir. Halbuki ilmin en azı ve kifayet edici miktarı; çok olup azdırıcı olandan daha efdaldir. Bu kişi, kokmuş sudan kana kana içerek dağarcığını bu suyla doldurmuştur. Ne faydasız bir çalışma... Sonra başkalarının şüphelerini izale etmek için öğretmenlik kürsüsüne çıkmış ve halka yol göstermeye kalkışmıştır. Şayet bu kişinin karşısına önemli ve çözülmesi müşkil bir mesele çıkarsa, faydasız fikirleriyle o meselenin halline tevessül eder. Böyleleri şüpheleri bertaraf etmekte tıpkı örümcek ağına benzer. Yanıldığını veya isabet ettiğini bir türlü anlayamaz. Çünkü bu durumu idrâk et mekten bile yoksundur. Cehalette binici, körlükte yürüyücü dür.

Bilmediği için özür dilemez ki selâmete erebilsin. Azı dişleriyle ilme yapışmaz ki ganimeti elde etsin. Elinden kan akmakta, hükmüyle, haram olan birleşmeler helâl olmak tadır. Yemin ederim; bulunduğu makamın ve kendisine ha vale edilen meselenin ehli de değildir. İşte dünya hayatında kendilerine felâket yağan ve kendi kendilerinin yasını tuta rak ağlaşmaya müstahak olanlar bunlardır'.

Hz. Ali yine şöyle buyurur: İlmi işittiğiniz zaman, yutarcasma dinleyiniz. Sakın ilmi ciddî olmayan şeylerle karıştırmayınız. Çünkü ciddî olan ilim, ciddî olmayan şeylerle karıştırıldığı zaman saf kalpler ondan nefret edecektir'.

Selef âlimlerinden bazıları şöyle demişlerdir: 'Âlim, bir kere kahkaha ile güldüğü takdirde, ilmin bir kısmını havaya liflemiş olur. Öğretmende üç sıfat toplandığı takdirde bu sıfatlar sayesinde öğrencisine vereceği ilimleri.]}, nimeti tamam olur. O sıfatlar şunlardır: Sabır, tevazu ve güzel ahlâk. Bir öğrenci, aşağıdaki üç sıfata sahip olduğu zaman, kendisine ilim vermek hoca için kolaylaşır ve öğretmek nimeti tamamlanmış olur. O sıfatlar: Akıl. hedef ve güzelce dersini dinleyip anlamaktadır.

Kısaca Kur'ân'da vârid olan ahlâklardan, âhiret âlimleri, katiyyen ayrılmazlar. Çünkü onlar, Kur'ân! riyaset için değil, onunla amel etmek için öğrenirler.

İbn Ömer (r.a) şöyle anlatır:
'Biz, her birimizin Kur'ân1 dan evvel imanı elde etmeye çalıştığımız bir zamanı yaşadık. Kur'ân, sure sürfe nazil oluyordu. Bu surelerin helâl ve haramını, emir ve yasaklarını öğrenirdik ve yine, o surelerden nerede durmak uygunsa onu öğrendik. Şimdi ise, imandan evvel Kur'ân'a yapışan, Fâtiha suresinden başlayarak sonuna kadar okuyan, fakat Kur'an'm emri nedir, yasağı nedir ve nerede bulunmak gerekir katiyyen bilmeyen, okuduğu Kur'ân emirlerini, çürük hurmalar gibi sağa sola serpen, yani kıymet vermeyen nice kişiler görüyorum".
Başka bir haberde aynı mânâya gelen şu ifadeleri buluruz:
Biz, Rasûl'ün sahabîleri, Kur'an'dan evvel imana sahip olurduk. Fakat ey beni dinleyenler! Bizden sonra bir kavim gelecektir. Onlar imandan evvel Kur'an'a sarılacaklardır. Kur'an harflerini güzelce okuyacaklar, fakat Kur'an'ın ya saklarını ve hududlarını zayi edeceklerdir. 'Biz okuduk, biz den daha iyi okuyan var mı? Öğrendik, bizden daha iyi öğrenen var mı?' diyeceklerdir. İşte onların yaptığı sadece Kur'an'ı güzel okumaktır. Hepsi o kadar.250

Başka bir rivayet: 'Onlar (yani Kur'an harflerinin güzel okunuşuna ihtimam gösteren ve ahkâmını nazarı itibara alma yanlar) bu ümmetin en şerlileridir'.

Ahiret âlimlerinin alâmetlerinden olup beş ayetten alman şu beş ahlâkı bazı âlimler şöyle sıralamışlardır:
1) Haşyet, 2) Huşû, 3) Tevazu, 4) Güzel ahlâk, 5) Zühd Haşyet
Kulları içinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar.
(Fâtır/28) Huşû
Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a inanırlar, size indiri lene ve kendilerine indirilene inanırlar; Allah'a karşı saygılıdırlar; Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satmazlar. Onların mükâfatı da rableri katındadır. Şüphesiz Allah, he sabı çabuk görendir.(Âlû-İmrân/199)

Tevazu
Tevazu kanadını mü'minler için indir. (Hicr-88)

Güzel Ahlak
Allah'tan gelen bir merhamet sayesindedir ki, onlara (ashaba) yumuşak davrandın.(Âlu-İmrân/159)

Zühd
Kendilerine ilim verilenler şöyle dedi: Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler! Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. O sevaba ancak ibadet edenlerle sabredenler kavuşur.(Kasas/80)

Hz, Peygamber (s.a) 'Allah kime hidayet etmeyi dilerse İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir' (En'am/125) ayetini okuduğu zaman kendisine, 'Bu genişlikten gaye nedir?' diye so ruldu ve şu cevabı verdi: 'Nur, bir kalbe akıtıldığı zaman o göğüs genişler'. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun böyle olduğunun alâmeti var mıdır?' diye sorulduğunda da, Hz. Peygamber 'Evet bunun al âmeti vardır. Aldanma evinden (dünyadan) uzaklaşmak, ebediyet evine dönmek ve ölüm gelip çatmadan evvel, ölüme hazırlık yap maktır' cevabını verdi.251

Ahiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de amelleri bildiren, nelerle ifsad olunduklarını beyan eden, kalpleri karıştıran, vesve seye ve şerre kapı açan ilimden çokça bahsetmektir. Zira dinin te meli insanları şerden korumaktır. Bu hikmete binaen şair 'Şerri şer için değil, ondan korunmak için öğrendim. Çünkü şerri bilme yen ona düşebilir' demiştir.

Bir de insana daha kolay gelen fiilî amellerdir. Fiilî amellerin en güzeli, kalp ve dille Allah'ın zikrine devam etmektir. Bu amel lerin sağlam kalması için kendilerini ifsad ve kalbi karıştıran şeyleri iyi bilmek gerekir. Bu ifsad eden şeyler birçok şubelere ayrılır ve teferruatı çok uzun sürer. Bütün bunları bilmek lâzımdır. Zira âhiret yolculuğunda herkesin müptelâ olduğu felâ ketlerdir bunlar... Bu bakımdan âhiret âlimleri bunları bilmekle, Allah'ın rahmetine yaklaştıran faydalı ilmi elde etmişlerdir.

Dünya âlimlerine gelince; onlar hüküm vermek için bindebir vâkî olan fer'î meselelere dalarlar. Belki hiçbir zaman vâkî olmayan veya hayatta bir defa vukuû mümkün olan meseleler üzerinde çalışarak o meselenin mahiyetini kavramak için yorulurlar. Çünkü üzerinde durdukları meseleler vâkî olacak olsa bile, bu on ların zamanında olacak değildir. Kendi zamanlarında değil, başka zamanlar ve başka insanlar için meydana gelecektir. O halde, bu gibi meseleleri, meydana geldikleri zamanda halledecek nice âlim ler bulunabilir.
İşte dünya âlimleri, bu şekilde, vazifeleri olmayan ve kendile rini hiçbir bakımdan ilgilendirmeyen meselelerle meşgul olur da onları yakından alâkadar eden meselelere kulak asmazlar. Gece ve gündüz birbiri ardınca onların üzerinden akıp gittiği müddetçe, kalplerine gelen mânâlar, vesveseler ve amelleri içinde bocalayıp dururlar. Bu hallerine hiçbir çıkar yol da aramazlar. Nefsine ait en mühim bir meseleden kaçar, başkasının vâkî olma ihtimali çok uzak meselelerine kafa yorar. Bu insanlar saadetten ne kadar uzaktır! Bir insanın, kendi üzerine düşen vazifeleri bırakarak, başkasının meydana gelme ihtimali olmayan işleriyle meşgul ol ması, halk nezdinde makbul bir insan kabul edilmek gayretinden başka bir mânâ taşımaz...

Bu acıklı durumdan daha kötüsü, dünyaya bağlı sersem insan ların böyle kimselere fazıl, muhakkik ve müdekkik âlim lâkabını takmalarıdır. Böyle bir kişiye Allah Teâlâ tarafından verilecek en hafif ceza, ilminin dünyadaki halk arasında rağbet görmemesidir. Bu rağbeti bulamayışı bir yana, belki de, zamanın hâdiseleri içinde bulanık bir hale gelerek kaybolup gidecektir. Kıyamet gününde on lar, gerçek âlimlerin kâr ettiklerini ve saadete erdiklerini gördük leri zaman, müflis durumlarından ötürü büyük bir hasret çeke ceklerdir. Bu ne dehşetli bir zarardır!

Hasan Basrî'nin konuşma bakımından peygamberlere, hidayet bakımından da sahabîlere benzediğini bütün ulema ittifakla söy lemektedir. İşte durumu böyle olan bir zâtın konuşmasının çoğu, kalbin şüphesi, amellerin fesadı, nefislerin vesvesesi ve nefis şehvetlerinden gelen çözülmesi zor, gizli sıfatlara aitti.
Bir ara kendisine şöyle denildi: 'Ey Ebu Said! (Hasan Basrî'nin künyesi) Sen o kadar yerinde konuşma yapıyorsun ki, bu konuşmayı senden başka hiç kimseden dinlemiyoruz. Acaba bu
konuşmaları nereden öğrendin?' O da 'Huzeyfe b. Yeman'dan öğrendim' dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
- Bir gün Huzeyfe'ye şöyle bir suâl soruldu: 'Seni, hiçbir sahab-înin konuşmadığı şeyleri söyler görüyoruz. Sen bu konuşmaları nereden öğrendin?' Huzeyfe şöyle cevap verdi: 'Bu sözleri Hz. Peygamber sadece bana söyledi. Çünkü sahabe-i kiram, Hz. Peygamberden daima hayır ve fazilet hakkında sorarlardı. Ben ise, şerden çok korktuğum için, Rasûl'e sadece bu hususu soru yordum. Çünkü biliyordum ki, şerri öğrendiğim zaman hayırla il gili ilim, elimden kurtulamaz.252
Huzeyfe sözlerine şunları da ilâve etmiştir: 'Apaçık bildim ki, şerri bilmeyen bir kimse asla hayrı bilemez'.

Başka bir lâfızda şöyle buyurulmuştur:
"Sahabe-i kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelde bulunan kimseler için ne gibi mükâfatlar vardır' diye amellerin fazi leti hakkında sualler sorarlardı. Ben ise şöyle sorardım: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelleri ne gibi hareketler ifsad eder?' Hz. Peygamber, benim bu şekilde sualler sorduğumu gördüğünden, amellerin âfetlerini hususî olarak bana öğretti. Benim en iyi bildiğim ilim de, böylece bu ilim oldu".
Hz. Huzeyfe, amelleri ifsad eden ilmi bildiği gibi, münafıklara ait malûmatı da, o şekilde, hususî olarak biliyordu. Nifak ilmini, sebeplerini ve fitnelerin inceliklerini bilen biricik sahabî o idi. Hz. Ömer, Hz. Osman ve daha birçok büyük sahabî nifak hususunda Hz. Huzeyfe'den faydalanırlardı. Bu konularda onunla daima istişare ederlerdi. Münafıklar, hep ona sorulurdu. O da mü nafıkların adedini söyler ve hatta onlardan ne kadar kaldığını da bildirirdi. Fakat hiçbir zaman isimlerini zikretmezdi. Hz. Ömer birgün kendisinde nifak olup olmadığını sormuştu. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a), Hz. Ömer'in nifak ehlinden olmadığını söyleyerek onu tebrik etmişti. Bir cenaze olduğu zaman Hz. Ömer, Hz. Huzeyfe'nin o cenazeye iştirak edip etmediğine dikkat ederdi. Şayet Huzeyfe cenazeye iştirak etmişse o da eder, etmemişse cenaze na mazına katılmazdı.
Bu sebeple Hz Huzeyfe'ye sır sahibi denilmişti.

Bu bakımdan kalp makamlarına ve hallerine itina göstermek, âhiret âlimlerinin âdetidir. Çünkü Allah'a varacak olan kalptir. Fakat zamanımızda bu ilim garip oldu ve hatta ortadan kalktı. Zamanımızın âlimlerinden herhangi birine kalp hakkında bir sual sorulduğu zaman, bu sual garip karşılanmakta ve cevap vermek gereksiz kabul edilmektedir.

Bir âlim kalp ilimlerinden bahsetse, dinleyenler bunu garip ve anlamsız bularak 'Bu adam yaldızlı laflar ediyor, mücadele ince liklerini ortaya koyan o büyük vâizler nerede?' derler.
Şu sözü söyleyen ne kadar doğru söylemiştir: 'Bütün yollar aynıdır, fakat hak yol birdir. Hak yolunun yolcuları ise fertlerdir. O yolcular bilinmez, onların maksatlarını anlayamazsın. Onlar yavaş yavaş yürüyüp hedefe yönelenlerdir. İnsanlar, kendileri için irade edilenden gafildir. Çünkü insanlar hak yolundan gâfildirler.

Kısaca, halk daima kendisine kolay gelen ve tabiatına uygun olana meyleder. Hakikat acıdır ve onu elde etmek hem zor, hem de büyük güçlüklere göğüs germekle mümkündür. Onun yolu işlenmemiş bir yoldur. Hele kalp sıfatlarını bilmek, kalbi, ahlâkî zaaflardan temizlemek; evet bu, ruhu yerinden söküp almaktan daha zor bir iş!.. Hakikatın sahibi, ilâcın acılığına katlanan bir kişi gibidir. Sonunda şifa vardır diye sabreder. Onun sahibi ölüm ânında meleğin müjdesiyle iftar etmek için sıkıntılara göğüs gere rek hayatını oruçlu geçiren bir kimseye benzer... Ne zaman bu yola rağbet çoğalır? Hiçbir zaman... Bu hikmete binaen şöyle de nilmiştir: 'Basra şehrinde, va'z u nasihatta bulunan, yüzyirmi kişi vardı. Bâtın sıfatları, kalp halleri ve yakîn ilmi hakkında, bu yüz yirmi kişiden, ancak üçü konuşuyordu: Sehl et-Tüsterî, Subeyhî ve Abdurrahim. Bu üç kişiyi, on kişiyi geçmeyen bir cemaat dinlerdi ancak... Diğer vaizleri ise binlerce insan... Bu durumun sebebi şudur: Kıymetli mücevherat, ancak hususiyet ve özellik sahibi kişilere mahsustur. Herkeste olan şeyin kıymeti olmaz.
Ahiret âlimlerinin özelliklerinden biri de, ilim öğrenirken kal bin saflığı ile idrak ve basiretine güvenmesi, başkalarını taklit et memesidir. Sadece şeriat sahibi emir ve buyrukta taklid edilir.

Bir de sahabe-i kiram! Hz. Peygamberi dinledikleri için fiilleri hadîs mesabesinde olduğundan uyulur. Bu hakîkat böylece bilindikten sonra, Hz. Peygamberin söz ve fiillerini kabul etmek sureti ile taklid eden zata düşen en uygun hareket, bu konunun sır ve hikmetlerini bilmeye çalışmaktır. Zira mukallid, bir fiili, şeriat sahibinin fiilidir diye işler. Halbuki şeriat sahibinin her fiilinde mutlak bir hikmet vardır. Öyleyse mukallid, hiç yorulmadan ve katiyyen yılgınlık göstermeden şeriat sahibinin amelleriyle, söylediği sözlerin hikmetlerini anlamaya gayret sarfetmelidir. Mukallid, söyleneni ezberlemekle kalırsa, ancak öğrendiği ilmin kabı olabilir, fakat katiyyen âlim olamaz. İşte bundan dolayı bazan 'Filân adam ilmin kabıdır* denilir. Şayet bu adam, sadece ezberlemekle iktifa eder, o söz ve fiillerin hikmetlerine nüfuz etmezse, böyle bir kimseye asla âlim denilmez.

Kimin kalbinden perde kalkmış ve hidayetle nürlanmışsa, böyle bir kimse başkalarına önder olur. Artık onun için, başkasını taklid etmek caiz olmaz. Bu hakikati, İbn Abbas şu sözüyle ne kadar güzel ifade buyurmuştur: 'Allah'ın yüce Rasûlü hariç, hiç kimsenin ilmine kayıtsız, şartsız râm olunmaz; hatta ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, çok kere sözleri terkedilir'.253

İbn Abbas, Zeyd b. Sâbit'ten fıkıh, Ubey b. Ka'b'dan kıraat ilmini öğrenmiştir. Sonradan, fıkıh ve kıraatta her iki hocanın fikirlerine muhalefet etmiş ve onlardan ayrılmıştır.
Seleften bazıları şöyle buyurur: 'Hz. Peygamberden bize ne gelmişse, onu başımızın üzerine koyar, olduğu gibi kabul ederiz. Sahabş-i kiramdan gelenin bir kısmını alır, bir kısmını terk ederiz. (Bir şarabîden kuvvetli olarak geleni kabul eder, olmayanı terkede-riz). Tâbiîn-i kirama gelince, onlar da erkekti, biz de erkeğiz.254

Sahabîlerin fazileti, Hz, Peygamberin hareketlerinin karine ve delillerini bizzat görmelerinden, kalplerinin karinelerle bilinen birtakım emirlere bağlanmasından ileri gelir. İşte bu emirler, sahabîleri sevaba doğru iten yegâne hakikatlerdir. Bu hakikat ne rivayete ne de ibarelere sığmaz. Nübüvvet nuru sahabenin hatâ etmesini onda ikiye indirmiştir. Nübüvvetin ne olduğunu bizzat görenleri, bu makamın nuru korumakta, çokça yanılmalarına mâni olmaktadır.

Başkasından dinlediklerini taklid etmek pek makbul bir hare ket olmadığından kitaplara ve tasniflere bağlanıp onların mukal lidi olmak, hakikatlerden uzaklaştırıcı bir hareket olur. Çünkü ki taplar ve tasnifler sonradan ortaya çıkmıştır. Sahabe-i kiramın zamanında, tâbiînin ilk devirlerinde kitab ve tasnif diye bir şey yoktu. Ancak bütün sahabîlerin vefatından, tâbiînin ortalıktan çe kilmesinden sonra; yani Said b. Müseyyeb ve Hasan Basrî gibi zat ların ölümünden yani hicretin yüzyirminci senesinden sonra ki taplar telif edilmeye başlanmıştır. Çünkü, daha önceki âlimler, hadîslerin yazılmasını, kitap telif edilmesini, bunları okuyan halkın ezberciliğe alışmak suretiyle Kur'an'dan, tefekkür ve tezek kürden uzaklaşmaması için kerih görmüşlerdir.

Halk Kur'an'dan, düşünce ve zikirden uzaklaşmasın diye da ima 'Bizim ezberlediğimiz gibi siz de ezberleyiniz' diyerek ikazda bulunuyorlardı. Hz. Ebubekir ve birtakım sahabe-i kiram, işte bun dan dolayı Kur'an'ı Kerîm'in bir mushafta derlenmesine muha lifti. 'Rasûlüllah'ın yapmadığı bir işi biz nasıl yapalım?' diye te reddüd ediyorlardı. Halk tabakasının yazılı mushaflara güvenip hafızlıktan kaçacaklarından korkmakta idiler ve 'Kur'an'ı olduğu gibi bırakalım, halkın bir kısmı, diğer kısmından telkin ve okut mak suretiyle öğrensinler. Ezberleme, onların meşguliyeti olsun' kararma vardılar. Hz. Ebubekirin bu ısrarı, Hz. Ömer ve bir kısım sahabenin, halkın tembelliğinden korkarak ye Kur'an'ın tek keli mesini veya müteşabih kıraatları bilen kimselerin kökünü kuruta cak bir savaşın çıkmasından endişe ederek, Kur'an'ın yazılmasında ısrar edinceye kadar devam etti. Hz. Ömer ile kendi sini takviye eden sahabe-i kiram, bu mâzereti beyan ettikleri za man; Hz. Ebubekir'in (r.a) göğsü de Kur'a'nı yazmak için inşiraha kavuşup bu işe taraftar oldu.

Bu bakımdan Hz. Ebubekir Kur'an'ı tek bir mushafta topladı.
İmam Ahmed, İmam Mâlik'e, el-muvatta kitabını yazdığı için, şiddetle hücum ederek diyordu ki: 'Sahabe-i kirâmın yapmadığı bir bid'atı icad etti'.

Denilir ki: İslâm'da ilk kitap yazan İbn Cüreyc'dir. Bu, hadis lerle ilgili ve Atâ, Mücahid ve İbn Abbas'ın Mekke'de bulunan ta lebelerinden rivayet buyurduğu tefsir harfleri hakkında te'lif ettiği bir kitaptır.

İkinci kitap, Yemen'in San'a şehrinde Ma'mer b. Raşid ta rafından te'lif edildi. Ma'mer, bu kitabında birçok hadîs-i nebevî derledi; Sonra İmam Mâlik, Medine'de Muvatta isimli kitabı yazdı. Bilâhare Süfyan es-Sevrî'nin Câmî adlı eseri yakıldı. Hicretin dör düncü yüzyılında kelâm ilmine dair birçok kitap telif edildi, müca dele başladı. Söylenen sözlerin iptal edilmesi delil ve burhanlarla yapıldı. Bunun üzerine halk kelâm ilmine ve kıssalarla va'z et meye daldı. Böylece yakîn ilmi, hicretin dördüncü asrından itiba ren yavaş yavaş yok olmaya başladı. O tarihten itibaren kalplerin ilmi, nefsin kötü sıfatlarından ve şeytanın desiselerinden sakınmak gibi ilimler garip sayıldı ve azaldı. Küçük bir azınlık ha riç, halk bu ilimlerden yüz çevirdi. O tarihten itibaren cedel yapan kelâmcıya âlim denilmeye başlandığı gibi, konuşmasını secîli ve kafiyeli ibarelerle süsleyen kimseye de âlim denildi. Çünkü bunları dinleyen halk tabakası idi. Bu tabaka ilmin hakikatini hikâyeler den ayırdedecek derecede gelişmiş değildi. Ayrıca sahabe-i ki ramın yaşayışını ve ilmini halk bilmiyordu ki, hakîki âlimleri sah telerinden ayırdedebilsin. İşte böylece âlim olmayana âlim ünvanı verildi ve bu lâkabı halefler, seleflerinden alıp devam ettirdiler. Böylece âhiret ilmi rafa kaldırıldı. Havass hâriç, kelâm ile ilim arasında ayırım yapacak kimse kalmadı. Fakat havasstan, 'Filân adam mı, yoksa şu mu daha âlimdir?' diye sorulduğu zaman, işin hakikatini bilen havass 'O ilim yönünden, bu da kelâm yönünden daha fazladır' derlerdi. Havass ilim ile konuşma kabiliyetinin arasını tefrik edecek kudretteydi. İşte böylece geçmiş asırlarda din, zayıflamıştır. Acaba günümüzde durum nasıldır?

Bugün durum öyle bir raddeye gelmiştir ki, kelâmı inkâr eden bir kişi, mecnun olarak ilân ediliyor. O halde insana düşen vazife; bu zamanda nefsi ile meşgul olmak ve başkaları hakkında susmayı tercih etmektir. Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de yeni ortaya çıkan bid'atlardan şiddetle kaçınmaktır. Sakın insan ların çoğunluğunun yeni ortaya çıkan meselelere olan düşkünlüğü seni aldatmasın!
Sahabe-i kiramdan sonra meydana çıkan bid'atlara halkın te veccühü seni kandırmasın. Zira müslümana düşen vazife, sahabe i kiramın durumunu, sîretini ve amellerini arayıp onlara muttali olmaktır. Acaba sahabîler hangi hususlara daha fazla ihtimam göstermişlerdir? Ders okutmak, kitap yazmak, münazarada bulunmak, fetvâ vermek, yönetici olmak vakıf müesseselerinin başına geçmek, onun bunun vasisi olmak, yetimlerin malını ye mek, zâlim yöneticilerle oturup-kalkmakla onlarla iyi geçinmekle mi meşgul olmuşlar, yoksa korkmak, üzülmek, mücâhedede bu lunmak, zâhir ve bâtını murakabe etmek, günahın küçük ve büyüğünden sakınmak, nefsin gizli şehvetlerini, şeytanın hilele rini ve bunlardan başka bâtın ilimlerini öğrenmekle mi meşgul olmuşlardır?

Bilmek gerekir ki, zamanın en âlimi, hakka en yakını, sahabe-i kiram'a en fazla benzeyen ve selefin yolunu en iyi bilen kişidir. Zira din, sadece sahabe-i kiram'dan alınır. Bu sırra işaret ederek Hz. Ali şöyle buyurmuştur: 'Bizim en hayırlımız bu dine en fazla tâbî olanımızdır'.

Hz. Ali bu sözünü, kendisine 'Sen filân sahabîye muhalefet et tin' denildiği zaman söylemiştir. Bu bakımdan müslüman bir kişiye Rasûlüllah'ın devr-i saadetindeki sahabe-i kirama muhale fet etmekten sakınmak vazifesi düşer. Onlara mutabık olan, kime muhalif olursa olsun zararı yoktur. Çünkü insanlar kendi yaptıklarını tasdik etmeye meyyaldirler. Bir türlü muhalefet ettik lerinden ötürü Allah'ın cennetinden mahrum olduklarını itiraf etmeye yanaşmamaktadırlar. Cennete giden yolun ancak kendi seçtikleri yol olduğu iddiasındadırlar.
Bu hakikati belirtmek için Hasan Basrî şöyle demiştir:
İslâm'da birçok bid'atlar icat eden iki sınıf bid'atçı vardır:
1. Kötü rey sahibi olup, sadece kendisi gibi düşünenlere cen net verileceği kanaatinde olanlar.
2. Dünyaya tapan, dünya için öfkelenen ve dünya için razı
olan ve sadece dünyayı arayan zenginler. Bu bakımdan bu
iki sınıfı da terkediniz. Çünkü ikisi de cehenneme doğru,
koşar adımlarla gitmektedir. Bir de kendini dünyaya davet
eden zenginle, nefsin arzularına davet eden hevasının esiri
olanın arasında olduğu halde Allah kendini her ikisinin
şerrinden de korur da selef-i salihine meylederek onların
yaşantılarını, fiillerini sorup izlerinden yürümek ister. İşte
boyle bir insan büyük bir ecre namzettir. Bu bakımdan siz de
böyle olunuz'.

İbn Mes'ud'dan mevkuf ve müsned olarak şu hadîs-i şerif ri vayet edilmiştir:
İki şey vardır ki biri kelâm, diğeri ise hidayettir. Kelâmın en güzeli, Allah'ın kelâmıdır. Hidayetin (yolun) en güzeli de Allah Rasûlü'nün hidayetidir. Sonradan ortaya çıkan bid'atlardan sakınınız. Zira işlerin en kötüsü, sonradan or taya çıkan hidratlardır. Muhakkak ki her sonradan ortaya çıkan bid'attır ve muhakkak ki her hidrat dalâlettir. Zaman ve hedef size uzak görünmesin. Çünkü bu takdirde kalbiniz katılaşır. İyi bilin ki her gelecek olan yakındır. Yine iyi bilin ki uzak ancak gelmeyecek olandır.255

Hz. Peygamberin bir hutbesinde şu cümleler yer almaktadır:
Kendi ayıpları, kendisini başkasının ayıplarını araştırmaktan alıkoyana, meşru bir şekilde kazandığı ser vetten infak edene, fıkıh ve hikmet ehliyle arkadaşlık edene, zillet ve günahtan sakınana cennet vardır. Nefsini zelil edene, ahlâkını güzelleştirene, gizli taraflarını ıslah edene, halktan kötülüğü uzaklaştırana cennet vardır, İlmi ile amel edene, servetin fazlasını Allah yolunda harcayana, sözünün fazlasını kendi nefsinde tutan, sünnet-i seniyye ile iktifa edip, bid'atlara yönelmeyene cennet vardır.

İbn Mes'ud (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Âhir zamanda güzel hi dayet çok amelden daha hayırlıdır. Siz öyle bir zamandasınız ki, en hayırlınız emirleri aceleyle yapanınızdır. Fakat sizden sonra bir zaman gelecektir ki, o zamandaki insanların en hayırlısı şüphelilerin çokluğundan ötürü teenni ile adım atanlardır'.

İbn Mes'ud çok doğru söylemiştir. Şu zamanda teenni ile adım atmayan ve halkın yaptığı işlerde onlara uyan ve onların daldığı gibi dalan bir kimse, halkın felâkete gittiği gibi felâkettedir.

Huzeyfe b. Yeman (r.a) herhangi bir şeye işaret ederek: 'Bundan daha garibi, sizin bugünkü iyiliklerinizin, geçmiş za manda kötülük sayılmasıdır ve sizin bugün kötü telâkki ettikleri niz de gelecek bir zamanın iyiliği olacaktır. Siz hakkı tanıdıkça hayırlı kimselersiniz. Siz içinizde bulunan âlime önem verir, ihti mam gösterirsiniz' buyurdu.
O da doğru söylemiştir. Şu yaşadığımız asrın iyiliklerinin çoğu sahabe-i kiram zamanında kötülük kabul ediliyordu. Çünkü za manımızın iyiliklerinin başında gelen ve hatta en büyüklerinden sayılan şey; camileri süslemek, çeşitli boyalarla boyatmak, büyük servetleri camilerin ince tâmiratına sarfetmek, yüksek kıymetli halıları camilere sermektir. Halbuki daha evvel camilerde hasırların serilmesi dahi bid'at sayılıyordu. Hattâ 'Hasırların se rilmesi Haccac-ı Zâlim'in yaptığı bid'atlerdendir' denilmekteydi. Çünkü sahebe ve tâbiîn-i kiram, almlarıyla toprak arasında perde olacak herhangi bir maddeyi pek nadir seriyorlardı. Böylece cedel ve münazara ilimlerinin incelikleriyle meşgul olmak, bid'atların revaçda olduğu şu zamanımızda en büyük ilimlerden sayılıyor ve cedel ilminin incelikleriyle meşgul olanlar da Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı amellerin en değerlisini yaptıklarını iddia ediyorlar. Halbuki onların bu yaptıkları, sahabe-i kiram ve tâbiîn zamanında kötü sayılıyordu. Zamanımızda esasında münker olup iyi sayılan hareketlerden birisi de; Kur'an ve ezan okumakta lâhin yapmaktır (Yani kısaltılması gereken kelimeleri uzatmak, uzatılması gere ken kelimeleri kısaltmak, izharda ihfa, ihfada izhar yapmaktır).

İyilik sayılan münkerlerden birisi de; zâhirî temizlikte zorluk lar çıkarıp, taharette vesveseye düşüp, uzak sebepleri yakîn farze derek elbisenin temizliğine önem vermek, fakat bununla beraber yiyeceklerin helâl veya haram olmasına ve benzeri önemli mesele lere ihtimam göstermemektir. İbn Mes'ud ne güzel söylemiş: 'Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, nefsin hevası ilme tâbidir. Fakat bir zaman gelecektir ki, ilim hevaya tâbi olacaktır!'

Ahmed b. Hanbel 'Asrımdaki insanlar, ilmi terkedip garip me selelere daldılar. Onların içindeki ilim ne kadar da azdır. Allah yardım etsin' buyurmuştur.
Mâlik b. Enes 'Geçmiş zamanda halk bu işleri sizin bugün
sorduğunuz şekilde sormuyordu. O zamanın âlimleri haram, he
lâl demiyorlardı. Ben onlara yetiştim. Onlar müstahah ve mekruh
diyorlardı' buyurdu.
Mâlik bu sözüyle şunu kastediyor: O devrin insanları kerahet ve müstahabın inceliklerine bakıyorlardı. Haramın fâhiş olduğu ise herkesçe biliniyordu ve ona yaklaşan zaten azdı.

Hişarn b. Urve b. Zübeyr şöyle demiştir: 'Siz bid'atçılara bu za manda ortaya çıkardıkları bid'atları sormayınız. Çünkü onlar bid'atlarını müdafaa için, verilmesi gereken cevapları hazırlamışlardır. Fakat onlara, Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesini sorunuz. Göreceksiniz ki sünneti bilmezler'.

Ebu Süleyman Dârânî de 'Kalbine bir hayır ilham edilen kişi, hemen o ilhama göre amel etmemelidir. Tedkik etmeli, eğer nef sindeki ilham hadîse mutabık gelirse Allah'a hamd-ü senâ etme lidir' demiştir.

Bu sözüyle şunu kasdetmektedir: Asr-ı Saadef'ten sonra ortaya atılan bid'atlar, kulakları aşındırmış, kalplerde istikrar bulmuştur. İşte bundan dolayı çok zaman kalplerin berraklığı bu lanmakta ve bu hastalıktan ötürü bâtıl, hak suretinde hayal edil mektedi, Bu bakımdan bâtılı hak olarak telâkki etmemek için ha dîs-i şeriflerin şehadetine dayanmak gereklidir. Yine bunun için dir ki, Mervan b. Hakem bayram namazında namazgâhta minber yaptığı zaman, o cemaatta bulunan Ebu Said Mâlik b. Sinan el-Hudrî (r.a) ayağa kalkarak şu itirazda bulunmuştur: 'Ey Mervan! Bu bid'at da nedir?' Mervan 'Yaptığım bid'at değildir. Senin bildiğinden daha hayırlıdır. Çünkü cemaat çoğalmıştır. Minberi yapıp onun üzerine çıkıp cemaata sesimi duyurmak istedim' de yince, Ebu Said 'Ey Mervan! Allah'a yemin ederim. Siz hiçbir za man benim bildiğimden daha hayırlısını getiremezsiniz ve yine Allah'a yemin ederim ki, bugün senin arkanda bayram namazını kılmayacağım!' demiştir.
Ebu Said (r.a) bu mevzuda.şu hakikatten ötürü itirazda bu lunmuştu: Allah'ın yüce rasûlü, bayram ve yağmur hutbelerinde
minbere çıkmaz, aksine elindeki yaya veya asâsına dayanarak hutbesini okurdu.256

Dinimizden olmayan bir şeyi ihdas edip, dine sokanın o yaptığı merduttur, başına çalınır.257

'Ümmetimi aldatanın üzerine Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun' dediği zaman Allah'ın Rasûlü'ne soruldu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! 'Ümmetin kandırılması ne demektir?' Rasûl (s.a) 'Dinde olmayan bir bid'atı ihdas edip halkı o bid'atı yapmaya zorlamaktır'258 buyurdu.

Allah Teâlâ'nın bir meleği vardır. O melek hergün şöyle haykırır: 'Rasûlullah'ın sünnetine muhalefet edene, Rasûlullah'm şefaati yoktur.259

Bid'atlar çıkarmak suretiyle sünnet-i seniyyeye muhalefet ederek suç işleyen bir kişinin, sıradan herhangi bir günahı işleyen kişiye nisbeti, devleti yıkmak isteyenin suçunu, muayyen bir hiz mette sultanın emrine muhalefet edenin günahına nisbet etmek gibidir.

Belirli bir vazifede sultanın emrine muhalefet eden kişinin suçu bazen affolunur. Ama sultanın devletini yıkıp sultanlığına son vermek teşebbüsü ise asla affolunmaz.

Bazı âlimler şöyle buyurmuştur: 'Selef, hangi şey hakkında konuşmuşsa onun hakkında konuşmayıp sükût etmek selefe eziyet verir. Selef, hangi şey hakkında susmuşsa onun hakkında konuşmak da fuzulî bir çaba ve tekellüftür'.

Başka bir âlim de şunu söyledi: 'Hak (ve hakîkat) ağır bir yük tür. Onu tatbik etmeyen zulmeder. Ondan geri kalan da acze düşer. Fakat onunla beraber ve onun çizdiği sınırlarda kalan tam isabet etmiştir'.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Devamlı orta yolu tercih edin ki ilerleyenler de, gerileyenler de oraya dönecektir260

İbn Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Dalâlet ehlinin kalbinde dalâletin kendine göre bir tadı vardır'.

Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyuruyor:
Ey Rasûlü, bırak o dinlerini oyuncak ve eğlence edinip de dünya hayatı kendilerini aldatmış bulunan kimseleri...
(En'am/70)

Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu?(Fâtır/8)

Bu bakımdan sahabe devrinden sonra zaruret ve ihtiyaç mik tarını aşacak derecede yenilikler icâd edenlerin dinleriyle oy nadıkları muhakkaktır.

Rivayet olunduğuna göre, şeytan, askerlerini sahabe-i kiram zamanında yeryüzüne yaymış ve bir zaman sonra askerler, ümit siz olarak üslerine dönmüş. Şeytan askerlerine sormuş:
- Neden böyle kızgın ve hırçınsınız?
- Biz bunlar gibi, hiç kimseye rastlamadık. Bunlar bizi son derece yordukları halde bir tanesinin kılına bile dokunamadık.
- Siz bunları yenmeğe muktedir değilsiniz. Çünkü onlar pey gamberleriyle arkadaşlık yapmış, Allah'ın ayetlerinin nüzûlünü müşahede etmiş kimselerdir. Fakat üzülmeyiniz, bunlardan sonra bir kavim gelecektir. Siz ihtiyaçlarınızı ve öcünüzü onlardan alırsınız.
Tâbiîn-i kiram zamanı geldiğinde, şeytan yine ordularını se ferber etmiş ama ordular yine mahrum olarak üslerine dönüp şöyle haykırmışlar:
- Biz bunlardan daha acaip kimseler görmedik. Kendilerini
peyderpey günaha sokup birşeyler alıyoruz. Fakat günün sonunda
akşama doğru istiğfar etmeye başlıyorlar. İstiğfarları sayesinde
Allah günahlarını sevaba tebdil ediyor.
- Siz bunlardan da birşey elde edemezsiniz. Çünkü inançları sıhhatli ve doğrudur. Peygamberlerinin sünnetine tâbî olmakta ciddîdirler. Fakat bunlardan sonra bir kavim gelecektir. Gözleriniz onların gelişi ile aydınlanacaktır. Siz onlarla oyuncak gibi oynaya caksınız. Onları heva ve heves gemleriyle istediğiniz şekilde, is tediğiniz istikamete çekebileceksiniz. Onlar af dilerlerse affolun mazlar. Tevbe de etmezler ki, Allah günahlarını sevaba tebdil etsin.

Râvi diyor ki: 'Birinci yüzyıldan sonra bir kavim geldi. Şeytan, içlerine heva ve heves tohumunu ekti, bid'atları süslü ve câzip gös terdi. Onlar da bid'atleri helâl telâkki ettiler ve bid'atleri din edin diler. O bid'atleri yaptıklarından dolayı Allah'tan af dileyip tevbe de etmezler. Bu bakımdan düşman, onlara musallat oldu ve istediği tarafa sürükledi!'
Eğer 'Bu hikâyeyi rivayet eden kişi şeytanın böyle dediğini ne reden biliyor? Şeytanı görmemiş ve onunla konuşmamıştır' der sen, bilmiş ol ki kalp sahipleri melekûtun sırlarını üç yoldan elde ederler;
a) İlham yoluyla.,.
b) Sadık rüyalarla...
c) Bazen de keşif ve ilham ve misallerin müşahedesiyle rüyada olduğu gibi hâdiseleri keşfederler. Keşif yollarının en yüce dere cesi bu sonuncusudur. Bu, aynı zamanda nübüvvetin yüksek dere celerindendir. Nitekim sadık rüya da nübüvvetin kırkaltı par çasından bir parçasıdır. Bu bakımdan dikkatli ol ve anlamadığın şeyleri inkâr etmeye kalkışma. Çünkü aklî ilimlerin tamamını ih âta ettiklerini iddia eden bencil ve hodfuruş âlimler, bu konuda he lâk olmuşlardır. Bu bakımdan sahibini Allah'ın veli kullarına ait bulunan bu işleri inkâr etmeye çağıran akıl'dan, cehalet daha hayırlıdır. Evliyanın ilham durumunu inkâr eden, enbiyayı da in kâr etmek felâketine düçâr olur ve böylece tamamen dinin dışına çıkar!

Ariflerden biri 'Abdalların etrafta gizlenip halk gözünden kay bolmaları, zamanın âlimlerini görmeye tahammül edemedikleri içindir. Çünkü zamanın kötü âlimleri her ne kadar kendi telâkki lerine ve cahil halkın görüşüne göre âlim sayılıyorsa da, abdal ların nezdinde Allah'ı bilmeyen câhillerdir' demiştir.

Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Günahların en büyüğü, kişinin cahil olduğunu bilmemesidir. Halk tabakasına bakıp gaflet sahibinin konuşmasını (dinlemek, abdalların yanında zamanın âlimlerine bakmaktan daha iyidir)'.261

Dünyaya dalıp bağlanan âlimlerin sözüne kulak vermemelidir. Böyle bir âlimin her dediği şüpheyle karşılanmalıdır. Çünkü her insan sevdiğine dalıp ona uygun düşmeyeni reddeder. Bu nedenle Hak Teâlâ (c.c) şöyle buyurur.
Bizi anmak hususunda kalbine gaflet verdiğimiz kimseye itaat etme ki, keyfinin ardına düşmüş ve işi de haddini aşmak olmuştur.(Kehf/28)

Halk tabakasının âsîleri, dinin yolunu bilmediği halde kendile rini âlim zannedenlerden daha memnun ve mesuddurlar. Çünkü günahkâr avam, kusurunu itiraf eder. Af dileyerek tevbe eder. Fakat kendisini âlim zanneden şu cahil ise, âlimlik taslamaktadır. Meşgul olduğu ve sadece dünyaya alet olan ilimleri, din yolunun aleti olarak telakki etmektedir. Bu bakımdan af dilemek ve tevbe etmek ihtiyacını duymamaktadır. Belki de, ölünceye kadar bütün insanlar bu belâ ile mübtelâ olmuş ve ıslahlarından ümid ke silmiştir, o halde dindar kişi için en ihtiyatlı hareket, bir kenara çekilip insanları kendi halleriyle başbaşa bırakmaktır. Nitekim bu konu inşaallah Uzlet bölümünde etraflıca izah edilecektir.

Bu sırra binaen Ebu Muhammed Yusuf b. Esbat (H. 190), Mer'aşlı Huzeyfe'ye (H, 207) şöyle yazar262; 'Tek başına kalan, beraberce Allah'ı zikretmek için bir arkadaş bulamayan, yahut bulduğu ar kadaşı günahkâr olan veya aralarındaki konuşma ve müzakere günaha götüren bir kimsenin hakkında tahminin ve hükmün ne olabilir? Çünkü bu zat, esas arkadaşını bulamamaktadır'.
Yusuf ne de doğru söylemiş... İnsanlarla ihtilât etmek, mut laka ya gıybete veya gıybeti dinlemeye veya herhangi bir münkere karşı sükût etmeye götürür. Oysa insanın en güzel durumu ya ilmi ifade veya ondan istifade etmektir. Fakat bu miskin, tam mâ nâsıyla düşündüğü zaman görecektir ki, ilim öğretmesi, riyadan, halkı arkasına takmaktan ve riyaset peşinde koşmaktan ibarettir. Bunun böyle olduğunu kestirdiği zaman, yine bilecektir ki ilmi öğrenen de, o ilmi dünyevî arzularına alet ve şerre vesile etmek için istiyor ve öğreniyor. Oysa böyle bir istekçiye ilim verildiği tak dirde ona arka ve şerrin sebeplerini hazırlayıcı olur. Böyle bir in sana ilim öğreten, tıpkı yol kesicilere kılıç satan gibidir. Bu bakımdan ilim, kılıç gibidir. İlmin hayır için salâhı, kılıcın harb için salâhı gibidir. Durumunun karineleriyle kılıçla yol kesmek is tediğini bildiğin bir kimseye kılıç satmak caiz değildir.

Buraya kadar saydığımız oniki alâmet, âhiret âlimlerinin ayrılmaz alâmetidir. Bu alâmetlerin herbirisi selef âlimlerinin bir takım güzel vasıflarını içine almaktadır.

Ey okuyucu! Sen de iki kişiden biri ol; ya bu sıfatlarla vasıflan veya kusurunu itiraf et. Sakın üçüncü gruptan olma. Zira bu grup, dünyaya yarayan âletlere dini fedâ etmiştir. Tembel kimselerin sî ret ve gidişatını, râsih âlimlerin gidişatına benzetmek suretiyle nefsini aldatma. Böyle yaptığın takdirde cehalet ve inkârın yüzün den gaflete düşüp ümitsiz ve helâk olan kimselerin zümresine ilti hak etmiş olursun. Şeytanın kandırmasından Allah'a sığınırız; zira halk sırf böyle desiselerle helâk olmuştur. Allah'tan dileğimiz; bizi dünya hayatı ile aldanmayan ve şeytanın maskarası olmayan lardan eylesin. Âmin!

188)Bu hadis daha önce geçmişti.
189) İbn Hibban, Ravzatu'l Ukalâ
190) Hâkim-i Tirmizî, en-Nevâdir, İbn Abdilberr, (Hasan Basrî'den sahih birsenedle)
191) Hâkim, (Enes'den zayıf bir senedle)
192) İbn Mâce, (Câbir'den)
193) Ahmed b. Hanbel, (Ebu Zerden)
194) Deylemî
195) Hâtib, iktizaul-ilm ve'l-Amel
196) Basra'nın Feraid nahiyesindendir. Nahiv ve aruz ilminin büyük otoritelerindendi. H. 100 senesinde doğmuş, H. 160 (veya 170-175) senesinde vefatetmiştir.
197) Künyesi Ebu Ali'dir. Dedesi Mansur b. Bişr et-Temimî el-Mervezî el-Mekkî'dir. H.187 senesinde Mekke'de vefat etmiştir. Cennet-ul-Muaila denen Mekke mezarlığında defnedilmiştir.
198) Bu hadîs, kendisinden sonra gelen Usame hadîsine mânâ bakımından benzemekte ise de muhaddisler bu ibare ile rivayet etmemişlerdir.
199) Buhâri ve Müslim,(ibarede alim kelimesi yerine racûl kelimesi mektedir).
200) Zinnun-i Mısrî'nin talebesidir. H. 283 yılında vefat etmiştir.
201) Künyesi Ebu Süleyman Abdurrahman b. Ahmed b. Atiyye'dir. H. 215 yılında vefat etmiştir. Sbu Süleyman ed-Dârâni iki kişinin künyesi olarak kullanılır. Genellikle bu iki kişi birbirine karıştırılmaktadır. Diğerinin
künyesi Abdürrahman b. Süleyman b. Ebu Cevmi el-Anasî ed-Dimeşkî'dir.
202) Hz. Peygamberin (s.a) hadîslerini arayıp ortaya çıkarmak en büyük cihad sayılmıştır. Bu yolda gayret sarfedenler cennetle müjdelenmiştir. Bu nedenle hadîs aramak dünyaya meyletmek sayılmaz. Nasıl sayılabilir?
Evlenme ve ticaret için yola çıkmak hususundaki sözün de te'vile ihtiyacı vardır.
203) Bazı ibarelerde Kisan yerine Hasan yazılmıştır, el-Basri yerine de en-Nazarî yazılıdır. Bu zat aslen Medinelidir. Bilâhare Basra'ya gelmiştir.
İmam Müslim Mukaddime de zikreder. Doğum ve vefat tarihi belli değildir.
204) İbn Abdilberr, (zayıf bir isnadla)
205)Teberânî el-Evsat, [zayıf bir ısnadla)
206) Ebu Nuaym, İbn CevzÎ, Mevzuât
207) Ebu Talib el-Mekkî Kut'ul'Kulûb) Irâkî böyle bir metne rastlamadığım söylemiştir. Ancak Buhârî ve Müslim'de farklı lafızlarla yer almıştır.
208) Ebu Nuaym, el-Hilye ; İbn Cevzî bu hadîsin uydurma olduğunu söy lemiştir.
209) İbn Hibban, (Enes'teıı)
210) Darimî, (Ahvas b. Hâkîm'den)
211) Evzaî'nin künyesi, Ebu Amr Abdurrahman b. Amr b. Ebî Amr'dır. EL
257) yılında vefat etmiştir.
212) Künyesi Ebu Amr Âmir b. Şurahbil'dir ve hicretin birinci yüzyılının
sonlarında seksen yaşlarında iken vefat etmiştir.
213) Künyesi Ebu ishak'tır, Belh şehrinde doğmuştur. Zâhid ve âlim bir zattır,
H. 162 yılında vefat etmiştir.
214) Künyesi Ebu Abbas Muhammed b. Sebîh'dir. H. 183 yılında vefat
etmiştir.
215) Künyesi Ebu Abdullah'tır, kendisi Şamlıdır. Hicrî 110'iu yıllarda vefatetmiştir.
216) İbn Abdilberr, İlim, (Muaz, İbn Ömer ve Enes'ten)
217) Hz. Ömer'in işaret buyurduğu üç şey Hz. Muaz'dan nakledilen bir hadîste şöyle bildirilir: 1. Âlimin günaha sapması, 2. Kur'an'ı bilen bir münafığın tartışması, 3. Kapılarını insana ardına kadar açan bir dünya...
218) Sünen sahipleri, (Büreyde'den)
219)Ka'b. Mâ'm, Himyer kabılesindendir. Meşhur lâkabı Ahbar, künyesi Ebu İshak'tır. Hz. Osman'ın hilâfetinin son senelerinde vefat etmiştir.
220) el-Câmi, (Enes'ten zayıf bir senedle)
221) Taberânî,(Ebu Derdâ'dan); İbn Hibban (İmrAn b. Hüseyin den)
222) İbn Sünnî; Ebu Nuaym Riyad ; İbn Abdilberr, (Abdullah b. Müsavver'den zayıf bir senedle)
223) Künyesi Ebu Kasım'dır. Ebu Muhammed künyesiyle de anılır. Hicretin birinci asrından sonra vefat etmiştir.
224) Kureyşlidir. H. 165 yılında vefat etmiştir.
225) İmam Ahmed, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Beyhakî
226) Müslim, (Ümmü Seleme'den)
227) Ukaylî, (zayıf senedle); İbn Cevzî uydurma olduğunu söylemiştir.
228) İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den zayıf bir senedle)
229) Semnun'un babasının adı Hamza'dır, Sırrî es-Sakatî'nin talebesidir. Cüneyd-i Bağdadiden önce vefat etmiştir. İmam Suyutî'ye göre Semnun'un adı İshak'tır.
230) Hatib, (İbn Ömer'den mevkuf olarak); Ebu Davud ve İbn Mâce, (İbn Ömer'den merfû olarak)
231) Künyesi Ebu Hafs Ömer b. Salim'dir. H. 260 sonrasında vefat etmiştir.
232) Künyesi Ebu Sema İbrahim b. Yezid b. Şerik Teymî'dir. H. 192 yılında ve kırk yaşına gelmeden vefat etmiştir.
233) İsmi Nüfeyl'dir. Beni Riyah b. Yerbû kabilesine mensuptur. İbn Abbas ve başka sahabîlerden hadîs rivayet etmiştir.
234) Ebu Dâvud ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den); Hâkim hadîsin sahih
olduğunu söylemiştir.
235) Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya'lâ, Bezzar vc Hâkim; (Hâkim sahih olduğunu söylemiştir).
236) Bu hadîs daha önce geçmişti.
237) Tirmizî ve İbn Mâce, (Ümmü Habîbe'den); Tirmizî hadîsin garib olduğunu söylemiştir.
238) Künyesi Osman b. Asım b. Hasin el-Esedî'dir. H. 128 yılında vefatetmiştir.
239) İbn Mâce, (İbn Hallad'dan zayıf bir senedle)
240) Câbir b. Zeyd, tâbiin-i kirâmdandır. H. 93 yılında vefat etmiştir.
241) Hadîs-i kudsî'deki 'tereddüt ettiğim kadar3 ibaresi esasında ölümden kaçan ve tereddüt eden bir kişinin durumuna göre vârid olmuştur.. Yoksa te reddüt fiili Allah'a izafe edilmez, O'nun zât-ı ulûhiyetine yakışmaz. Müteşâbih ayetlerde olduğu gibi bu ibare de tevil edilmelidir. Türkçe'de bu
242) Buhari, Müslim, Ebu Hüreyreden); Ebu Nuaym, (Enesten zayıf bir se nedle)
243) Beyhakî Zühd; Hatip Tarih, (İbn Mes'ud'dan hasen bir senedle)
244) Ebu Nuaym, (İbn Yezid'den mürsel olarak)
245) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (Enes'ten)
246) Irâkî, bu hadîsin aslına vâkıf olamadığını ve fakat aynı anlamda başka bir hadîsi İbn Abdilberr'in Muaz'dan rivayet ettiğini söylemektedir.
247) Hâkim, Müstedrek; Beyhakî, Şuab'ul-iman.
248) Irakî bu hadîsi bu şekilde toplu olarak görmediğini söylemektedir. Bu hadîs birkaç hadîsten alınmış parçalardan meydana gelmiştir. İbn Mübarek, Zühd ve Rekaik'de Muhammed b. Adiy'den, Yunus b. Hasan'dan bu hadîsin bir kısmını rivayet etmektedir. Diğer parçalar da başka hadîslerdenalınarak eklenmiştir.
249) Ebu Talib el-Mekki. (Amr b. Abdullah el-Makberî'den)
250) İbn Mâce, (Cündebe'den)
251) Hâkim, Beyhakî, Zühd , (İbn Mes'ud'dan)
252) Hâkim, Beyhakî
253) Taberânî, Kebir, (İbn Abbas'dan)
254) Bu söz İmam-ı A'zam Ebû Hanife'ye nisbet edilir.
255) İbn Mâce
256) Taberânî, (Berra b. Azib'den); Ebu Dâvud, (Şuayb'dan)
257) Buhârî, Müslim, (Hz. Âişe'den)
258) Dârekutnî, Efrad, (Enes'ten zayıf bir senedle)
259) Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub ; Irâkî hadîsin aslına rastlamadığınısöylemektedir.
260) Ebu Ubeyde, (Ali b. Ebi Tâlib'den mevkuf ve garîb bir senedle); Irâkî, bu hadîsin merfû bir senedini bulamadığını söylemiştir.
261) Parantez içindeki ibare Zebidî'ye aittir.
262) Bu iki zat da ariflerin büyüklerindendir. Bu görüşün bütün müslüman lara teşmil edilmemesi gerekir, Çünkü cihad farzdır.

Aklın Şerefi, Hakikati ve Kısımları

Aklın Şerefi
Aklın şerefini açığa çıkarmak, isbatı zor olmayan konular dandır. Daha önceden ilmin şerefinin bilindiği bir durumda, aklın şerefini bilmek için herhangi bir zorlamaya hiç de ihtiyaç yoktur. Çünkü ilmin kaynağı akıldır. Çünkü ilim, akıldan doğar. Akıl, il min esası ve temelidir. İlim ile akıl arasındaki ilgi meyve ile ağaç arasındaki ilgiye benzer. Güneş ile ışık, göz ile görmek arasındaki nisbet gibidir.
Dünya ve ahiret saadetinin vesilesi olan akıl, nasıl olur da şerefli olmaz veya böyle bir akıldan nasıl şüphe edilebilir? Hayvanların temyiz kabiliyeti kısa ve kusurlu olduğu halde, onlar da akla ihtimam gösterirler, akla kıymet verirler. Cüsseli, azgın ve kuvvetli bir hayvan bile, bir insanı gördüğü zaman ona hürmet eder ve insanın kendisine galip geleceğini hissettiği için insandan korkar. Küçük bir insanın koskoca hayvanlara galip gelmesi, hileli yolları idrâk etmesinden ileri gelmiyor da neden ileri geliyor?

Bu sırrı anlatmak için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kavmi içinde gün görmüş, tecrübe sahibi bir kimse, ümmeti içindeki bir peygamber gibidir.263

Bu kıymet, insana servetinin çokluğundan veya cüssesinin bü yüklüğünden yahut kuvvetinin fazlalığından ötürü verilmiş değildir. Aklının meyvesi olan tecrübesinin fazlalığından ve rilmiştir. İşte bu sebepten ötürü Türk, Kürt, Arap ve diğer kavimlerin cahillerini görürsün ki, derecesi, hayvamnkine yakın olduğu kaide, tabiî olarak ilim ve tecrübe bakımından büyük olanlara hürmet ederler. Bir de görürsün ki, bir çok muannid, Allah'ın Rasûlü'nü öldürmek ister. Fakat gözleri Rasûlullah'ı görür gör mez derhal Rasûlullah'ı tâzim eder vaziyete geçer ve Rasûlullah'ın mübarek alnındaki nübüvvet nûru onlara parıl parıl parlayarak görünür. Her ne kadar akılın gizli olması gibi, bu nübüvvet nûrû da gizli ise de...

Sâbit oldu ki; aklın şerefi, bilinmesi zaruri olan şeylerdendir. Gayemiz; aklın şerefi hakkında varid olan hadîs ve ayetleri zikretmek olduğu için bu kadarla yetinip esasa geçelim:
Allah Teâlâ (c.c) Kur'an-ı Hakîm'de Akla nur adını vererek şöyle buyurmuştur:
Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Mü'minin kalbinde nûru nun sıfatı; sanki bir hücre ki içinde bir lâmba var. Lâmba da cam bir mahfaza içindedir. O cam mahfaza sanki (parlayan) inci gibi bir yıldız...(Nûr/35)

Allah Teâlâ tarafından yine kendisinden istifade edilen Akl'a ruh, vahy ve hayat isimleri verilmiştir:
(Ey Rasûlüm!) İşte sana böyle emrimizden bir ruh (akıl) vahyettik.(Şûrâ/52)

Hiç, (evvelce) küfürle ölü olup (sonra) kendisini hidayetle di rilttiğimiz ve ona, insanlar arasında yürüdüğü bir nûr (iman) verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde (küfürde) kalmış olan ve ondan bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu?(En'am/122)

Kur'an'ın neresinde nûr ve zulmet kelimeleri zikrediliyorsa, orada nurdan ilim ve zulmetten cehalet kastedilir.
Allah iman edenlerin yardırncısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa (nûra) çıkarır.(Bakara/257)

Yani onları cehaletten kurtarıp ilme, akla kavuşturur.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey insanlar! Rabbinizi biliniz ve anlayınız. Birbirinize aklın kemâlini tavsiye ediniz. Çünkü size emredilenler gibi size yasak edilenleri de akılla bilirsiniz. Biliniz ki rabbinizin nez dinde sizi kurtaracak aklmızdır. Biliniz ki akıllı insan; Allah'a itâat eden insandır. Bu kişinin görünüşü çirkin, zâ hirî kıymeti düşük, dünya mertebesi düşük ve üstü başı perişan olsa bile... Ve yine biliniz ki cahil; Allah'a isyan eden kişidir. Velev ki görünüşü güzel, kıymeti halkça büyük, dünya mertebesi yüksek, giyinişi güzel, konuşkan ve beliğ olsa bile... Allah nezdinde maymunlar ve domuzlar, Allah'a isyan edenden daha akıllıdırlar. Dünya ehlinin sizi büyüt mesine itibar etmeyin ve böyle şeylerden kaçının. Çünkü esas zararda olan ehl-i dünya'dır.264

Hz. Peygamber başka bir hadîsinde şöyle buyuruyor:
Allah'ın yarattığı şeylerin ilki akıldır. Aklı yarattıktan sonra 'Yüzünü çevir (gel)' dedi, akıl da yüzünü çevirdi. 'Arkanı dön (git)' dedi, o da arkasını çevirdi. (Akıl, Allah'ın dediğini olduğu gibi kabul etti). Bu teklifleri kabul ettikten sonra Allah Teâlâ ona şöyle hitab etti: İzzet ve celâlim hakkı için senden daha kıymetli bir mahlûk yaratmadım. Seninle halkı muahaze eder, seninle verir, seninle sevab kazandırır ve seninle cezalandırırım'.265

'Akıl (renkler gibi) âraz ise, o ârazi belirten cisimler ya ratılmazdan evvel nasıl yaratılmıştır? Eğer cevher ise, zâti ile kaim olan cevher nasıl olur da bir mekânı işgal etmez?' diye soracak olursan, şöyle cevap veririz: Bu husus mükâşefe ilmi'ne dahil me selelerdendir. Onu muamele ilmi bahsinde zikretmek uygun düşmez. Bizim şu anda gayemiz muamele ilimlerini zikretmektir.

Hz. Enes'ten şöyle rivayet edilir; Bir topluluk, Rasûlullah'ın yanında mübalâğa edecek derecede bir kişiyi övdü. Bunun üzerine Allah'ın Rasülü 'Övdüğünüz kişinin aklı nasıldır?' diye sordu. Onlar 'EyAllah'ın Rasûlü! Biz kişinin yaptığı ibadet ve gösterdiği çeşitli hayırları sana söylüyoruz, sen ise onun aklını soruyorsun, bu nasıl oluyor?' deyince,

Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Ahmak kişinin cehaletiyle işlediği günah, fâcirin fıskıyla elde ettiği günâhı kat kat geçer. Yarın kıyamet gününde Allah'a en yakın derecelere her âbid, aklının miktarı nisbe tinde yükselecektir.266

Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle bu yurmuştur:
Hiç kimse akıl gibi büyük bir fazileti elde etmiş değildir. Akıl, sahibini hidayete erdirir, felâketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam, dini müstakim olmaz.267

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi güzel ahlâkının sayesinde; gününü oruç, gecesini iba detle geçiren kimsenin derecesine varır. Fakat kişinin aklı tamam olmadıkça güzel ahlâkı tamam olamaz. Aklı tamam olunca da imanı tamam olur. O imanın sayesinde de rabbine itâat ve düşmanı olan İblis'e de isyan eder.268

Ebu Said el-Hudrî, Rasûlullah'tan şu hadîsi rivayet etmiştir:
Herşeyin bir dayanağı ve direği vardır. Mü'minin dayanağı ve direği ise akıldır. Kişinin ibadeti aklının nisbetinde olur. Siz ateşte bulunan fâcirlerin şu sözünü hiç işitmediniz mi? 'Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık'. (Mülk 10)269

Hz. Ömer, Temim ed-Dârî'ye şöyle sorar:
- Sizde riyaset nedir?
- Akıldır.
- Doğru söyledin. Çünkü ben Allah'ın Rasûlü'ne de sana
sorduğum gibi sordum. O da senin verdiğin cevabın aynısını
verdikten sonra şöyle buyurdu: "Ben Cebrâil'e 'Riyaset ne
dir?' diye sordum, "Akıldır' diye cevap verdi"270

Berra b. Azib şöyle anlatır: Birgün Hz. Peygambere çok sual so rulduğunda şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Herşeyin bineği vardır. Kişinin bineği de akıldır. Sizden hüccet ve delili en iyi bilen, aklen en üstününüzdür.271

Ebu Hüreyre şöyle anlatır: Hz. Peygamber, Uhud savaşından döndüğünde, 'Falan adam, filandan daha kahraman ve filan adam öyle bir imtihan verdi ki, hiç kimse böyle bir imtihan vermedi' gibi sözleri işitince öfkelenerek şöyle haykırdı: 'Bu konuda hakem olmak size düşmez. Çünkü siz bunu bilmezsiniz'. Sahabîler 'Nasıl olur da bilemeyiz yâ Rasûlâllah?' deyince Hz. Peygamber şöyle dedi:
Uhud harbine katılanlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu akılları miktarınca savaştılar. Yardım görmeleri ve niyetleri akılları miktarmcadır. Onlardan isabet alanlar çeşitli dereceler üzerine isabet almışlardır. Kıyamet günü geldiği zaman, dereceleri, niyetleri ve akılları nisbetinde verilir.

Berra b. Azib, Rasûlullah'ın şu buyruğunu rivayet etmiştir:
Melekler akıl ile çalışıp Allah'ın tâatinde başarı gösterdiler. Ademoğullarından imanlı olan kişiler de akılları miktarınca çalışıp gayret gösterdiler. Bu bakımdan onlardan, Allah'a en fazla itaat edenler akılları en fazla olanlardır.272
Hz. Aişe'den (r.a) şöyle rivayet edilmiştir:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Dünyada insanlar ne ile birbir
lerinden üstün olabilirler?
- Akıl ile...
- Ahirette ne ile üstünlük sağlanabilir?
-Akıl ile...
- Peki, âhirette herkes yaptıklarıyla mükâfat veya ceza görmez mi?
- Ey Aişe! Acaba insanlar Allah'ın kendilerine vermiş
olduğu akıldan fazla mı amel ederler? Bu bakımdan herkese
ne kadar akıl verilmişse, onun nisbetinde hayırlı hareketleri
olur ve hayırlı hareketleri nisbetinde de mükâfat alır.273

İbn Abbas'dan (r.a) rivayet edildiğine göre, Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
Her şeyin bir aleti ve hazırlığı vardır. Mü'minin âleti ise akıldır. Herşeyin bineği vardır. Kişinin bineği ise akıldır. Herşeyin direği vardır. Dinin direği ise akıldır. Her kavmin bir hedefi vardır, âbidlerin hedefi ise akıldır. Her kavmin bir dâvetçisi vardır, ibadet edenlerin davetçisi ise akıldır. Her tüccarın bir sermayesi var, Allah yolunda çalışanların ser mayesi ise akıldır. Her hane halkının bir idarecisi var. Sıddîklarm hanelerinin reisi ise akıldır. Her harâbe olan ye rin bir tamircisi vardır, âhireti imar eden ise akıldır. Her kişinin bir zürriyeti ve nesli vardır, ona nisbet edilir ve o da o nesille yâd edilir. Fakat sıddîklarm, nisbet edilen ve yâd
edilmelerine vesile olan nesilleri akıldır. Her kavmin bir çadırı vardır, müslümanlarm çadırı ise akıldır.274

Hz. Peygamber yine şöyle buyurmaktadır:
Allah nezdinde mü'minlerin en sevimlisi, Allah'a itaatında devamlı olan, kullarına nasihat edici, akılca kâmil, nefsine nasihatçi, tehlikeyi görür, hayatı müddetince tehlikeden kurtulacak tarzda iyilikler yapan bir kimsedir. Böyle bir kimse hem felâha kavuşmuş, hem de zaferi elde etmiştir.275

Sizin en akıllı olanınız, Allah'tan en fazla korkanmızdır. Allah'ın size emrettiği ve sakındırdığı konularda en iyiniz ameli en az olsa bile- düşüncesi ve aklı tam olanmızdır.276

Akl'ın Hakikati ve Kısımları
Akl'ın hakikatı ve tarifi hakkında ihtilâf edilmiştir. Akıl keli mesinin çeşitli mânâları olduğundan, gafil olan birçok kimse bu gafletin eseri olarak ihtilafa düşmüştür. Bu hususta perdeyi ara layan ve ihtilafların önünü tıkayan hüküm şudur: Akl ortaklaşa dört mânâda kullanılan bir kelimedir. Ayn kelimesinin birkaç mâ nâya gelişi gibi... Bu durumda olan kelimelerin bütün mânâlarını kapsayan bir tek tarifini yapmak uygun değildir. Belki her mâ nânın ayrı ayrı tariflerini yapıp perdeyi kaldırmak gerekir.

Akl'ın Birinci Anlamı
Akıl, insanı hayvanlardan ayırdeden bir vasıftır. insan bu vasıf sayesinde düşünce mahsulü olan ilimleri, tefekkür mahsûlü olan gizli sanatların tedvirini elde etmeye hazır bir vaziyete gelir.

Hâris b. Esed el~Muhâsibî, akılın bu târifine işaret ederek: 'Akıl, insanda yaratılmış bir fıtrattır. O fıtrat ile insan, düşünüş ilimleri elde eder. Sanki akıl, kalbe atılan bir nûrdur. Kalp sahibi o nûr vasıtasıyle eşyayı idrâk etmeye yetkili olur' buyurmuştur.

Hâris el-Muhâsibî'nin bu târifini inkâr ederek: 'Akıl sadece za rurî ilimleri elde etmekten ibarettir' diyen bir kimse insaflı hareket etmemiştir. Çünkü ilimlerden gafil ve uykuda olan kimselere de, kendilerinde fıtrî akıl mevcut olduğu için, akıllı denir. Halbuki böyle kimselerde ilim denilen bir şey yoktur.
Hayat, cismin ihtiyarî hareket ve sezişlerini temin eden bir cev her olduğu gibi, akıl da, canlıları, düşünce mahsulü olarak elde edilmesi mümkün olan ilimleri elde etmeye hazırlamaktır. Akıl, fıtrat ve sezişlerde insan ile merkebi eşit tutup aralarındaki farkın ancak âdetlerin icrası hükmünden dolayı Allah'ın, merkeb ve sair hayvanlarda yaratmadığı birtakım ilimleri insanda yaratmasıdır desek, hayat vasfında merkeb ile cansızların eşitliğini de kabul et mek zorunda kalır, âdetin icrası hükmünce Allah merkebde özel hareketler yarattı' demeye mecbur oluruz. Çünkü merkeb, ruhsuz bir cisim farzedildiği takdirde onda görünen hareketlerin hepsini aynı tertibde yaratmaya Allah'ın kâdir olduğunu söylemeye de mecbur oluruz. Yine şu hükmü vermeye de mecburuz: Merkebin özel hareketleriyle ruhsuz cisimden ayrılması, ancak hayat diye bi linen ve canlılara mahsus bir fıtrat ile meydana gelmiştir. Bu şekilde hüküm vermek vacib olduğu gibi, insanın diğer canlılardan akıl denilen bir fıtrat sayesinde idrâk olunan fikrî ilimlerle ayrıldığına hükmetmek de lâzımdır. Akıl, başka şeylerin şekil ve renklerini hikâye etmekle diğer cisimlerden ayrılan ayna ile aynanın sırrı gibidir. İşte böylece kendisini görmeye yetkili kılan birtakım sıfatlar ve şekillerle insanın gözü alnından ayrılır. Bu bakımdan akıl fıtratının ilimlere olan nisbeti, tıpkı gözün gör meye olan nisbeti gibidir. Kur'an'ın ve şeriatın ilimlerini keşfeden
bu akıl fıtratının Kur'an'a nisbeti, tıpkı güneş ışığının göze nisbeti gibidir. İşte bu garize ve fıtratı anlamak gereklidir.

Akl'ın İkinci Anlamı
Küçük bir çocuğun muhali, muhal olarak, mümkünü de mümkün olarak bilmesi zaruri ilimlerdendir Meselâ «2» sayısının «1» sayısından fazla olduğunu, bir şahsın aynı zamanda iki ayrı yerde bulunmasının mümkün olmadığını bilmek gibi...

Kelâmcılardan bir kısmı bu mânâyı kastederek aklı şöyle târif etmiştir: 'Akıl, zarurî, ilimlerden bir kısımdır. Muhallerin muhal ve mümkünlerin de mümkün olduğunu bilmek gibi...
Bu târif de, haddi zatında ve esasında doğru bir târiftir. Çünkü bu ilimler mevcuttur ve bu ilimlere akıl dernek de bâriz ve açıktır. Fâsid olan mânâ, ancak akıl fıtratını inkâr edip 'Bu ilimlerden başka bir varlık yoktur' demektir.

Akl'ın Üçüncü Anlamı
Hâl ve durumların cereyanı ile elde edilen denemelerden alman ilimlerdir. Çünkü denemelerden geçmiş ve çeşitli tecrübe lerden ötürü olgunlaşmış bir kimseye örf ve âdette, akıllı denilir. Bu sıfattan mahrum bir kimse için de ahmak, gafil ve cahil denir. İşte bu da ilimlerin başka bir çeşididir ve bu nev'e akıl ismi verilir.

Akl'ınDördüncü Anlamı
Akıl kuvveti öyle bir dereceye gelir ki, akıllı, emirlerin sonu cunu bilip, geçici lezzetlere sürükleyici şehveti yok edip ortadan kaldırır. Bu bakımdan bu kuvvet hâsıl olup meydana geldiğinde sa hibine, geçici şehvetle hükmetmediği, ancak işin neticesine bakıp ilerlediği veya gerilediği için akıllı denir. Bu kuvvet de, insanı diğer canlılardan ayırdeden özelliklerdendir. Bu bakımdan, aklın birinci mânâsı, esas, asıl ve kaynaktır. İkinci mânâ, sadece birinci mâ nânın en yakın dalı, üçüncü mânâ ise, birinci ve ikinci mânâların dalıdır. Çünkü deneylerden hâsıl olan ilimler, ancak fıtrî akıl ve zarurî ilimler vasıtasıyla elde edilir. Dördüncü mânâ ise en yüksek gaye ve en son meyvedir. O halde birinci ve ikinci mânâ tabiî olarak, üçüncü ve dördüncü mânâ da çalışma ile elde edilir. Hz. Ali (r.a) bu hakikate işaret ederek şöyle buyurdu: 'Aklı, iki olarak gördüm. Biri tabiî, öbürü ise kesbî akıldır. Tabiî akıl olmayınca, kesbî (çalışarak elde edilmiş) akıl yarar sağlamaz. Gözü kör olana güneşin yarar sağlamadığı gibi...

Birincisi Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed'in şu mübarek sözünde kastolunan anlamdır:
Allah, akıldan daha üstün ve şerefli bir mahlûk yarat mamıştır.277

Akim ikinci mânâsı şu hadisle gösterilmiştir:
İnsanlar salih amel ve doğruluk kapılarına başvurmakla (Allah'a) yaklaşmak istedikleri zaman sen de aklınla yaklaş.278
Aynı zamanda aklın son mânâsı, Hz. Peygamber'in Ebu Derdâ'ya hitaben söylediği şu sözleriyle de açıklanmaktadır:
- Ey Ebu Derdâ! Aklını geliştir ki, rabbine yaklaşmakta
çabuk olasın.
- Annem ve babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü!
Benim için bu söylediğiniz nasıl mümkün olabilir?
Allah'ın yasaklarından sakın, farzlarını edâ et. Bunları yaptığın takdirde geçici dünyada şânın yücelir, şerefin artar. Gelecek âhirette de bu yaptıklarından ötürü rabbinin mânevî yakınlığını ve salih kullarına ihsan buyuracağı izzet ve ikrâmı elde edersin.279

Said b. Müseyyeb'den şöyle rivayet ediliyor:
- Hz. Ömer, Ubeyy b. Ka'b ve Ebu Hüreyre (Allah hepsinden râzı olsun) Hz. Peygamberin huzuruna gelip sordular:
- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en âlimi kimdir?
- Akıllı kimsedir.
- İnsanların en âbidi kimdir?
- Akıllı kimsedir.
Onlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Akıllı, mürüvvet sahibi, eli cö mertliğe alışmış ve derecesi Allah nezdinde büyümüş bir kimse midir?' dedikleri zaman Allah'ın Rasûlü 'Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçici menfaatidir. Ahiret ise, rabbinin katında takvâ sahipleri içindir' (Zuhruf/35) ayetini okudu ve devamla şöyle buyurdu: 'Akıllı bir kimse dünyada (dünyaperestlere) hasis ve zelil görünse de, aklı sayesinde takvâ sahibidir'.280

Rasûlullah başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
Akıllı kimse, Allah'a iman eden, peygamberlerini tasdik eden ve ibâdetini yapandır.281

Anlaşıldı ki, akıl terimi, Lûgatta olduğu gibi, ıstılahta da o cev herin ismidir. İlimlere akıl ismini vermek, aklın semeresi ve mey vesi olduklarındandır. Herhangi bir şeyin semeresi ile adlandırdığı gibi...

Bu bakımdan: İlim korkudur, âlim de Allah'dan korkan kişi' denilmiştir. Halbuki korku, ilmin kendisi değil, ancak semeresidir. O halde akıl cevherine mecaz yoluyla ilim denebilir. Fakat bizim bu kitapta gayemiz, lugat ilmini araştırmak değildir, sadece zikrettiğimiz bu dört kısmın mevcudiyetini bilmek ve bütün bu kısımlara akıl denebileceğini belirtmektir. Birinci kısım hariç, diğerlerinin varlığında ve akıl ke limesinin bunlara da verilmesinde herhangi bir ihtilâf yoktur. Doğrusu, akıl cevherinin varlığı ve bu üç kısma asıl ve temel olduğudur.

Kendilerine akıl adı verilen bu ilimler, sanki fıtrî olarak akıl cevherinde mevcuttur. Fakat onların varlık âlemine çıkarılmasına sebep olan vasıta, mevcut olduğu zaman ancak varlık dünyasında görünürler. Sanki bu ilimler, aklın dışından aklın üzerine varid olan herhangi birşey değildir. Ve yine sanki bu ilimler, aklın içinde gizli imişler de sonradan meydana çıkmışlardır. Bunun benzeri, toprakta gizli olan su'dur. Su, ancak kuyuların kazılmasıyla belirir, toplanır ve hissedilir. Çamur kaptaki yağ ve güldeki gülsuyu da böyledir. Bu hikmete binaen Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Hani rabbin Ademoğullarının sulbünden (belinden) zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahid tutarak 'Ben sizin rabbiniz değil miyim?' diye buyurduğu vakit onlar da 'Evet, rabbimizsin. Şahid olduk' demişlerdi. Bu şahid tutuşumuzun sebebi kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu' demeyesiniz diyedir.(A'raf/172)

Bu ayetteki ikrardan gaye; dil ile yapılan değil, nefisleriyle yapılandır. Çünkü insanoğlu, dil ve şahısları var olduktan sonra, dil ile ikrarda çeşitli yollar takip etmiştir. Kimisi ikrara, kimisi de inkâra sapmıştır. İşte bu durumu kastederek rabbimiz şöyle bu yurmuştur:
Yemin olsun ki, onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, derler ki: 'Onları aziz (herşeye galip olan), âlim (herşeyi bilen) yarattı'.(Zuhruf/9)

Bu ayet-i celîlenin mânâsı; 'Ey habîbim! Eğer sen inkâr edenle rin durumlarını tedkik edersen göreceksin ki, nefisleri ve iç âlemleri Allah'ın yaratıcılığına şehadet etmektedir'. Nitekim bu mân âya şu ayet-i celîle işaret buyurmaktadır:
O halde (ey rasûlüm) gerçek müslüman olarak kendini dine doğrult; (başka şeye iltifat etme). Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır.(Rum/30)

Yani her insan Allah'a iman edebilecek yaratılıştadır. Belki herşeyi olduğu gibi bilmeye de muktedirdir. Şunu demek istiyorum: Mârifet ve bilgi, insanın yaradılışında gizlenmiştir. Çünkü yaradılış, idrâk etmeye müsait ve kabiliyetlidir. Bunu bildikten sonra deriz ki, madem ki iman, fıtrî olarak nefislerde yerleşmiştir, o halde insanlar iki kısma ayrılır:
A) İmandan yüz çeviren, onu unutan kâfirler
B) Fıtratına müracaat ederek düşünen, hatırlayan mü'minler
Böyle bir mü'min, âdeta herhangi bir meselede şahidlik sıfatını taşıdığı halde, gaflet eseri olarak, o şahidliği unutmuş fakat sonra düşünmek suretiyle hatırlamış bir kimse gibidir. İşte bunun için Allah Teâlâ; 'Umulur ki, hatırlarlar' (Nahl/90),

'Akıl sâhipleri hatırlasın diye'(Bakara/169),

'Allah'ın üzerindeki nimetini ve sizi 'Dinledik, itâat ettik' dediğiniz zamanki misâkını unutmayın, hatırlayın' (Mâide/7),

'Andolsun ki biz Kur'an'ı, düşünüp öğüt al mak için kolaylaştırdık. Fakat düşünen var mı?' (Kamer/7) buyurmuştur.

Bu tarza, hatırlamak demek uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan sanki hatırlamak iki kısma ayrılır:
a) Var olmazdan evvel kalbinde hazır bulunan fakat, var olduktan sonra kaybolan bir sureti ve şekli hatırlamak
b) Fıtrî olarak kalbinde gizli bulunan bir şekli hatırlamak Basîret nûruyla bakan bir kimse için, bu hakikatler apaçık gö rünür. Fakat keşif ve âyandan nasibi olmayıp, sadece işitmek ve taklitle yetinen bir kimseye, bu hakikatler abes gelir. Bunun için, böyle bir kimse, bu gibi ayetlerde sağa sola yalpa vurur; hatırlamayı, ikrar etmeyi anlayıp, bunların te'vilinde çeşitli yollara saptıkları görülür. Âyet ve hadislerde hayaline çeşitli tenakuzlar gelir ve çok zaman, hayâlinin tesirinde kalarak, ayet ve hadîslere hakaret gözüyle bakar, onlarda hâşâ düşüklük görmek pespayeliğine düşer.

Böyle bir kimsenin misâli, tıpkı bir eve giren, ayağı, intizamlı ve tertipli eşyalara dolanıp düşen âmânın misâli gibidir. Bu âmâ şöyle haykırır: 'Ne olmuş bu eşyalara? Niçin yoldan kaldırılmıyorlar? Neden yerlerine konulmuyorlar?' O zaman âmaya denir ki: 'Eşyalar yerindedir. Kusur ise sadece senin gözündedir'.

İşte böylece basiretin kusurlu oluşu, zahirî gözlerin kusuru ye rine geçerse daha büyük felâkete yol açar. Çünkü nefis, binici, be den ise binek gibidir. Binicinin körlüğü, bineğin körlüğünden daha korkunç ve daha felâketlidir.
İç âlemdeki basiretin, dış basirete benzeyişinden dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Gördüğünü kalbi tekzib etmedi. (Necm/11).

Biz İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gös terdiğimiz gibi, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki tevhid hususunda yakîn sahibi olsun.(En'am/75)

Bunun zıddına körlük denilmiştir.
Gerçek şudur ki, gözler (görmemek suretiyle) kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler (ibret ve basiret gözleri) kör olurlar.(Hacc/46)

Kim bu dünyada kör olursa, artık o, ahirette de kördür ve yol bakımından da daha sapıktır.(İsra/72)

Peygamberlere görünen bu işlerin bir kısmı, gözle görülmüş, bir kısmı da basiretle... Fakat hepsine de rü'yet ve görgü de nilmiştir.

Kısaca iç basireti nûrlu olmayan bir kimsenin kalbine ancak dinin kabukları yapışır ve ancak dinin zâhirî merasimleriyle meşgul olur. Özüne ve hakikatine bir türlü yol bulamaz ve nüfuz edemez. İşte bu kısımların tamanma akıl denilir.

Akıl Hakkındaki Görüş Ayrılıkları
Akıl hususunda insanlar çeşitli görüşlere sahiptir. Tahsili az olup da ileri geri konuşanların akıl hakkındaki fikirlerini naklet mekte hiçbir fayda görmüyorum. Belki, en güzel hareket, acele et mek kaydıyla, hakkı beyan etmektir. Buradaki açık hakîkat şudur:
Aklın dört kısmından ikincisi hâriç, diğerleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İttifakla kabul edilen ve hakkında hiç bir ihtilâf olmayan ikinci kısım, muhalin muhal ve mümkünün de mümkün olduğunu belirten zarurî ilimdir. Çünkü iki sayısının bir den fazla olduğunu bilen her insan, bir cismin, aynı zamanda iki yerde olmayacağını ve bir şeyin hem hâdis, hem de kadîm ol masının muhal olduğunu bilir. Bunların benzerlerinde, şeksiz ve şüphesiz idrâk edilen her şeyde de hüküm böyledir.

Aklın diğer üç kısmına gelince, ileride de bahsedeceğimiz gibi, onlar hakkında çeşitli ve farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Kuvvetin istilâsıyla şehvetlerin yok olmasından ibaret olan dör düncü kısma gelince, bu konuda, insanların farklı oldukları giz lenmez bir hakikattir. Belki aynı şahsın çeşitli durumları da, bu konuda farklı olabilir. Bu farklılık bazen, şehvetin farklılığından ileri gelir. Meselâ, akıllı bir insan bazı şehvetlerini terketmeye muktedir olduğu halde, bir kısmından vazgeçememektedir. Fakat terketmediği şehvetlerde de sebatı yoktur. Çünkü genç bir insan, bazen, gençlik sâikiyle zinayı terketmekten acizdir. Ancak bü yüdüğü ve aklî melekeleri tamam olduğu zaman buna muktedir olabilir. Riya ve riyaset şehvetini terketmek yaş ilerledikçe zorlaşır. Tam zina şehvetinin aksine...

Bu ayrılığın sebebi, bazen, şehvetin çoğundan doğacak tehlikeyi bildiren ilme bağlıdır. Bunun için, zarar verici birtakım yemekler den, doktor, kendi nefsini koruduğu halde, onunla eşit akla sahip, fakat doktor olmayan bir insan, kendisini bazen muhafaza edemez.

Halbuki o doktor gibi, bahis mevzuu yemeğin zararlı olduğuna, kısmen de olsa inanmaktadır. Fakat doktorun bilgisi, bu konuda daha fazladır ve korkusu da o nisbette şiddetlidir. Bu bakımdan korku, aklın askeri ve şehvetleri kırmak hususunda aklın elindeki silâhtır.

Böylece âlim, ilminin kuvveti ve günahlardan gelen zararlara daha fazla vakıf olması hasebiyle cahilden, günahları terketmek hususunda daha muktedirdir. Âlimden gayem; hakikî âlimdir. Taylasan, cübbe ve hezeyan sahipleri değildir.
Eğer farklılık şehvetten gelirse, akıldan gelen gibi olamaz. Eğer ilim cihetindense ki bu ilme, akıl da denmiş o vakit bu farklılık, akıl tabiatını takviye eder ve dolayısıyla böyle bir ilme akıl ismini verdiren sebebe bağlanır. Tefavüt, bazen de, akıl cevherinin duru mundan kaynaklanır. Meselâ, akıl cevheri kuvvetlendikçe şehvetleri yok etmesi de o nisbette güçlü olur.

Tecrübî ilimlerden ibaret olan üçüncü kısmına gelince, insan ların buradaki farklı görüşleri, inkâr edilemez bir hakîkattir. Zira çok isabet ve süratle idrâk etmek hususunda farklıdırlar. Bunun sebebi; ya akıl cevherindeki veya tecrübelerindeki farklılıktır. Akıl cevherindeki ayrılık ve farklılığın inkâr edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu farklılık, nefsin üzerine doğan bir nûr gibidir. Sabahları doğar ve ışığının parlaması erginlik çağma yakın bir za manda iyice görünür ve böylece, devamlı bir şekilde, tedricî bir gelişme kaydeder. Bu gelişme kırk yaşma kadar, günden güne tekâmül eder.

Bunun benzeri, sabahın ışığıdır. Çünkü bu ışığın başlangıcı zor idrâk edilecek derecede gizlidir. Yavaş yavaş artmaya başlar. Bilâhare, güneşin doğmasıyla kemâle erişir. Basiret nûrunun ayrılığı ve farklılığı, göz nûrunun ayrılık ve farklılığı gibidir. Gözü az görenle, her çeşit göz hastalığından salim olanın arasındaki fark bilinmektedir. Belki, Allah Teâlâ'nın ilâhî âdeti, bütün mahlûkatın varlığında tedric yolunu takip etmektir. Hatta şehvet bile büluğâ eren bir çocukta sık sık ve ansızın görünmemektedir. Belki tedricî bir şekilde, yavaş yavaş gelişmektedir. Her kuvvet ve sıfat da böyledir. Bu bakımdan insanların, şu akıl cevherindeki çeşitliliği inkar eden bir kimse, akıldan nasibi olmayana benzer.

Rasûlüllah'ın aklını, herhangi bir köylünün veya medeniyetten zerre kadar nasibi olmayan bir bedevinin aklı gibi zanneden bir kimse, haddi zâtında, ilim ve irfandan mahrum göçebe ve köylüler den akılca daha aşağıdır. Aklın çeşitliliği nasıl inkâr edilebilir? Eğer bu çeşitlilik olmasaydı, insanlar ilim anlayışında ihtilâfa düşer miydi? Anlayışsız, ahmak ve hocasının derslerini ancak uzun uğraşması neticesinde idrâk eden kimse ile meseleleri ufak bir işaretle kavrayan, zeki, mektepsiz ve medresesiz emirlerin hak îkatini kendi zekâsıyla kavrayan kimselere ayrılmayacaklardı.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ne doğuya ve ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacı(nm yağı)ndan yakılır. (Öyle mübarek bir ağaç) ki, ner deyse ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl parıldır.
(Nûr/35)

Bu ayetteki misal, peygamberlerin misalidir. Çünkü peygam berlerin bâtınlarında öğretmek ve dinlemeksizin çözülmesi zor olan birçok emirler vuzuha kavuşur. Bu durum, ilham diye tabir olunur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmak suretiyle bu durumu açıklamıştır:
Ruh'ul-Kudüs (Cebrail) nefsime şu hakikati üfledi: 'İstediğin kimseyi sev, (sonunda) muhakkak ondan ayrılacaksın. İstediğin kadar yaşa, (sonunda) muhakkak öleceksin. İstediğin ameli yap, (sonunda) muhakkak onun karşılığını göreceksin'.282

Meleklerin, peygamberlere bu çeşit bilgi vermeleri, kulakla din lemek ve gözle meleği görmekten ibaret olan açık vahiyden daha başkadır. İşte bunun için, Hz. Peygamber bu şekil bir bilgiyi nefse üflemek diye tâbir etmiştir.

Vahy'in Dereceleri ve Çeşitleri
Vahy1 in derece ve çeşitleri çoktur. Onları birer birer beyan et mek, mükâşefe ilmine dahil oldukları için, muamele ilmi bah sinde uygun düşmez. Sakın 'vahyin derecelerini bilmek, vahiy mertebesine varmayı gerektirir' zannına kapılma! Çünkü doktorun, hastaya, sıhhat derecelerini tanıtması, âlimin fâsıka adalet derecelerini öğretmesi uzak birşey değildir. Halbuki sıhhat derecelerini bilen hasta ve adalet derecelerini bilen fasık, sıhhat ve adaletten uzaktır. Bilmek ayrı şey, bilinenin varlığı ayrı bir şeydir. Bu bakımdan, peygamberlik ve veliliği bilen her insan, peygamber ve veli olamaz. Takvâyı ve inceliklerini her bilen insanın müttaki olmadığı gibi...

İnsanlar üç kısma ayrılır:
1) Kendiliğinden bilenler,
2) Ancak öğretmekle bilenler,
3) Kendisine öğretimin ve ikâzın faydası olma yanlar.

İnsanların bu şekilde taksim edilmesi arazinin şu kısımlara ayrılması gibidir:
1. Suyun birikmesiyle kuvvetlenen, kendiliğinden pınarlar
meydana getiren arazi
2. Suyu yüze çıkarmak için kazılmaya muhtaç arazi
3. Kuru bir toprak ki, kazmakla dahi su vermez. Bu toprak cev herinin değişik sıfatlarından ileri gelir.
Akıl cevheri hakkındaki ihtilâf da aynen böyledir. Aklın farklılığına delâlet eden naklî delillerden bâzıları şunlardır.

Abdullah b. Selâm283 (r.a), son kısmında Arş'ın büyüklüğüne dair malûmat bulunan şu hadîsi Rasûlullah'tan nakleder:
Melekler şöyle derler:
- Ey rabbimiz! Arşından daha büyük birşey yarattın mı?
- Evet, aklı yarattım.
- Aklın kıymetine ulaşan nedir?
- Heyhat! Hiç kimse bunun bilgisine sahip değildir. Ey
meleklerim! Acaba sizde, kum tanelerinin adedini bildiren
bir ilim var mı?
- Hayır!
- İşte ben, kumların adedi gibi akılları da çeşitli derecelerhalinde yarattım. İnsanların kimisine bir kum tanesi kadar verdim. Kimisine iki, kimisine üç, kimisine dört ve kimisine bir ölçek, kimisine bir çuval, kimisine de bunlardan dahafazla...284

Eğer 'Bir takım sûfîler bu kadar şerefli olan aklın aleyhinde neden bulunmuşlardır? Neden aklı ve akılla bilinen ilimleri kötü lemişlerdir?' dersen, şöyle cevap veririz: Sûfîlerin akla ve akılla bi linen ilimlere hücumlarının sebebi şudur: Halk, akıl ve mâkul ke limelerini, hasmı susturmak ve tenkid etmek için kullanılan mücadele ve münazara ilimlerine bağlamışlar. Buna da Kelâm Sanatı denilmiştir.

Bu bakımdan akla ve akılla bilinen ilimlere hücum eden sûfiler halka 'Siz yanılıyorsunuz. Mücadele ilmine akıl de nilmez' demeye muktedir olmadıkları için akla veryansın etmişlerdir.

Bu ilme, uzun zamandan beri akılcılık denildiği ve kalplerde böylece yerleştiği için artık oradan sökülmesi, neredeyse insan gücünün dışındadır. İşte bu bakımdan, sûfîlerin zannettiği ve kötülediği akıl ve akılla bilinen mâkul ilimler, avamın nezdinde ve halk arasında akıl ismini taşıyan mücadele ve münazara ilmidir.

Allah Teâlâ'nm bilinmesine ve peygamberlerin doğruluğuna mi'yar (ölçü) ve mizan (tartı) olan, bâtının basiret nûru olan akla gelince, onun kötülenmesi tasavvur dahi edilemez. Çünkü Allah Teâlâ bu aklı çeşitli vesilelerle övmektedir. Eğer o akıl kötülenir, zemmedilirse, artık ondan sonra övülecek ne olabilir? Eğer şeriat, övülen ve sena edilen bir nizamsa o vakit soruyoruz:
- Bu övülen şeriat ne ile bilinmiştir?
Şüphesiz akılla bilinmiştir. Bu bakımdan, şeriatın bilinmesine vesile olan akıl, hakîkate uygun olmayarak kötülenirse, şeriatın da kötülenmesi gerekir. (Mâdem ki şeriat zemmedilemez, o halde, bi linmesine ve doğruluğuna vesile olan basîret nûru olan akıl da zemmedilemez).
'Şeriat, yakînin gözüyle ve imanın nûruyla bilinir, akılla değil!' diyen bir kimsenin sözüne iltifat edilmez. Çünkü o, yakîn gözünden ve iman nûrundan neyi murad ediyorsa, biz de akıldan aynı şeyi murad ediyoruz.

Bizce akıl, insanı hayvandan ayıran bâtınî sıfatın tâ kendisidir. Akıl herşeyin hakikatini bildiren tefrik edici bir sıfattır. Onunla eşyanın hakîkati bilinir. Bu kör dövüşlerinin çoğu, hakikatleri te rim ve tâbirlerden elde etmeye çalışan kimselerin cehaletinden doğmaktadır. Bu cehalete giriftâr olan topluluklar, halkın terimler hakkındaki değişik görüşlerinden dolayı bu felâketlere sürüklenmişlerdir. Âkıl hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Allah herkesten daha iyi bilendir!
Allah'ın hamd ve minnetiyle Kitab'ul-İiim burada sona ermiştir.

Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a) ile yer ve gök ehlinden seçtiği her seçkin kuluna rahmet eylesin! Allah'ın izniyle Kitab'ul-ilim'in ardından inançların esaslarını anlatan Kitabu Kavaid'il-Akaid gelecektir. Evvelinde olduğu gibi, sonunda da 'hamd ancak Allah'a mahsustur' deriz.

263) İbn Hibban, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
264) Dâvud b. Mihber, Kitab'ul Akıl, (EbV Hüreyre'den)
265) Taberânî, el-Evsat, (Ebu Umâme'den zayıf bir senedle); Ebu Nuaym, (Hz.Âişe'den zayıf bir senedle)
266) İbn Mihber, Kitab'ul-Akıl) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir
267) İbn Mihber, Kitab'ul -Akıl.
268) İbn Milıber, (Amr b. Şuayb'dan); Tirmizî, (Hz. Âişe'den sahih olarak)
269) İbn Minber
270) İbn Minber
271) İbn Mihber
272) İbn Mihber, Beğavî, Mu'cem'us-Sahabe, (İbn Azib'den,-Berrâ b. Azib değil
273) İbn Mihber, Hakîm-i Tirmizî
274) İbn Mihber
275) İbn Mihber, (İbn Ömer'den); Deylemî, Müsned-ul-Firdevs, (zayıf birisnadla)
276) İbn Mihber, (Ebu Katade'den)
277) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (zayıf bir senedle)
278) Ebu Nuaym, el-Hilye,(Hz. Ali'den zayıf bir senedle)
279) Eban b. Ebi Ayaş, (zayıf bir senedle); İbn Mihber
280) İbn Mihber, Kitab'ul'Akıl
281) İbn Mihber, (Said b. Müseyyeb'den)
282) Şirâzî, el-Elkab, (Sehl b. Sa'd'dan)
283) Abdullah b. Selâm'ın künyesi Ebu Yusuftur. Aslen yahudi idi. Rasûlullah Medine'ye teşrif ettikten sonra müslüman olmuştur. H. 43 yılında Medine'de vefat etmiştir.
284) İbn Mihber, Hâkim-i Tirmizî, en-Nevadir

Kelime-i Şehâdet Hakkındaki İnanc

Yaratan, ölümden sonra tekrar hayat veren, dilediğini en güzel şekilde yapan, övülen, Arş'ın sahibi olan, şiddetli gazabı bulunan, kullarının en seçkinlerini doğru yola ileten ve onlara bu yolda sebat veren; kendilerine Tevhid inancını nasip ettiği bu kullarına, inançlarını şüphe ve tereddütlerden korumak suretiyle nimet ihsan eden, onları seçkin kulu ve rasülü Muhammed Mustafa'nın (s.a) yolunda yürümeye muvaffak kılıp, kendilerine onun şerefli ashabı'nın izinden gitmeyi lütfeden, zâtında ve fiillerinde kullarına sıfatların, ancak can kulağıyla dinleyenlerin anlayabileceği en iyileriyle tecelli eden; zâtında bir, ortaksız ve benzersiz olup, bütün mahlûkâtın her çeşit ihtiyaçlarını verdiğini, zıddı olmayan biricik zat ve eşi bulunmayan bir varlık, evveli olmayan bir Vâhid, sonu bulunmayan ve varlığı ebediyyen devam eden nihayetsiz bir Kayyûm, kesintisiz bir varlık, ezel ve ebedde celâl sıfatlarıyla muttasıf ve zamanın aşımıyla sonuçlanmayan bir zat olduğunu kullarına bildiren Allah'a hamd ü senalar olsun!
Zamanın akıp gitmesiyle, Allah zeval bulmaz!
O, (herşeyden önce mevcut olan) Evveldir, (herşey helâk olduktan sonra geriye kalacak) Âhir'dir. (O'nun varlığı sayısız delillerle) Zâhir'dir. (Akılların idrâk edemeyeceği zâtî ise) Batın' dır. O herşeyi bilendir. (Hadîd/3)

Tenzih
Allah suretlenmiş bir cisim olmadığı gibi, takdir ve tahdid edilmiş bir cevher de değildir. O ne takdirde ve ne de taksimde hiç bir cisme benzemez. Cevher olmadığı gibi, cevherlerin merkezi de değildir. Araz olmadığı gibi arazların bulunacağı yer de değildir, O hiçbir mevcuda, hiçbir mevcûd da O'na benzemez.
O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden eşler kılmıştır. Davarlardan da çiftler... Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. Onun benzeri yoktur. O, Semî'dir (bütün söylenenleri işitir), Basîr'dir (bütün yapılanları görür).
(Şûrâ/11)

Hiçbir şey O'nun benzeri olamaz. O da hiçbir şeyin benzeri değildir. Hiçbir şey O'nu sınırlandırmaz ve kıtalar kapsamaz. Cihetleri yoktur. Yer ve gökler O'nu istiâb etmez. vechile üzerine istivâ etmiştir. O, arş ile temas etmek, onun üzerine yerleşmek, oraya vâki olmak ve başka yere intikal etmek gibi sonradan yaratılanların vasıflarından münezzeh ve uzaktır.

Zirâ arş, yaratılmış olmak hasebiyle O'nun azametini taşıyamaz. Aksine arşı da, arşı taşıyan melekleri de kudretinin lutfuyla O taşımaktadır. Bütün bunlar O'nun kudret elinde bulunmaktadır. O, arşın, göğün en üst noktasından tâ yerin en alt tabakasına kadar herşeyin üstündedir. Fakat bu durum onu yerden ve yerin en alt tabakasından uzaklaştırmadığı gibi, arşa ve göklere de yaklaştırmaz. Bu üstünlüğün yakınlık ve uzaklık açısından her hangi bir tesiri yoktur, O'nun derecesi hem arştan ve göklerin en üst noktasından ve hem de yerden ve yerin en alt tabakasından daha yücedir. Buna rağmen O, her varlığın yakınındadır; kullarına da şah damarından daha yakındır.
O, herşeye (bütün yaptıklarınıza) şahiddir. (Sebe/47)

Onun yakınlığı cisimlerin yakınlığına benzemez. Nitekim zâtı da cisimlerin kendilerine benzemez... O, hiçbir zarfa girmediği gibi hiçbir şeye de zarf olamaz. O, zaman hududların dışında olduğu gibi mekân kapsamının da dışındadır. O, zaman ve mekânı yaratmadan evvel ne idiyse, şimdi de aynı şeydir. O, sıfatlarıyla da yarattıklarından ayrılır. Zâtî, kendisinden başkası olmadığı gibi, başkasında da olamaz. O, tağyir ve tebdilden münezzehtir. Sonradan meydana gelenler O'nda yer alamazlar. O'nda ârız şeyler de yoktur, O, celâl sıfatlarıyla daimî bir şekilde zeval ve yokluktan münezzehtir. O, kâmil sıfatlarında daha gelişip kemâle ermekten müstağnidir. (O'nun sıfatları zâtına yaraşacak derecede kemâlin zirvesindedir. Eksiklik yoktur ki sonradan giderilsin...) O'nun varlığı akılla bilindiği gibi, zâtî da lûtfu gereği ve nimetini tamamlamak üzere Dar'u1 Karar olan cennette ebrâra (iyilere) görünecektir.

Hayat ve Kudret

Hayat ve Kudret
Allah Teâlâ diridir, Kadir'dir. Cebbâr'dır Kahhâr'dır. O'nun hiçbir kusuru, aczi olamaz. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Fânilik ve ölüm O'nun hakkında mevzu bahis değildir. O, mülkün, melekütün, izzet ve ceberûtun sahibidir. Hâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittir. Kıyamette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktır. Bütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadır. Bütün varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştır. Rızık ve ecelleri takdir eden O'dur. Takdir olunanlar ve emirlerin evrilip çevrilmesi kudreti dahilindedir. Takdir buyurdukları saymakla bitmez ve malûmatının (ilminin) de nihayet ve sınırı yoktur.

İlim
O, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi hâricinde kalamadığı bir âlimdir. O, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilir. Atmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilir. Kalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışma, sırların gizliliğine vakıftır. Bütün bunları kadîm ve ezelî ilmiyle bilmektedir. Bu ilim asla değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledir. Zâtında sonradan var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir.

İrade
Allah Teâlâ bütün kâinatın varlığım irade ve bütün hâdiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattır. Kainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, menfaat veya zarar, iman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür görünmez her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kazâ, kader, hikmet ve işleğinin hududları dahilindedir. Bu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri olmaz. Hiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş O'nun dilemesinin dışında değildir. O yoktan var edici, yok olduktan sonra tekrar iade edici ve isteğini en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır.

Eğer O'nun tevfîk ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamaz. Yine O'nun dileme ve iradesi olmasa hiçbir kul itaata güç yetiremez. Eğer tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır.

Allah Teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâtî ile kaimdir. O, daima bu sıfatlarla muttasıftır. Olacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuştur. Böylece herşey bu ezelî irâde doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşir. Varlığında irade dışı bir değişme, bir bozulma olamaz. Bütün bunları yaparken de Allah Teâlâ için düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen hiçbir durum Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gafil kılamaz.

Sem ve Basar (Duyma ve Görme)
Allah Teâlâ, Semî ve Basîr'dir (işitir ve görür). İşitilmek durumunda olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar O'nun işitme sıfatından hariç kalamaz. Aynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamaz. Uzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamaz. O, göz bebeği ve göz kapakları olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitir. Nitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz yaratır. Çünkü O'nun ne zâtı ve ne de sıfatları yarattıklarının zât ve sıfatlarına benzemez.

Kelâm
Allah Teâlâ konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaad ve tehditlerde bulunur. Ancak O'nun konuşması zâtî ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemez. Bu bakımdan O'nun konuşması hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildir. Kur'ân, Tevrat, İncil ve Zebur, peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır.1

Kur'ân, dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunur. Fakat bununla beraber kadîmdir; Allah'ın zâtıyla kaimdir. Kalplere ve sayfalara nakledilmesi onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve boyle bir ayırımı da kabul etmez.
Hz. Musa (a.s), Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinledi. Nitekim, iyiler (ebrâr) de O'nuıı zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak görecektir. İşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret .ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşur. Fakat diriliği, kudreti, ilmi, iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece (Mu'tezile'nin inandığı gibi) zâtî ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın gayrisi ve ondan ayrılmaz birer hakikattir.)

1) Burada tahrif edilmezden önceki Tevrat, İncil ve Zebur kastedilmektedir. Sözkonusu olan, günümüzdeki muharref Tevrat, İncil ve Zebur değildir.

Allah zâtının varlığı

I. Esas: Vücûd
Işığı aranan nurların en evlâsı, Kur'an'ın irşad buyurduğu nûr'dur. Binaenaleyh Allah'ın beyanından sonra herhangi bir beyanın kıymeti yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Biz yeryüzünü beşik, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizleri de çift çift yarattık. Uykunuzu ise, bir dinlenme yaptık. Geceyi bir örtü, gündüzü ise geçim vakti kıldık. Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. İçlerine pırıl pırıl parıldayan bir kandil astık. Rüzgarların sıkıştırıp yoğunlaştırdığı bulutlardan, kendisiyle taneler, otlar, sarmaşdolaş bağlar bahçeler çıkaralım diye bol bol su indirdik.
(Nebe/6-16)

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insana yarar şeyleri denizde götürüp getiren gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirerek ölümden sonra arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları her taraftan estirmesinde, yer ile gök arasında Allah'ın emrine tâbi bulutlarda akıl ve düşünce sâhibi olan bir topluluk için elbette ki Allah'ın kudret ve yüceliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır. (Bakara/164)

Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış? Ay'ı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de bir kandil... Allah sizi (babanız Adem'i) arzdan yaratıp meydana çıkardı.
(Nuh/15-17)

(Ey inkarcılar!) Sizi, biz yarattık! Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi gördünüz mü (rahimlere döktüğünüz meniyi?) Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü ve biz dilediğimiz şeyi yerine
getirmekten âciz de değiliz. Kılıklarınızı değiştirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir surette yaratmaya da gücümüz yeter. Herhalde ilk yaratılışınızı bildiniz; o halde düşünsenize. Ya şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa biz miyiz bitiren? Dileseydik o ekini çerçöp haline getirirdik de şöyle gevelerdiniz: 'Doğrusu biz çok ziyandayız; büsbütün mahrumuz'. Şimdi içtiğiniz suyu bana haber verin! Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa biz miyiz indiren? Dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde (bu nimetlere karşı) Allah'a şükretseniz ya! Şimdi çıkıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin; onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan? Biz bu ateşi (cehennem ateşine) bir ibret ve sahradaki yolculara bir menfaat kıldık. O halde rabbini yüce ismiyle tesbih et! (Vâkıa/57-74)

Azıcık aklı olan bir insan, bu ayetlerin mânâsını düşünür, Allah'ın yer ve gökteki acaip ve garip yaratıklarına, hayvanlar ve bitkilerin yaratılışına azıcık göz gezdirirse, akılları şaşırtan bu emir ve sarsılmaz tertibi tedbir eden bir sâniin ve bu şekilde kuvvetli yaratan bir failin bulunması gerektiği kendisine gizli kalmaz. Hatta herşey bu sâniin tesiri altında bulunduğunu ve O'nun isteğiyle hareket ettiğini haykıracaktır. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuyor mu?

Peygamberleri (onlara) şöyle demişti: 'Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'ın birliğinde şüphe edilir mi?'(İbrahim/10)

Zaten peygamberlerin (a.s), halkı Allah'ın birliğine dâvet etmek için gönderilmesinin hikmeti de budur...

Hz. Peygamberin "Halk 'lâ ilâhe illâllah' desin diye gönderildim" sözü de buna delâlet eder. Halk hiçbir zaman 'Bizim bir, o âlemin de bir mabudu vardır' demekle emrolunmadı. Çünkü Allah'ın bir oluşunun itirafı akim fıtratında yaratılmıştır ve doğumdan büyüyünceye kadar da devam etmektedir. İnsanların bu itirafına işaret etmek için, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, mutlaka 'Allah' diyecekler. De ki: 'Allah'a hamdolsun!' Fakat onların çoğu (bu sualin kendilerini bağlayacağını) bilmezler. (Lokman/25)

(Ey Râsûlüm!) O halde sen yüzünü (eğriyi bırakıp doğruya giden) bir muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak dine, (yani) Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrata çevir. Allah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
(Rûm/30)

Binaenaleyh insanın yaratılışında ve Kur'an'ın delillerinde Allah'ın birliğine ve varlığına dair o kadar yeterli delil vardır ki, başka bir delil armaya lüzum bırakmaz. Fakat biz düşünce ve tefekkür sahibi âlimlere uyarak, daha kuvvetli olsun diye birtakım aklî deliller getirelim!

Akılların bedâhet derecesinde bildiği hakikatlerden birisi şudur: Hâdis (yoktan var edilen) bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır. Kâinat hadistir (yoktan var edilmiştir) ve bu yüzden de var oluşunda bir sebebe, yani bir yar ediciye muhtaçtır.

'Hâdis bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır' sözümüze gelince, bu hüküm açıktır. Çünkü her hâdis (sonradan var olan) bir vakitte var olmaya muhtaçtır. O ha-disin daha önce veya daha sonra var olması aklen caizdir. Binaenaleyh muayyen bir vakitte var oluşu, o vakitten evvel veya sonra olmayışı, mecburî olarak, bir tahsis edici ve müdebbirin mevcudiyetini itiraf ettirir.

'Kâinat hadistir' hükmümüze gelince, bunun delili de şudur: Alemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan asla hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Binaenaleyh hâdis olmaktan hâli olmayan birşey de muhakkak hadistir. Bu delilde üç dava vardır:
a) Âlemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan hâli değildir. Bu dava, bedîhî ve zarûrî bir şekilde idrâk edilmektedir. Doğruluğu, herhangi bir teemmül ve düşünceye muhtaç değildir. Çünkü cisimleri hareketsiz ve. sükunsuz olarak düşünen bir kimse, cehaletin sırtına binmiş ve aklın yolundan sapmıştır.

b) 'Hareket ve sükûn hadistir davası.
Hareket ve sükûnun birbirini takip etmesi, ikisinin birden aynı anda vâki olmaması ve ancak biri sona erdikten sonra öbürünün başlaması, bu davanın doğruluğuna delâlet eder. Bu hakîkat, görünen ve görünmeyen bütün cisimler için geçerlidir.
Hiçbir sâkin cisim yoktur ki, akıl, onun hareket etmesinin caiz olduğuna hükmetmesin.. Ve yine hiçbir hareketli cisim yoktur ki akıl, onun sükûnet bulmasının mümkün olduğuna inanmasın. Binaenaleyh hareket ve sükûndan hangisi meydana gelirse sonradan vukûbulduğu için hadistir.

Vukua gelmeden önceki hal de yok olduğundan dolayı yine hadistir. Çünkü kadîm olsaydı yok olması muhal olurdu. Bunun delil ve burhanı, ilerde, Sâni-i Mutlak olan Allah'ın bekâ sıfatını isbata çalıştığımız bölümde gelecektir.

c) 'Hâdisden hâli olmayan da hadistir' davası.
Bu davayı doğrulayan delil şudur: Eğer hakîkat böyle olmasaydı, her hadisten evvel, başlangıcı bulunmayan nice hadisler olacaktı. Eğer hadislerin tamamı nihayete ermeseydi, hâlihazırda bulunan hadisin varlığına sıra gelmezdi. Sonu olmayanın bitmesi veya yok olması ise muhaldir. Hem yine, feleğin sonsuz dönüşleri olmuş olsaydı, bunların adetlerinin ya çift veya tek; ya da tek ile çiftte veya ne tek, ne de çift olur ki bu muhaldir; Çünkü böylesi, menfî ile müsbetin bir arada bulunması demektir. Oysa ki nefy ile isbattan birisinin var oluşu diğerinin yok olmasını iktiza eder. Birinin varlığı diğerinin yokluğuna bağlıdır. Çift olması da muhaldir; çünkü çiftler birin eklenmesiyle tek olur. Sonu olmayanın biri nasıl olabilir? Tek olması da muhaldir; zira tek, birin eklenmesiyle çift olur. Halbuki adedlerine son ve nihayet olmayan birşey nasıl olur da bir'e muhtaç olabilir? Ne çift, ne tek olması da muhaldir; çünkü sonuçlu bir iştir ve sonuçlu olduğundan dolayı da mutlaka ya çift veya tek olacaktır. Binaenaleyh bu izahtan anlaşıldı ki, kâinat, sonradan var edilmiş hâdiselerden hâli değildir. O halde kâinat hadistir. Kâinatın hâdis oluşu sabit olduğu zaman, bizzarure bilinir ki; bir muhdis'e, yani yaratıcıya muhtaçtır.

II. Esas: Kıdem
Allah'ın ezelden beri kadîm olduğunu, vücudunun başlangıcı olmadığını, aksine kendisinin, herşeyin başlangıcı olduğunu, her ölünün ve her dirinin evvelinde O'nun varlığını bilmektir.

Eğer Allah kadîm değil de hâdis olmuş olsaydı mutlaka ve muhakkak diğer hadisler gibi bir yaratıcıya, "hâşâ" O'nu yaratan da başka bir yaratıcıya muhtaç olacaktı. Böylece bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru gidecekti. Halbuki sonsuza doğru giden bir zincir olamaz; nihayet evveli olmayan kadîm, bir yaratıcıya dayanır. Zaten maksûd ve matlubumuz da bu son şıkkın mevcudiyetidir ki biz bu kadîm yaratıcıya âlemin sânii, başlatıcısı, yaratıcısı, muhdisi ve mübdii adını vermişiz. (Celle Celâlühü ve amme nevâlühû).

III. Esas: Bekâ
Ezelî olan Allah Teâlâ'nın aynı zamanda ebedî olduğuna ve varlığının sonu olmadığına inanmaktır. Evvel, âhir, zâhir, bâtın O'dur. Çünkü kıdemi sabit olanın yokluğu muhaldir.
" Hâşâ" eğer yokluğu kabul edilirse, Allah Teâlâ ya kendi nefsiyle yok olurdu veya zıddı olan bir kudret tarafından yok edilebilirdi. Kendiliğinden devam ettiği düşünülen birşeyin yok oluşu caiz olsaydı, o zaman, kendiliğinden yokluğa düşünülen birşeyin de var olması caiz olurdu. Binaenaleyh, nasıl ki varlığın meydana gelişi bir sebebe muhtaç ise, aynı şekilde yokluğun vâki oluşu da bir sebebe muhtaçtır. Allah'ın, zât-ı ulûhiyyetin zıddı olan bir kudretle yok olması bâtıldır. Çünkü bu yok edici kudret kadîm ise, onunla beraber başka bir varlık düşünülemez. Halbuki daha evvel geçen birinci ve ikinci esaslarla Allah'ın varlığı ve kıdemi sabit olmuştur. Binaenaleyh zıddının ezelde beraberinde hâşâ olması nasıl düşünülebilir? Eğer yok edici kudret hâdis ise, o vakit bu keyfiyet muhaldir; çünkü hâdis, kadîme zıddır. Böyle bir durumda hâdis varlığın kadîm varlığı yok etmesinden ziyade kadîm varlığın hadisi yok etmesi daha evlâdır; yani kadîmin, zıddı olan hâdise mâni olması, hadisin, kadîmi kaldırmasından daha evlâdır. Çünkü kadîmin zıddı olan hâdis varlığın yok olması, hadisin, zıddı olan kadîmi ortadan kaldırmasından daha kolaydır. Zira kadîm, hadisten daha kuvvetlidir.

IV, Esas: Cevher Değildir
Allah Teâlâ'nın herhangi bir merkezde yerleşen cevher olmadığını, böyle bir münasebetten yüce ve cevher olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir.

Her cevher, muhakkak bir merkezde yerleşmelidir. Binaenaleyh, cevher, merkezin hususiyetine sahiptir. Cevherin, işgal ettiği merkezde iki hususîyeti vardır: Cevher ya sâkin veya hareket hâlinde olacaktır. Binaenaleyh cevher, hareket ve sükûndan hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Hadisten hâli olmayan da hadistir. (O halde cevher de hadistir). Eğer herhangi bir merkezde yerleşmiş kadîm bir cevher düşünülebilirse (çünkü muhali düşünmek mümkündür), âlemdeki diğer cevherlerin kadîm olması da düşünülebilir.

Eğer biri çıkar da Allah'a 'Herhangi bir merkezde yerleşmeyen cevher' diye isim verirse, bu adamcağız her ne kadar mekândan münezzeh bir cevher kasdetmekte ise de, lâfız itibarıyla yanılmaktadır. Ancak mânâ itibarıyla böyle denebilir.33

V. Esas: Cisim Değildir
Allah Teâlâ'nın cevherlerden mürekkep bir cisim olmadığını bilmektir. Çünkü cisim, cevherlerden mürekkep varlık demektir. Mademki, dördüncü asıldaki delillerde Allah'ın mekânda yerleşen cevher olması fikri iptal edilmiştir, şu halde cisim olması da bâtıldır; çünkü her cisim, mutlaka bir mekân ve cevhere muhtaçtır. Cevherin parçalanmaktan, bitişmekten, hareket, sükûn, hey'et ve miktardan hâli olması muhaldir. Bunlar sonradan meydana gelmiş olmanın alâmetleridir.
Eğer âlemin yapıcısı olan Allah Teâlâ'nın cisim olmasına inanmak caiz olsaydı, güneşe, aya veya cisimlerden herhangi birine ulûhiyet ve mâhudiyet izafesi de caiz olurdu. Eğer biri çıkar da, cevherlerden mürekkeb olan cismi irade etmeksizin Allah'a cisim adını vermeye cesaret ederse, bu hareketi, cismin mânâsını nefyetmek bakımından isabetli olmakla beraber isimlendirme bakımından yanlıştır.

VI. Esas: A'raz Değildir
Allah Teâlâ'nın cisimle kâim veya herhangi bir merkeze düşen bir a'raz olmadığını bilmektir. Çünkü araz cisme vâki olan varlıktır. İstisnasız, her cisim, mutlaka ve kesinlikle sonradan meydana gelmiştir; yani hadistir. O halde cismi meydana getiren zatın, cisimden evvel var olması gerekir. O halde, nasıl olur da ancak cisimle görünen ve beliren a'raz, cisimden evvel varlığı mecburi olan Allah olabilir? Çünkü Allah, münferid olarak ve beraberinde hiçbir şey olmaksızın ezelde mevcuttur. Evvelâ cisimleri, sonra da a'razları yaratmıştır.

İleri de geleceği gibi, Allah, yaratıcı, irade edici, mutlak şekilde kadir ve âlimdir. Bu sıfatların a'razlara verilmesi muhaldir. Aksine, böyle bir tavsif ancak zâtî ile müstakil, nefsiyle kâim bir varlık için düşünülebilir.

Bu asıllardan anlaşıldı ki, Allah Teâlâ, nefsiyle kâimdir. Ne cevher, ne cisim, ne de a'razdır. Kâinatın, cevher, a'raz ve cisimlerden meydana geldiği anlaşılmıştır. Yine anlaşıldı ki Allah, hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemez. O, diridir; kayyûmdur, hem de benzeri ve misli olmayan bir kayyûmdur. Yaratılmışlar, nasıl olur da böyle bir kayyûma ve yaratıcıya benzeyebilir? Makdûr (kudretin altında bulunan), nasıl olur da takdir edicisine; şekillenen, nasıl olur da şekil vericisine benzeyebilir?

Halbuki cisim ve azların tamamı istisnasız, O'nun yarattığı ve kudret eliyle şekil verdiği mahlûklardır. Bütün bu hakikatlere binâen deriz ki, 4Mahlûkâtın, Allah'ın benzeri ve misli olmaları, muhal içinde muhaldir'.

VII. Esas: Cihet ve Mekân'dan Münezzehtir
Allah Teâlâ'nın zât-ı ulûhiyyetinin yönlerle hududlu olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir. Çünkü yön, ya üst, ya alt, sağ, sol, ön veya arkadır. Allah bu yönleri insanın yaratılışı sebebiyle halketmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, insanoğlu için iki yan yaratmıştır: Birisi arza dayanır ayak denilir. Diğeri ise, onun tam tersi istikametidir ki bu da baş ismini alır. Binaenaleyh, baş tarafına gelen boşluk üst, ayak tarafı da alt'dır. Hattâ tavanda yürüyen karıncanın altı, bize göre üst; üstü de alt olur. Allah Teâlâ insanoğlu için iki kol yaratmıştır. Birisi, çoğu zaman diğerinden daha kuvvetlidir.

En kuvvetliye sağ, onun karşısında bulunan kola da sol ismi verilmiştir. Sağ kol tarafına düşen yöne sağ, diğer yöne de sol denilmektedir. Allah Teâlâ, insanoğlu için iki cephe yaratmıştır. Bir cephesiyle görür ve yürür, bu ön'dür. Bu yön, in-sanoğlunun hareketiyle, kendisine doğru gidilen istikamettir. Onun ters istikametine düşen yöne de arka ismi verilmiştir. Binaenaleyh yönler insanın yaratılışıyla varolmuşlardır. Eğer insan bu şekilde değil de küre şeklinde halkedilseydi, bu yönlerin varlığı asla ve kafa mevzubahis olamazdı. O halde hâdis olan yönlerle Allah Teâlâ'nın ezelde hususiyeti olması tasavvur edilemez.

Eğer yönler mevcut değilse, nasıl olur da Allah Teâlâ, olmayan birşeyle ilgi kurar? Acaba hâşâ âlemi üstünde mi yarattı? Halbuki Allah Teâlâ üst yöne sahip olmaktan münezzehtir. Çünkü başı yoktur ki üstü olsun. Üst yön, başa göre tâyin edilen yöndür. Yoksa o kâinatı, altında mı yarattı? Ama Allah Teâlâ altı olmaktan da münezzehtir; çünkü O, ayaklara sahip olmaktan uzak ve yücedir. Alt ise, ayaklar cephesinde olan yönden ibarettir. Bütün bunlar Allah hakkında aklen muhaldir. Çünkü Allah'ın herhangi bir yöne bağlanması, tıpkı cevherler gibi herhangi bir merkezde istikrar bulması ya da a'razların cevherlere ihtisası gibi, O'nun da cevherlerle ihtisas ve ilgisinin bulunması demektir. Halbuki daha önce, Allah'ın cevher veya a'raz olmasının muhal olduğu belirtilmişti. Binaenaleyh Allah'ın herhangi bir cihet ve yön ile ihtisası muhaldir.

Eğer yön tâbiri, bu zikredilen iki mânâdan başka bir mânâya haml ve Allah'a da o mânâ ile atf ve izafe edilse, mânâ bakımından müsait olsa bile, isimde ve tâbirde yanlışlık vardır. Bir de Allah Teâlâ, eğer âlemin üstünde olmuş olsa, ona muhâzi olması gerekir. Cisme muhâzi olan şey de ya cisim kadar veya cisimden daha küçük veya büyük olmalıdır. Bütün bunlar, insanı ister istemez büyüklük ve küçüklüğü takdir edecek bir varlığa muhtaç eden tarifler ve te'villerdir. Halbuki kâinatın mutlak mânâda yaratıcısı ve biricik müdebbiri olan Allah, herhangi bir kudretin takdiri ile ölçülmekten yücedir.

Duâ ânında ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince, hâşâ bu, Allah orada olduğu için değildir. Aksine göklerin, tıpkı Kabe'nin namazın kıblesi olduğu gibi duanın kıblesi olmasındandır. Ayrıca ellerin yukarıya kaldırılmasında, çağrılan Allah'ın celâl ve azamet vasfına, cömertlik ve yükseklik sıfatından maksûd ve matlubun istenişine işaret vardır. Zira Allah Teâlâ, istilâ ve kahr ile her mevcudun üstündedir.

VIII. Esas: İstivâ
Allah Teâlâ'nın arş üzerine, istivâ kelimesinden irade buyurduğu mânâ ile istivâ etmiş olduğunu bilmektir. İstiva'dan, Allah'ın azamet ve kibriyâ vasfına muhalif düşmeyen, hudûs (sonradan meydana gelme) ve fenâ (yok olma) alâmetlerinden uzak bir mânâ kastedilir. 'Göklere istiva etti' lâfzından da bu mânâ irade olunmuştur.

Sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi.
(Fussilet/11)

Gökleri kasdetmesi, oraya çıkıp hâşâ oturması demek değildir. Aksine bu, kahır ve istilâ yoluyla yapılmıştır. Nitekim şâir de istivayı istilâ mânâsında kullanarak 'Mervan'ın oğlu Bişr, Irak memleketini kılıçsız ve kansız olarak istilâ etti' demiştir.

Hak ehli, istivâ ayetini istilâ ile te'vil etmeye mecbur olmuşlardır. Nitekim bâtıl ehli de şu ayeti te'vile mecburdur
olmuşlardır.

Her nerede olursanız O, (ilmi ve kuşatıcılığıyla) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir.
(Hadîd/4)

Bu ayet, ittifakla ihâta (kuşatıcılık) ve ilim üzerine hamledilmiştir. Yani Allah, ilimiyle kuşatıcılığıyla sizinle beraberdir. (Nitekim meâl de bu yoruma uygun olarak verilmiştir).34

Hz. Peygamberin şu hadîsi de kudret ve kahır mânâsına hamledilmiştir:
Mü'minin kalbi, Rahmân olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.

Yani mü'minin kalbi, Allah'ın kudret ve kahrı arasındadır, dilediği şekilde evirir, çevirir ve tasarruf eder.

Hacer'ül-Esved (Kâbe-i Muazzama'nın temelinde bulunan ve hacılar tarafından ziyaret edilen siyah taş), Allah'ın yeryüzünde sağ elidir.

Hz. Peygamberin bu hadîsi de teşrif ve kerem üzerine hamledilmiştir. Yani 'sağ el' mübarek olduğu için, Allah Teâlâ bu mübarek taşa da şeref vermiş, onu öpmek veya istilâm etmek için yeryüzüne vazetmiştir; yani 'Bu taşı ziyaret edene Allah iltifat eder ve ondan razı olur' demektir. Çünkü bu hadîs ve ayetler, te'vil edilmeksizin, olduğu gibi kabul edildiği takdirde, muhal ile karşılaşırız. İşte böylece istiva kelimesi de istikrar ve temekkün (yerleşme) mânâsında telâkki edilirse yerleşenin arş ile temas eden bir cisim olması gerekir. Bu cisminde ya arş kadar veya ondan daha büyük veyahut da ondan daha küçük olması icap eder. Bütün bunlar muhaldir. Aynı şekilde muhale götürücü birşey de elbetteki muhaldir. (Binaenaleyh istivanın lügavî mânâsı muhaldir.)

IX Esas: Rü'yet
Allah Teâlâ'nm şekil ve miktardan, kıt'a ve cihetlerden münezzeh olduğuna istikrar evi olan âhirette görüleceğine inanmak ve böyle bilmek gerekir.
herşeyi ihata edicidir' de demiştir. O zaman bu ayetlerin de zahirine uymak gerek. Binaenaleyh Allah aynı anda hem arş üzerinde, hem yanımızda ve hem de bütün âlemi ihâta edici olur. Bir hakikatin aynı anda birkaç yerde bulunması ise muhaldir. Binaenaleyh bütün bu ayetlerin te'vili gerekli olmuştur. (Zebîdî)
Nice yüzler vardır ki, o gün güzelliği ile parıldar ve rablerine bakar. (Kıyâmet/22-23)

Allah Teâlâ'nın dünyada görülemeyeceğini şu ayetler tasdik etmektedir:

Hiçbir göz onu (dünyada) ihâta ve idrâk edemez. Fakat O (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihâta eder. O, bütün incelikleri bilir ve herşeyden haberdardır. (En'am/103)

Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya hitâben şöyle buyurmuştur: 'Beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak!'
(A'raf/143)

Bütün bunlara rağmen merak ediyorum, Hz. Musa'nın malûmu olmayan, kâinatın rabbine ait sıfatları Mutezile taifesi nasıl olur da bilir?35

Eğer Allah'ın görülmesi muhal olsaydı, nasıl olur da, Allah'ın yüce peygamberi Musa (a.s), böyle bir istekte bulunurdu? Allah'ın yüce peygamberine cehâlet atfetmektense, bid'atçılara ve hevâ sahibi ahmak ve cahillere, hakikî sıfatları olan cehâlet izafesi daha uygundur.

Rü'yet ayetini, zahire hamletmeye gelince, böyle bir mânâ muhale götürücü değildir. Çünkü rü'yet, bir nevi keşf ve ilim demektir, Su kadar farkla ki, rü'yet (görmek) ilimden daha tam ve daha vazıhtır. Mademki hiçbir yön ve cephe bahis mevzuu olmadan Allah'ın bilinmesi caizdir ve bu durumda kendisine ilim taallûk eder; o halde hiçbir cephe ve cihetle alâkalı olmaksızın görülmesi de mümkündür. Nasıl ki kendisi, zât-ı ulûhiyyetinin karşısında olmadığı halde mahlûkâtı görebiliyorsa, bunun gibi mahlûkatın da O'nu, yönsüz olarak görmesi caizdir. Nasıl keyfîyetsiz ve şekilsiz bilinmesi caizse, aynı şartlarla görülmesi de caizdir.

X. Esas: Vahdâniyyet
Allah'ın bir olduğunu, ortağı ve şerîki olmadığını, ferd (tek) olduğunu, benzeri bulunmadığını, bütün varlıkları yalnız kudretiyle halketrnenin ancak O'na mahsus olduğunu, kendisiyle birlikte bu işleri ortaklaşa yapan veya eşit derecede beceren herhangi bir benzerinin olmadığını, kendisiyle mücadele ve münazaa edecek bir zıddın mevcut bulunmadığını bilmektir. Bunun delili şu ayettir:

Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı hiç şüphesiz bunların ikisi de fesada uğrar ve yok olurdu. O halde arş'ın rabbi olan Allah onların vasfetmekte oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)

Bu ayetin açıklaması şöyledir: Eğer hâşâ iki ilâh olsa da birisi, herhangi bir emri irade etseydi ve ikinci de birincisine yardım etmek mecburiyetinde olsaydı, o vakit kendisi aciz ve makhûr olurdu ve asla kuvvet ve kudrete sahip bir ilâh olamazdı. Eğer birincisinin iradesine muhalefet ve onu reddetmeye kudreti yetseydi, o zaman da kendisi kuvvetli ve kahir, birincisi ise zayıf ve kasır olur, binaenaleyh kudretli bir ilah olamazdı. (Halbuki ilâh vasfına sahip olan Allah Teâlâ, mutlak kuvvet ve kudrete sahip ve her çeşit eksiklik ve noksanlıklardan münezzehtir.)

33) Allah'ın, eşyaya benzemediği gibi mânen de cevherlere benzemez bir cevher olması kasdedilmelidir. Çünkü O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Fakat buna rağmen böyle dememek daha evlâdır.
34) Ebû Nasr el-Kuşeyrî, Tezkire'de şöyle der: "Eğer biri çıkıp da "Allah, 'Rahman arşa istiva etti' dediğine göre, bu ayetin zahirine uyalım" derse şöyle cevap veririz: Allah Teâlâ 'Nerede olursanız Allah sizinledir', "Allah
35) Şayet Allah'ın görülmesi mümkinâttan olmasaydı, Hz. Musa 'Rabbim! Cemâlini bana göster' demezdi.Oysa Mu'tezile, Allah'ın görülmesinin mümkinâttan olmadığını söylemektedir. Acaba bu güruh, ulû'l-azm bir peygamber olan Hz. Musa'dan daha mı âlimdirler?

İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi

Akide hakkında söylediklerimizin yeni yetişen çocuğa telkin edilmesinin uygun olduğunu bilmelisin. Böylece çocuk küçük yaşlarda öğrendiği bu bilgileri unutmayacak ve yaşı ilerledikçe de mânâlarını yavaş yavaş anlayacaktır. İlk anda gerekli bilgileri öğretmek, ikinci kademede mânâsını anlatmak, daha sonra inanıp yakîn hasıl etmesini ve doğrulamasını sağlamak gerekir. Bu ise çocuklarda delilsiz ve burhansız meydana gelen bir durumdur. İnsan kalbinin, ilk yetişmesi anında hiçbir delile ihtiyaç olmaksızın imanı kabul etmeye müsait bir fıtratta bulunması Allah'ın bir fazlıdır. Bu durum nasıl inkâr edilebilir? Halk tabakasının bütün inançları, başlangıçta, mücerret telkin ve sade taklitten ibaret değil midir?

Evet, sadece taklitten meydana gelen iman, başlangıçta zaaftan kurtulmuş değildir. Böyle bir imana sahip olan kişinin inancının, zıddının telkiniyle silinip gitmesi mümkündür. Bu bakımdan, bu inancın takviyesi, çocuğun ve halk tabakasının kalbinde sarsılmayacak derecede yerleştirilmesi gerekir. Fakat bu inancın takviyesi ve yerleşmesi için ille de Cedel ve Kelâm sanatı öğrenmek şart değildir. Aksine Kur'ân ve tefsirini hadîs ve mânâlarını okumak, sair ibadet vazifeleriyle meşgul olmak yeterlidir. Kulaklarıyla dinlediği Kur'an'ın delil ve hüccetleriyle hadislerin şahitlik ve faydaları; yaptığı ibadetlerin nurları; meclislerine devam ettiği sâlih kulların feyizleri, güzel konuşmaları, simaları ve Allah Teâlâ ya karşı davranışları sayesinde iman kişinin kalbine kuvvetli bir şekilde yerleşir. Bu bakımdan ilk yapılan telkin kalbe saçılan bir tohum gibidir. Saydığımız sebepler ise, o tohumu terbiye etmek ve sulamak gibidir. Bu terbiye ve sulama ameliyesi, o tohumun gelişip kökü sabit, dalları yukarıya doğru uzanmış kuvvetli bir ağaç olmasına kadar devam etmelidir.

Kendisine imanın telkin edildiği kişinin kulağını cedellerden ve kelâm dedikodularından muhafaza etmelidir. Zira cedelin
karıştırması düzenlemesinden, ifsadı ise ıslahından daha fazladır, inançların cedel ile takviyeye çalışılması da tıpkı bir ağacın demirlerle çevrilmesi ve gövdesine demirler sokulmasına benzer. Bu işlem ağacın kuvvetlenmesi ve dallarının daha fazla olması için yapılmaktadır. Halbuki çok defa, demir, gövdede açtığı yara ve bereler sebebiyle ağacı çürütür ve ifsâd eder. Bu konudaki müşahedeler yeterlidir ve bizzat görülen hâdiseler bu hususta ayrıca delil getirmeye hacet bırakmamaktadır. Halk tabakasının salâh ve takvaya erişen fertlerinin inancını, kelâmcıların ve cedelcilerin inancı ile kıyasla! Göreceksin ki avâm inancı, sebat bakımından, koskoca dağlar gibidir; felâket ve şimşeklerle yerinden kıpırdamaz. Fakat inancını cedelin taksimatıyla koruyan kel âmcının akidesi ise, havada asılı bir ip gibi, esen rüzgarların tesiriyle sağa sola sallanıp durmaktadır.
Ancak, inançlara ait delilleri dinleyen, akidesini taklidî yoldan aldığı gibi, delilleri de taklidî yoldan alan kişi bu hükmün dışında kalır. Zira delili taklid ile öğrenmekle delilin medlulünü ve mânâsını öğrenmek arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan, delilin telkini ayrı, düşünce ile delil bulmaksa daha ayrı bir keyfiyettir. Bunlar birbirlerinden uzak mânâ ve mefhumlardır.

Bu hakikatlerden sonra bilmelidir ki, kendisine inanç telkini yapılan çocuk, o inanç üzerine büyür ve bilâhare dünya kesbiyle iştigal ederse, onun için dünyadan başka herhangi bir kapı açılmayacaktır. Fakat o, küçüklüğünde almış olduğu, hakîkat ehlinin inancı sayesinde âhirette kurtulacaktır. Zira şeriat, Hz. Muhammed'in huzurunda imân eden, mektep ve medrese görmemiş Arapları, İslâmî inancın görünür kısmına (zahirine) tereddütsüz inanmaktan başka bir şeyle mükellef kılmamıştır.

Hiçbir şeyden haberi olmayan, sadece Hz. Peygamberin huzuruna gelip kesinlikle iman edenler araştırma ve teftiş, delilleri tanzim ve tertip zorunluğuyla mükellef değillerdi. Eğer insan âhiret yolcularından olmak istiyor, bununla beraber Allah'ın tevfîki de kendisine yardımcı oluyor ve bu tevfîk sayesinde âhiret amellerini yapıyor, takvayı tercih edip nefsinin hevâsından uzak duruyor, riyâzât ve mücâhede ile iştigal ediyorsa kendisi için hidayet kapıları açık demektir. Bu inancın hakikatleri, kalbe atılan ilâhî bir nur sayesinde belirir. Bu nur mücâhedenin yüzü suyu hürmetine ve
Allah'ın va'dinin gerçekleşmesi için ihsan edilmiştir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere, elbette (kendilerini bize ulaştıracak) yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki, Allah iyilik yapanlarla beraberdir. (Ankebût/69)

Mücahidin kalbine ilka edilen ilâhî nur, sıddîk ve mukarreblerin imanının gayesi ve sonucu olan nefis bir cevherdir Ebubekir Sıddîk'ın (r.a) göğsünde yerleşen ve onun (peygamberler hâriç) bütün insanlardan üstün olmasına vesile olan sır ile bu cevhere işaret buyurulmuştur. Bu sırrın inkişafı, cihadın ve Allah'tan başka her şeyden temizlenen iç âlemin derecesine ve faydalanmasına bağlıdır. Bu tıpkı halkın tıp, fıkıh ve diğer imlerdeki başarı derecelerine benzer. Çünkü bu sahalarda halk, çalışmasına, fıtrî zekâ ve kavrayışına göre çeşitli şubelere ayrılmaktadır. Bu maddî ilimler sahasında halkın sınıflara ayrılması ve şubelerin tekel altına alınması nasıl mümkün değilse, sırlara ait derecelerin muayyen zümrelere tahsisi, çeşitlerinin herhangi bir sayıyla sınırlandırılması da imkânsızdır.

Mesele
Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesinin müneccimlik gibi
mezmûm mu, yoksa mübâh veya mendûb mu olduğunu soracak
olursanız, bilmiş olunuz ki, halk bu sualin cevabında bazan ifrata, bazan da tefrite kaçmıştır. Bir kısmı €Bu bid'attır veya haramdır' demiş ve şöyle ilave etmiştir: 'Bir kulun şirk hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna varması, cedel ve kelâmla gitmesinden daha hayırlıdır.

Kimileri, 'Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesi vacip ve farzdır' demiş, bâzıları farz-ı kifâye olduğu fikrini savunmuş, bir kısmı da farz-ı ayn olduğunda ısrar etmiştir. Hattâ bu ilim için 'Amellerin ve Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı hareketlerin en faziletlisi ve en yücesidir' diyenler de vardır. Çünkü onlara göre Kelâm, tevhidin bilinmesine ve yerleşmesine vesile olduğu gibi, âdeta Allah'ın dininin müdafaası için kullanılan keskin bir silâhtır dâ...
İmam Şâfiî, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel, Süfyan es» Sevrî ve selefin bütün muhaddisleri bu ilmin haram olduğuna kaildirler. İbn Abd'ul-A'lâ şöyle anlatır: "İmam Şafiî'den şunları dinledim: "Bir gün Mutezile kelâmcılarından Hafs elFard ile münazara ettim ve ona 'Kulun şirk koşmak hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna çıkması, Kelâm ilminin herhangi bir bahsiyle çıkmasından daha hayırlıdır' dedim. Bunun üzerine Hafs'dan öyle bir söz işittim ki, söylemeye dahi cesaret edemiyorum".

Yine İmam Şafiî şöyle buyurmuştur: 'Hiç kimsenin söyleyeceğini ve düşüneceğini zannetmediğini birşeyi Kelâm ehlinden gördüm. Bu bakımdan, Allah Teâlâ'nın bir kulunu, şirk hariç bütün menhiyâtıyla mübtelâ kılması, o kul için Kelâm'a bakmasından ve Kelâm sahasında düşünmesin den daha hayırlıdır',

Kerâbisî şöyle anlatır: "îmanı Şafiî'ye Kelâm'a dair bir mesele sorulduğunda, çok öfkelenerek 'Bu suali bana değil, Hafs el-Fard ve arkadaşlarına sorun; zirâ Allah onları rahmetinden mahrum etmiştir' buyurdu"»

Hafs el-Fard hastalığı esnasında İmam Şafiî'yi ziyaret eder, İmam Şafiî ona 'Sen kimsin? diye sorar. Onun 'Ben Hafs el Fard'ım demesi üzerine de şöyle buyurur: 'İçinde bocaladığın durumdan tevbe etmedikçe, Allah seni ne korusun ve ne de gözetsin!7

İmam Şafiî'nin bir diğer sözü de şöyledir: 'İnsanlar, eğer Kelâm'da ne gibi bir hevâ ve hevesât bulunduğunu bilseydiler, ondan yırtıcı arslandan kaçtıkları gibi kaçarlardı'.
Şu söz de kendisine aittir: "Sizler 'İsim• müsemmânın aynı mıdır, gayrı mıdır?' sözünü duyduğunuz zaman, 'emin olunuz ki bunu söyleyen Kelâm ehlindendir ve onun dini yoktur",

Za'farânî'nin rivayet ettiğine göre İmam Şafiî şöyle buyurmuştur:''Kelâmcılar hakkındaki hüküm şudur: Onlar sopa ile dövülmeli, kabîle ve aşiretler arasında gezdirilerek şöyle bağırmalıdır: Allah'ın kitabını ve Rasûlullah'ın sünnet-i seniyyesini terkedip Kelâm1 a dalanların cezası işte budur'.

Ahmed b. Hanbel ise şöyle buyurmuştur: "Kelâm sahibi hiçbir zaman felâh bulamaz. Biz, Kelâm'a daldığı halde, kalbinde İslâmî hakikatlere karşı şek ve şüphe olmayan hiç kimseye rastlamadık'.

İmam Ahmed kelâmcıları şiddetle itham etti ve hattâ zühd ve takvasına ve bid'atçıları reddeden bir kitap yazmasına rağmen
Hâris-el Muhâsibî'yi terkederek onunla arkadaşlığına son verdi ve ona şöyle hitap etti: 'Yazıklar olsun sana! Sen önce hidratları anlatıyor ve sonra da onlara hücum ediyorsun. Böylece sen, hidratları tasvir eden kitabınla halkı, onları mütalâa etmeye ve şüpheli mevzularda düşünmeye sevkediyorsun. Bu durum, okuyanları, görüşlerini izhâra ve araştırma yapmaya zorlamaz mı?'

Yine îmamı Ahmed 'Kelâm âlimleri zındıktır' demiştir.
İmam Mâlik ise şöyle buyurmuştur: 'Acaba bir cedelcinin, daha kuvvetli bir cedelci gelip de kendisini mağlûp etse, dinini terketmeyeceğini mi sanıyorsun? Cedelci için her gün yeni bir din meydana gelir'. İmam Mâlik bu sözleriyle dikkatlerimizi cedelcilerin hükümlerindeki farklılığa çekmek istemiştir.
Yine kendileri şöyle demişlerdir: 'Bid'at ve hevâ sahiplerinin şâhidlikleri caiz değildir'. Bazı arkadaşları onun bu sözünü 'imam, hevâ sahiplerinden hangi mezhepte olurlarsa olsunlarkelâmcıları kasdetmektedir1 şeklinde te'vil etmiştir.

Ebû Yusuf da şöyle buyurmuştur13: İlmi, Kelâm ile talep eden bir kişi zındıklığı kabul etmiştir'.

Hasan Basrî ise 'Sakın hevâ ehliyle tartışmaya girişmeyin. Onlarla oturmayın ve sözlerini dinlemeyin!' buyurmuştur.
Selefin bütün muhaddisleri bu hükümde ittifak etmişlerdir. Bu mevzuda, selef âlimlerinden nakledilen tehditlerin haddi hesabı yoktur. Nitekim selef âlimleri şöyle buyurmuştur: 'Hakikatleri herkesten daha iyi bilmelerine, kelimeleri daha iyi tertip ve tanzim etmelerine rağmen, sahâbei kiram bir konuda .sükût etmişse mutlaka, konuştukları takdirde şer ve fesadın doğacağını bildikleri içindir'. İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Toslaşanlar helâk oldular, Toslaşanlar helâk oldular. Toslaşanlar. helâk oldular.14

Yani cedelde ileri gidenler ve birbirlerinin fikrini cerhedenler helâk oldular!

Selef, bu mücadelenin doğru birşey olmadığına dair şu delilleri ileri sürmüştür: Eğer Cedel ve Kelâm, dinden olmuş olsaydı mutlaka Rasûlullah'ın ehemmiyetle emir buyurduğu ve yollarını gösterip yolcularını ve erbabını övdüğü konular zincirine dahil olurdu.

Hz. Peygamber ashâb-ı kirama istincayı15 öğretmiş, onları ferâiz ilmine teşvik etmiş ve bu ilmi bilenleri övmüştür. Onları kader meselesi hakkında konuşmaktan menederek şöyle buyurmuştur: 'Kader konusunda (münakaşa yapmaktan) sakınınız'!16

İşte ashâb bu minval üzere devam etmişlerdir. Ashâb hoca ve üstad, bizlerse onların talebeleri ve tâbîleriyiz; talebenin hocasından fazlasını yapması ise tuğyan ve zulümdür.
Cedel ve Kelâm'ın farz olduğunu savunanlara gelince onlar şöyle derler: 'Kelâm'ın mahzurlu olan tarafı, cevher ve ârâz tabirleriyle ashâb zamanında bulunmayan garip ıstılahlardır' denilirse bunun cevabı gayet kolay ve basittir. Zira hiçbir ilim yoktur ki, anlatılması ve anlaşılması için birtakım ıstılahlara sahip olmuş olmasın. Meselâ hadîs, tefsir, fıkıh bu türdendir ve bu ilimlerde de sayısız ıstılah vardır.
Eğer kendilerine, münazara ilminin ıstılahlarından olan nakz, matematiğin kesir, nahvin terkip, sarf ilminin ta'diye ve maânî ilminin ıstılahlarından olan va'z-ı fâsid ile mantığın kıyas üzerine vârid olan daha nice tâbir ve terimler arzolunsaydı, sahabîler bunları anlamayacaklardı. Çünkü onlar bu ıstılahları işitmiş değillerdi. Bu balamdan doğru bir gayeyi anlatmak için herhangi bir ibare ihdas etmek zararlı değildir. Bu tıpkı mübâh bir hizmette kullanmak için yeni kap ya da âlet icat etmeye benzer.

Eğer mahzur, Münazara ve Kelâm ilminin terim ve tâbirlerinde değil de murâd olunan mânâlarda ise, bilinmiş olsun ki, biz bu mânâlardan, ancak yaratıcının birliğine ve sıfatlarına ve âlemin sonradan meydana geldiğine işaret eden delillerin bilinmesini kastediyoruz. Nitekim kasdettiğimiz mânâ şeriatta da vârid olmuştur. O halde Allah'ın delille bilinmesi neden haram oluyor?

Eğer Kelâm ve Münazaranın mahzurlu kısmından, münazaracıların arasındaki söz düellosu, taassup, düşmanlık ve buğz gibi yine kendilerinin yol açtığı mezmûm sıfatlar kasdediliyorsa, şüphesiz bunlar haramdır ve her müslümanın sakınması gereken hususlardır. Diğer taraftan hadîs, tefsir ve fıkıh ilminin sebep olduğu riyaset (reislik) sevdası, riyakârlık, kendini beğenmişlik ve kibir de haramdır ve her müslümanın bu sıfatlardan sakınması gereklidir. Fakat hadîs, tefsir ve fıkıh ilimleri, bazı kişilerde kibir, ucub, riya ve baş olma sevdası doğuruyor diye menedilemez. Bu bakımdan hüccet ve delil ile araştırmak ve bilgi istemek mahzurlu olabilir mi?
De ki: "Ey müşrikler! Eğer 'Allah ile beraber birtakım ilâhlar vardır' sözünüzde doğru iseniz, delilinizi getirin bakalım".
(Neml/64)

Yapılması kesinleşen bir işi yerine getirmek için Allah (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra (bilerek) helâk olsun, diri kalan da açık delilden sonra (bilerek) yaşasın. (Enfal/42)

Kâfirler 'Allah çocuk edindi' dediler. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. O, hiç bir şeye muhtaç değildir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Ey kâfirler! (Allah'ın çocuk edindiğine dair) elinizde hiçbir delil yoktur. Siz Allah'a karşı ilimle isbat edemeyeceğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz?
(Yunus/ 68)

De ki: 'Tam hüccet Allah'ındır, O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi'.(En'am/149)

Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrahim ile rabbi hakkında mücadele edeni (Nemrud'u) görmedin mi? İbrahim ona 'Benim rabbim (kudretiyle) hem diriltir ve hem de öldürür' dediği vakit, o 'Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim 'Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!' deyince, o inkârcı şaşırıp kaldı. Allah zâlim kavmi muvaffak etmez. (Bakara/258)

İşte bu ayette Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in delil getirmesini, mücadele etmesini ve hasmını susturmasını, onu övmek gayesiyle arz buyurmaktadır.

Bu, (gök cisimlerinin batışı), milletine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki rabbin tam hikmet sahibi ve (herşeyi) kemâliyle bilendir.(En'am/83)

Nuh'a cevap olarak şöyle dediler: 'Ey Nuh! Sen bizimle mücadele ettin ve bunda da çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen bizi korkutup durduğun azabı haydi getir bakalım'.(Hûd/32)

Firavun şöyle dedi: 'Âlemlerin rabbi de kimdir?' Musa dedi ki: 'O göklerle yerin ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin rabbidir. Eğer gerçek olarak bilirseniz (durum budur)...'.
(Şuarâ/23-30)

Kur'ân, başından sonuna kadar kâfirlerle mücadele ve onlara karşı getirilen delillerle doludur. Bu bakımdan kelâmcıların 'Allah'ın birliği' hakkındaki delillerinin esasını şu ayet teşkil etmektedir:

Eğer yerlerde ve göklerde Allah'tan başka mâbudlar olsaydı, hiç şüphesiz bunların nizamı bozulurdu. (Enbiya/22)

Nübüvvet hakkındaki delilleri de şu ayettir;
Eğer kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimiz Kur'an'dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin (Bunu yaparken de) Allah'tan başka ne kadar yardımcılarınız varsa hepsini yardıma çağırın. Şayet sâdık kimseler iseniz (iddianızın gereğini yapınız!)
(Bakara/23) Ölümden sonra dirilmeye dair delilleri ise şu ayettir:
De ki: Onları, kendilerini ilk defa yaratan diriltecektir. O her yaratılanı hakkıyla bilir.(Yâsin/79)

Kur'an'da bunlar gibi daha nice ayet ve deliller mevcuttur. Allah'ın yüce rasûlleri, durmadan, hak ve hakikati inkâr eden hasımlarıyla mücadele etmişlerdir.
Ey rasûlüm! İnsanları rabbinin yoluna güzel söz ve nasihatla dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphe yok ki, rabbin yolundan sapanı en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir. (Nahl/125)

Ashâb da, peygamberleri gibi, münkirlerle mücadele eder ve onları delillerle sustururdu. Ancak bu mücadele, olur olmaz zamanlarda değil, ihtiyaç görüldüğünde yapılırdı. Fakat ashâb zamanında mücadeleye çok az gerek duyulmuştur. Mücadele metodu ile, bid'atçıları hakikate dâvet etmek ilk önce Ali b. Ebî Tâlib (r.a) tarafından tatbik edilmiştir. Şöyle ki; Hz. Ali, amcazadesi İbn Abbas'ı Haricîlere göndermişti. İbn Abbas ile Haricîler arasında şöyle bir konuşma geçti:

İbn Abbas, Haricîlere 'İmamınıza niçin darıldınız?' diye sordu. Onlar da 'Harp ettiği halde esir almadığı ve mağlûpların mallarını ganimet yapmadığı için...' cevabını verdiler. Bunun üzerine İbn Abbas şunları söyledi: 'Mağlup dediklerinize esir muamelesi yapmak ve mallarını ganimet saymak kâfirlerle olan muharebelerde sözkonusudur. Sizlere soruyorum; Hz. Aişe (r.a) esir edilseydi de herhangi birinizin payına düşseydi, Kur'an'ın nassıyla anneniz olan Hz, Âişe'yi cariyeleriniz gibi helâl sayacak mıydınız?' Haricîler onun bu sözlerine 'Hayır!' karşılığını verdiler.

İşte İbn Abbas'ın tartışması... Bu muhavereden sonra Haricilerden ikibin kişi Hz. Ali'ye yeniden bi'at etmiştir.

Rivayet ediliyor ki, Hasan Basrî (r.a) bir kaderciyle mücadele etmiş ve onu bu fikrinden caydırmıştır. Ali b. Ebi Tâlib (r.a) de kadercilerden biriyle münazara ve mücadele etmişti.
Ashabdan Abdullah b. Mes'ud (r.a) Yezid b, Ümeyye ile iman konusunda münakaşa etmişti. Abdullah "Eğer 'Ben mü'minim' diyorsam, 'Ben cennetliğim' de diyebilirim" dedi. Bunun üzerine Yezid b. Ümeyye şunları söyledi: "Ey Rasûlullah'ın arkadaşı! Bu hükmün yanlıştır. Çünkü iman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölümden sonra dirilmeye ve mizana inanmadır. Yoksa namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek değildir. Bizim bazı günahlarımız vardır. Kendimizi ancak bunların affolunduğunu bilirsek cennet ehlinden sayarız. İşte bunun için de 'Biz mü'miniz' der, ama 'Biz cennetliğiz' demeyiz". Bunun üzerine İbn Mes'ud şöyle dedi: 'Ey Ümeyye! Doğru söyledin. Allah'a yemin ederim ki, ben hükmümde yanıldım'.

Sahabenin tartışma yaptığı bir vakıadır. Fakat sözün en uygunu 'Onlar mücadeleye çok az ehemmiyet verdiler. Uzun değil de kısa gittiler. Münazara ve Kelâm ilimlerini, ders vererek, kitap yazarak sanat edinmiş değillerdi. Ancak ihtiyaç ve zaruret ânında mücadeleden de geri kalmıyorlardı' demektir.

Bu bakımdan deniliyor ki, sahâbe-i kiramın Münazara ile az meşgul olmaları, zamanlarında bid'atların bulunmayışı sebebiyle buna ihtiyaç hissetmeyişlerindendir. Münazara ve münakaşaları kısa kesmeleri, münazaradaki gayenin hasmı susturmak ve itirafa mecbur etmek olmayıp aksine hakîkati olduğu gibi göstermeyi ve şüpheyi gidermeyi istihdaf etmesidir. O halde, ashâb-ı kiram ile mücadele edenler çeşitli zorluklar çıkaran inatçı kimseler olsalardı haliyle onlar da şiddetli mücadele ve münakaşalara gireceklerdi. Çünkü sahâbei kiram, münazaraya başladıktan sonra, bunun ne kadar devam edeceğine dair belli ölçülere sahip değildi. Münazara ilmini tedvine ve bu konuda kitap yazmaya teşebbüs etmemeleri ise âdetlerinin öyle oluşundan ileri gelir.

Nitekim fıkıh, tefsir ve hadîs ilimleri hakkında da herhangi bir telif ve tedrisleri mevcut değildir. Bu bakımdan, eğer fıkhı tasnif etmek ve ancak yüzde bir ihtimalle vâki olabilecek meseleleri yazmak ki bu tip meseleler ancak vâki olacağı zaman için veya bu nadir mevzularda okuyucuların zihinleri açılsın diye hazırlanır caizse, biz, ilerdeki şüpheleri ve bid'atçıların heyecanından doğacak ihtiyaçları gidermek veya okuyucunun zihnini geliştirmek; eline, ihtiyacı anında açık ve irticâlî bir şekilde hazırlıklı olması ve hasmının karşısında ezilmemesi için delil vermek üzere mücadele yollarını ve metodlarmı tertip etmiş bulunuyoruz. Bu tıpkı çıkmadan önce harp için silâh hazırlanmasına benzer.
İşte Münazara ve Kelâm ilminin caiz olmadığını veya farz olduğunu ileri süren iki grubun söyleyebilecekleri, bu yazdıklarımızdan ibaret olsa gerektir.

'Kelâm ve Cedel ilmi hakkında menfî ve müsbet düşünenlerin fikirlerini olduğu gibi bize aktardın. Fakat sen hangi görüşü tercih ediyorsun?' dersen, bilmiş ol ki, bu mevzudaki hakîkat şudur: Her hâlükârda Kelâm ilmini zemmetmek gibi mutlak şekilde övmek de doğru değildir. Bu konuda biraz tafsilâta ihtiyaç vardır.

Herşeyden evvel bilmelisin ki, bazı şeyler zâtıyla haramdır: İçki ve kesilmemiş et gibi. Bu sözün mânâsı şudur: Haramlığı icap etti-ren vasıf onun zâtındadır. İçkinin sarhoş etmesi ve kesilmemiş etin mundarlığı gibi. Biz, bu gibi şeyler hakkında sual sorulduğu zaman kesinlikle ve te'vil götürmez bir şekilde haram olduğunu söylüyoruz. Zaruret ânında, murdar etten, ölmeyecek kadar yenilmesinin; insanın boğazında kalan lokmayı, başka meşrubat bulunmadığı takdirde, içki ile yutmasının mübâh olduğuna bakmayarak, haramlık hükmünü kesinlikle veriyoruz.

Bazı şeyler de zâtından ötürü değil, haricî bir illetten dolayı haramdır. Müslüman kardeşinin, muhayyerlik sınırları içindeki pazarlığına karşı çıkmak, cuma ezanı okunduğu zaman alışveriş yapmak ve çamur yemek gibi... İşte bunlar, başkasına zarar verdiği için haramdır. Haramın bu çeşidi iki kısma ayrılır:
a) Çoğu ve azı zarar veren -ki buna haram ismi ıtlak olunur (öldürücü zehir gibi),
b) Çoğu zarar veren.
Çoğu zarar veren bu ikinci kısma mübâh ıtlak olunur: Bal gibi. Çok yemek, tansiyonu yüksek olan bir kimseye, sıcak memleketlerde zarar verir. Çamurun çoğunu yemek de bal gibidir. Çünkü o da aynen bal gibi, çok yenildiğinde vücuda zararlıdır. Çamura ve içkiye haram, bala da helâl demek, nisbetlere göredir. Bu bakımdan, eğer birşeyde nisbetler eşit görünürse, en uygun ve karışıklıktan en uzak hüküm onu tafsilen açıklamaktır. O halde, bu hakîkat bilindikten sonra
Kelâm ilmine dönerek şöyle deriz:
Kelâm ilminde hem menfaat, hem de zarar vardır. Bu ilim, menfaat verdiği zaman helâl olur. Bazan mendûb, hatta durumun iktizasına göre vâcib olur. Başkasına zarar verdiği anda da zararlı olmak itibarıyla haram. olur. Zararına gelince, şüpheye yol verir insanı bâtıl inançlara karşı tahrik eder ve kalpleri hak inançların kesinlik ve samimiyetinden uzaklaştırır. Bu Kelâm ilmine ilk defa dalan kimseler için hâsıl olan bir durumdur. Böyle bir insanın, bilâhare, delil ile, bu şüphelerden döneceği de şüphelidir. Bu durum şahıslara göre değişmektedir.

İşte Kelâm'ın hak inanç bahsindeki zararı budur. Ayrıca bid'atçıların inançlarını takviye ederek onları kalplerinde yerleştirir. Öyle ki, bid'atta ısrar eder, onu müdafaa istekleri harekete geçer. Fakat bu zarar, cedelden doğan taassup vasıtasıyla meydana gelir. Bu hikmete binaen, halk tabakasından bazı bid'atçıların bu inançlarını yumuşaklıkla, en kısa bir zamanda kazımak mümkün olmaktadır. Ancak mücadele ve taassup beşiği olan bir memlekette doğup büyümüşse o zaman iş değişir. Bu durumda geçmiş ve gelecek âlimlerin hepsi bir araya toplanarak onu bid'atından caydırmaya çalışsalar yine de muvaffak olamazlar ve bu kötü bid'atı onun göğsünden söküp atamazlar. Bilakis nefsin hevası, taassup ve mücadeleci hasma karşı duyulan nefret ve muhalif grubun buğzu kalbini öyle kaplamış ve onu hakkın idrâkından öylesine uzaklaştırmıştır ki, böyle bir insana "Acaba Allah'ım, kalbinden perdeyi kaldırmak suretiyle hakikatin, gözle görülecek derecede hasmın tarafında olduğunu sana göstermesine razı mısın?' denildiği zaman, hasmının sevinmesinden korkarak, bu hakikate razı olmayacaktır. İşte, memleketler ve milletler arasında yayılan önlenmesi imkansız hastalık budur. Bu, fesadın bir çeşididir ve tartışmacılar taassuba kapılarak bu fesâd tohumunu ekmişlerdir. İşte Kelâm'ın zararları bunlardır.

Kelâm'ın yararlarına gelince, zannedilir ki, Kelâm 'ın faydası hakikatleri keşfetmek ve olduğu gibi bildirmektir. Halbuki heyhât! Kelâm ilminde bu şerefli gayeyi hedefleyecek bir durum hiç de mevcut değildir. Aksine onda mevcut olan şey karıştırmaktır; keşfetmek ve bildirmekten daha çok dalâlete götürmektir. Kelâm, muhaddis veya hadîslerin zahirî hükümlerine tâbi olan kimselerden dinlenilirse böyledir. Fakat çok zaman kalbe İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır' hükmü gelebilir. Ama bu hükmü evvelâ Kelâm ilmini denemiş, hakikî tecrübelerden sonra ona düşman olmuş ve bu ilimde zirveye yükselmiş, hatta bu hududları da geçerek Kelâm ilmiyle ilgili çeşitli ilimlerde de derinleştikçe derinleşmiş ve hakikatlerin marifetine bu yönden, yani Kelâm yönünden ulaşmak için yolların kapalı oldugunu kesinlikle öğrenmiş kimselerden işitirsin. Yemin ederim ki, Kelâm ilmi, birtakım meselelerin izahını, tarifini ve keşfini yapmaktan hâli değildir.

Fakat onun bu durumu, Kelâm sanatına dalmadan da kendiliğinden bilinmesi kolay olan apaçık emirler hakkında geçerlidir. Kelâm'ın menfaati tektir ve bu da daha önce izah ettiğimiz gibi halk tabakası nezdinde akidenin bekçiliğini yapmak ve onu cedel çeşitleriyle, bid'atçıların teşvişinden korumaktır.

Çünkü halk tabakası zayıftır. Bid'atçının küçük bir mücadelesine velev ki o, haddizatında fâsık bir insandan gelmiş olsun gönül kaptırabilirler. Fakat fâsık ile muaraza etmek de fışkı bertaraf edebilir. İnsanlar daha önce izah ettiğimiz akide ile mükelleftirler. Çünkü şeriat onları, o inançlarla mükellef kılmıştır ve bunda din ve dünyalarının salâhı vardır. Selef-i Sâlihîn ve âlimler icmâ ve ittifakla, halk tabakasının inançlarını bid'atçıların telbis ve teşvişlerinden korumayı zaruri gördüler. Nasıl ki, devletin de avam tabakasının mallarını, zâlim ve gâsıpçıların tasallutundan korumakla mükellef olduğu gibi...

Kelâm'in zararlarını ve yararlarını böyle geniş bir şekilde bildirdikten sonra diyebiliriz ki, tartışmacı, mâhir doktor gibi, tehlikeyi keşfedip tedaviyi ona göre ayarlamalıdır. Zira mâhir doktor, ilaçları ancak faydalı olabileceği yaralara sürer. Bu da ihtiyaç ânında ve ihtiyaç nisbetindedir.

Bu hükmün açıklaması şöyledir: Halk tabakası çeşitli sanat-' larla meşguldür. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz hakîkî akideyi öğrenmek şartıyla onları inandıkları akidelerde sapasağlam bırakmak vacibdir. Zira Kelâm'ı bu gibilere öğretmek, katıksız zarardan başka birşey değildir.
Çünkü onların saf zihinleri çoğu zaman Kelâm ilminin ayrıntılarıyla karışır, şek ve şüphelere düşer. İnançları sarsılabilir. Delilleri anlayacak iktidarda olmadıkları için de ıslahları mümkün olmaz,
Bid'ata inanan halk tabakasına gelince, bunları hakka, taassupla değil, lütuf ve yumuşaklıkla davet etmek, ikna edici ve latif konuşmalar yapmak suretiyle kalplerine tesir etmek, onu Kur'ân ve sünnetin va'z ve korkutma ile karışık delilleriyle ikna etmek en uygun harekettir. Zira böyle bir hareket, kelâmcıların şartı üzerine vazedilmiş cedel ilminden daha yararlıdır. Çünkü halk tabakası Cedel ve Münazara ilmini dinledikleri zaman zihinlerinde şöyle bir inanç belirir: Bu, cedelin bir çeşididir. Kelâmcı bunu, halkı kendi inancına çekmek için öğrenmiştir. Her ne kadar cevap vermekten aciz kalmışsam da benim mezhep ve meşrebimde bulunan kimseler onu susturmaya muktedirdirler. Bu bakımdan, öyle birisiyle ve bid'ata inanan bir kimseyle de mücadele etmek haramdır. Zira şek ve şüpheye düşen bir kimsenin bu şüphesini, yumuşak konuşmalarla, va'z u nasihatlarla ve Kelâm'ın derinliğinden uzak, muhatabca makbul veya yakın görünen delillerle izale etmek vâcib dir.

Cedel yoluyla delilleri sayıp münazara etmek, sadece bir yerde yararlıdır. Şöyle ki: Meselâ halk tabakasından birisi, başkasından dinlediği bir cedel ile herhangi bir bid'ata saplanmış ve inanmıştır. İşte böyle bir kimseye karşı hakka dönsün diye kendisini bid'ata inandıran Cedel'in benzeriyle mukabele edilir. Bu da, mücadele ilmiyle ürısiyeti olan ve artık halk tabakasına yapılan va'z u nasihat ve korkutmalardan ibret almayacak dereceye gelmiş bir kimse hakkında icra edilir. Zira böyle bir kimseyi ancak cedel macunları şifaya kavuşturabilir. Bu bakımdan, bu gibilerle müna-zaraya girmek caizdir. Ancak böyleleriyle yapılacak münazara sınırlı olmalıdır.

Bid'atların az bulunduğu ve çeşitli mezheplere sahne olmayan memleketlerde ise sadece İslâmî inançların kendileri söylenebilir, onları ispatlayıcı deliller serdedilemez. Bunun için şüphenin vu-kuu beklenir. Eğer şüphe vâki olursa bunu izâle edecek kadar delil getirilmesine tevessül edilir. Eğer bid'at, memlekette yayılmışsa ve müslüman yavrularının kandırılmasından korkuluyorsa, o vakit, Risale-i Kudsiye adlı kitabımızda hududları gösterilen Kelâm miktarının öğretilmesinde beis yoktur. Böyle bir durumda, müslüman yavrulara o kadarcık Kelâm ilmi öğretilmelidir ki, bid'atçılarla mücadele ânında o mücadelelerden gelen menfî tesirleri defedebilsinler. İşte bu, Kelâm'ın muhtasar miktarıdır. Biz, mezkûr risalemizi, kısa olduğu için, bu kitabımıza dercetmiş bulunuyoruz. Bu risaleyi okuyan talebede; zekâ ve uyanıklık varsa ve zekâsıyla kendisine tevcih edilen sualin yerini biliyorsa veya nefsine herhangi bir şüphe gelmişse, o zaman mahzurlu olan illet başgöstermiştir ve hastalık belirli bir hale gelmiştir. Bu bakımdan el-İktisad fil-îtikâd adlı ve elli sayfadan ibaret bulunan kitabımızdaki Kelâm miktarını öğrenmeye teşebbüs etmesinde herhangi bir mahzur yoktur.

Bu kitabımızda, akaid kaideleri üzerinde düşünmenin hududları aşılmamış, kelâmcıların diğer bahislerine yer verilmemiştir. Eğer kitabımız talebeyi ikna ederse ne âlâ... İkna etmezse, o zaman hastalık müzmin bir hale gelmiş ve şiddeti yükselmiştir.

Bu hastalık bulaşıcıdır. Bu bakımdan kendisini tedavi eden doktor (hocası), imkân nisbetinde, yumuşak bir şekilde hastalığın giderilmesine çalışmalıdır ve bununla beraber hakkındaki ilâhî kaza ve kaderi de beklemelidir ki ya Allah Teâlâ'nın uyarmasıyla hakkı bulsun ya da şek ve şüpheye devam ederek kendisi için takdir edilen sona doğru sürüklenip gitsin.

el-İktisad fi'l-İtikad adlı eserimizde ve ona benzer kitaplarda Kelâm'ın, yarar verecek bir miktarda olması umulmaktadır. Bu kitabın ihtiva ettiği miktardan fazla olan Kelâm ise iki kısma ayrılır:
A) Akaid kaidelerinin gayrinden bahseden kısımdır. îtimâd ve idraklardan bahsetmek gibi. Görgü bahsine dalmak, onun men
veya amyî diye adlandırılan bir zıddı var mıdır, yok mudur; eğer zıddı varsa birdir, o da görünmeyenlerin tamamından menolmaktır veya görünmesi mümkün olan herşey için âdetleri miktarınca bir men'in sâbit olması ve daha bunlardan başka nice hurafeler, dalâlete götürücü tâbirler ve terimler...17
B) Dinî inançlara ait kaidelerin isbâtında kullanılan delilleri mecrasından çıkarıp daha fazla ve teferruatlı bir şekilde takrir ve mevzuun dışında birtakım sualler ve cevaplarla irâd etmektir. Bu, dinleyenleri daha fazla dalâlete sürükleyen, dinî akidelerle ikna olmayan bir kimseyi daha fazla cehalete sevketmek için sarfedilen bir gayrettir. Çünkü birçok konuşmalar vardır ki, uzatıldıkları takdirde daha fazla karışıklığa sebep olmaktadır.

Eğer birisi çıkar da; 'İdrâk ve itimadlara ait hükümlerden bahsetmekte, okuyucu ve dinleyicilerin zihinlerini geliştirmek gibi bir yarar bahis konusudur; zira kılıcın cihad âleti oluşu gibi, hatırlatmak ve düşünceye sevketmek de dinin âletidir. Bu bakımdan zihinleri böyle bahislerle geliştirmekte bir beis yoktur' şeklinde iddiada bulunursa cevaben deriz ki, bu iddia, tıpkı 'Satranç oynamak, zihnin ve fikrin ufuklarını genişletir. O halde satranç dindendir' demek gibidir. Halbuki satranç, hevâ ve hevesten başka birşey değildir. İnsan zekâsı, sair şerî ilimlerle de gelişebilir. Hem böyle bir gelişmenin zekâya herhangi bir zarar getirmesi de tasavvur olunamaz!
Bu kadarcık bir açıklama ile Kelâm ilminin mezmûm ve memduh (övülen ve yerilen) kısımları bilinmiş oldu. Yine Kelâm ilminin hangi durumda kötüleneceği ve hangi durumda övüleceği; bu ilimden kimin yarar veya zarar göreceği keyfiyeti de bu açıklamalarla öğrenilmiş bulunmaktadır.

'Bid'atçıyı reddetmek hususunda Kelâm ilmine ihtiyaç olduğunu söylemiştin. Zamanımızda da bid'atlar yayılmış ve umumî bir belâ hâlini almış olduğundan dolayı Kelâm ilmine ihtiyaç olduğu bir gerçektir; o halde bu ilmin bilinmesini farz-ı kifaye saymak icap eder. Tıpkı mal ve can emniyetini koruyan idarecilik, hükümdarlık ve benzerlerini bilmek gibi...

Diğer taraftan âlimler Kelâm ilmini neşretmek, okumak ve araştırmakla iştigal etmedikçe bu ilim devam etmeyecek ve ortadan kalkacaktır. Halbuki bu ilim olmadan insanların, mücerred tabiatlarında bid'atçıların şüphelerini hall ü fasletmek keyfiyeti mevcut değildir.

Bu bakımdan en uygun yol, Kelâm ilmini okutmanın ve araştırmanın da farz-ı kifayelerden sayılmasıdır. Ama ashâb-ı kiramın zamanı, bu hükmün dışındadır. Çünkü 'o devirde bu ilme şiddetli ihtiyaç yoktu' derseniz, bilin ki, Kelâm ilmi hususunda en hakikî hüküm şudur:
Her memlekette bu ilmi bilen, bid'atçıların şüphelerini defetmeye tek başına muktedir olan birisinin bulunması zarurî ve şarttır. Bu durumda ancak Kelâm ilmini tâlim etmekle mümkündür. Fakat Fıkıh ve Tefsir ilimleri gibi, bütün müslümanlara Kelâm öğretilmesi doğru değildir. Zira Kelâm ilmi deva, Fıkıh ise gıda gibidir. Gıdanın zararından korkulmaz. Amma daha önce de söylediğimiz gibi, zararın çeşitleri vardır.

Bu bakımdan bir âlim için en uygun hareket; bu ilmi ancak şu üç vasfa sahip olan bir kimseye öğretmektir:
1- Kelâm ilmini öğrenmek isteyen insan, kendisini ilmi çalışmalara adamış olmalıdır. Zira başka bir sanatla iştigal edenleri, bu meşguliyetleri, ilmin tamamını öğrenmekten ve beliren şüpheleri giderecek derecede yetişmekten men etmektedir.

2- Bu ilmi öğrenmek isteyende zekâ, sür'at-i intikal ve fesâhat bulunmalıdır. Çünkü zekâsı müsait olmayan bir kimse, öğrendiklerinden pek fazla yararlanamaz. Sür'at-ı intikale sahip olmayan kişi de, getirdiği deliller bakımından dinleyenlere faydalı olamaz. Bu bakımdan böyle bir insanın konuşmasında, menfaat-tan çok zarar vardır.

3- Kelâm ilmini öğrenenin tabiatında salâh, diyanet ve takva hasletleri bulunmalıdır. Şehvetleri kendisine galip gelmemelidir. Çünkü fâsık bir insan, en ufak bir şüphe ile dininden olur. Zira bu ufak şüphe, kendisiyle günah ve şehvetler arasındaki perdeleri yırtabilir. Böyle bir insan, şüphenin giderilmesine çalışmayıp onu teklifin (sorumlu olduğu şeylerin) ağırlığından kurtulmak için bir ganimet ve fırsat addeder. Elbette ki böyle bir insanın fesadı, ıslahından kat kat fazladır.

Bu ince taksimatları bildiğin zaman, sana gün gibi âşikâr olur ki, Kelâm ilminin medhedilen bu delilleri ancak Kur'an'ın ince, kalpleri tesir altına alıcı, nefisleri ikna edici kelimeleri cinsinden-dir; yoksa birçok insanın anlayamadığı inceliklere ve taksimlere dalmak değildir. Farzedelim ki, insanlar taksimata ve anlaşılamayan inceliklere vâkıftırlar. Böyle de olsa onların birer balon, sahibinin elinde zihinleri karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan birer konuşma sanatı olduğuna inanırlar. Fakat bu incelikleri bilen bir insan, bu sanatta, kendisi gibi mahir birisiyle karşılaştığı zaman mukavemet gösterir ve çok inatçı bir şekilde mücadeleye devam eder.

Daha önce, İmam Şafiî ve bütün selef âlimlerinin, işaret ettiğimiz zararlardan ötürü Kelâm ilmine dalmayı yasakladıklarını biliyorsunuz. Yine biliyorsunuz ki, İbn Abbas'ın Haricîlerle olan, Hz. Ali'nin ve başka selef âlimlerinin kader hakkındaki münazaraları herkesçe bilinmektedir. Bunların hepsi ihtiyaç anında yapılmıştır.

Böyle bir münazara ise her an güzeldir ve övülmeye lâyıktır.
Evet, zaman değişir. Bazan Kelâm ve Cedel ilmine ihtiyaç çok, bazan da az olur. Bu sebeple Kelâm ilmiyle ilgili hükmün değişmesi her an için mümkündür.
Halk tabakasının inanmakla mükellef bulunduğu, yolunda mücadele ettiği ve şüphelerden koruduğu hüküm işte bu zikredilendir. Şüphelerin izalesine, hakikatlerin keşfine, eşyanın olduğu gibi bilinmesine, bu kaidenin lâfızlarının zahirden anlaşılan sırlarının idrâkına gelince, onun anahtarı ancak ve ancak mücâhededir. Şehvetlerin yok edilmesi, tamamen Allah'a yönelik bir fikre dalınması, Allah'ın mahzâ rahmetidir. Bu rahmetin güzel kokularına talip olanlar, ondan ancak nasipleri kadar feyz alır. İsteyenler, o rahmeti kabul edecek yerin genişliği ve kalbin temizliği nisbetinde nasibdar olur. Bu rahmet derinliği idrâk edilemeyen ve sahiline varılamayan bir denizdir ...

Mesele
'Senin bu konuşman, bu ilimlerin zâhir ve bâtınlarının olduğuna işarettir. Bir kısmı gözle görülür derecede açıktır. Bir kısmı da gizlidir, ancak mücâhede, riyâzât ve fütursuz araştırma, saf fikir, matlubda başka dünyanın bütün meşgalelerinden hâli bulunan sır ile açılıp vuzuha kavuşur. Bu iddia ilk bakışta, şeriata muhalif gibi görünür. Zira şeriatın zahiri ve bâtını gizlisi ve açığı yoktur. Bilakis şeriatta zâhir, bâtın, gizli ve açık hepsi birdir' diyecek olursan, bilmiş ol ki, bu ilimlerin, gizli ve açık diye ikiye taksim edilmesi, hiçbir basîret sahibi tarafından inkâr edilemeyen bir hakikattir. Bu hakikati ancak, çocukluk devresinde birşeyler öğrenmiş ve bilâhare malûmatı donmuş; zirveye, âlim ve velilerin makamına erişmemiş acizler inkâr eder. Bu keyfiyet şer'î deliller,den açıkça anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz ki, Kur'an'ın hem zahiri ve hem de bâtını vardır. Kur'an'ın haddi ve matla'ı vardır.18

Hz. Ali (göğsüne işaret ederek) şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak burada çok ilim vardır. Keşke bu ilimleri taşıyıcı kimseleri bulsaydım

Hz. Peygamber başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır:
Biz peygamberler, Allah tarafından halk ile akıllarının alabileceği bir şekilde konuşmakla emrolunduk.19

Bir kimse, bir kavme, anlayamayacakları bir konuşma yaparsa, onun bu konuşması, onlar için fitne vesilesi olur.20

Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:
Biz bu misalleri, insanlar için açıklıyoruz. Bunları (bu misallerin güzelliklerini ve faydalarını) ancak âlimler anlar.
(Ankebût/43)

Hz. Peygamber diğer bir hadîsinde de şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz, ilmin bir kısmı vardır ki, hazinelere benzer. O'nu ancak Allah'ı bilen âlimler çözer. Çözüldükten sonra da onlara ancak Allah'tan gafil bulunan kimseler hücum ederler.21

Bu hadîs-i şerîfî Kitab'ul-îlim'de de zikretmiştik. Diğer bir hadîslerinde ise şöyle buyurmuştur:
Eğer benim bildiklerimi siz de bilseydiniz, mutlaka az güler ve çok ağlardınız.22

Fakat Hz. Peygamber; kendisinin bildiği fakat bizce bilinmeyen bir sırrı Allah tarafından 'İnsanların anlayışı bu sırrın idrâkından âcizdir, onun için bunu ifşa etme emri veya buna benzer birşey bulunmasaydı neden ifşâ etmesindi? Hz. Peygamber bunu ashâb-ı kirama (veya umum halka) niçin söylemesindi? Şek ve şüphe yoktur ki, eğer Hz. Peygamber bildiklerini söyleseydi, dinleyenler kendisini tereddütsüz tasdik edeceklerdi.

İbn Abbas (r.a) 'O Allah'tır ki, yedi gök ve arzdan da onların mislini (yine yedi kat) yaratmıştır. Allah'ın emir ve kazası bütün bunların arasında inip duruyor. Bilesiniz ki, Allah herşeye kadirdir ve ilmiyle herşeyi kuşatmıştır' (Talâk/12) ayeti münasebetiyle 'Eğer bu ayetin gerçek yorumunu söylesem, mutlaka beni taş yağmuruna tutardınız' (Başka bir rivayette ise ".. mutlaka bana 'kâfirsin' derdiniz") buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyuruyor: 'Hz. Peygamber'den iki yük dolusu ilim öğrendim. Birisini neşrettim ve söyledim; diğerini ifşa etseydim mutlaka kafam kesilirdi'.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ebubekir size üstün olmasını çok oruç veya çok namazla değil, göğsünde yerleşen bir sır ve hikmet sayesinde sağlamıştır.23

Allah Teâlâ Hz. Ebubekir'den razı olsun! Hiç kuşkusuz üstünlüğüne vesile olan göğsündeki sır, dinî kaidelerle ilgili ve onların dışına çıkmayan bir hakikattir. Halbuki dinî kaidelerden olan birşey, zahirî cephesiyle Hz. Ebubekir'den başka müslüman-larda da görünmektedir.

Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Âlimin ilmi üç kısımdır:
1- Zâhir ilmi; bu ilmi, zâhir ehline verir.
2- Bâtın ilmi; bunu da ancak bâtından anlayanlara izhar eder. 3- Kendisi ile Allah arasında bulunan ilim ki bu ilmi hiçbir kimseye izhar etmeye me'zun değildir'.

Ariflerin bazıları 'Rubûbiyetle ilgili sırrı ifşa etmek, küfrün tâ kendisidir' buyurmuştur.
Bazıları da şöyle dedi: 'Rubûbiyetle ilgili bir sır vardır. Eğer iz-har edilirse, nübüvvet iptal edilir. Nübüvvetin de bir sırrı vardır. Eğer o sır keşfedilirse, ilim iptal edilir. Allah'ı bilen âlimlerin de bir sırrı vardır. Eğer o âlimler bunu izhar ederlerse ahkâm-ı diniyye iptal olunur'.

Eğer bu sözü söyleyen zat, peygamberliğin, zayıf kimselere verilmeyeceği için iptal olunacağını kastetmemişse bu söz yanlış ve hilâf-ı hakikattir. Sahih ve doğru hüküm şöyledir: O gizli ve rubûbiyetle ilgili sır ile nübüvvet arasında hiçbir şekilde tenakuz mevcut değildir ki, izharı ile nübüvvet iptal edilsin. Kâmil insan, kalbindeki nurun marifet ve takva nuruyla çelişmediği ve sönmediği bir kimsedir. Takvanın zirvesi ise nübüvvettir.

Mesele
"Zikrettiğin bu rivayetlerin ve hadîslerin birtakım te'villeri vardır. Bu bakımdan zâhir ile bâtının ihtilafını beyan ediniz. Çünkü eğer bâtın, zahirle çelişiyorsa, o vakit bâtında şeriatın iptali sözkonusudur. Bu 'Hakîkat, şeriatın hilafıdır' diyen bir kimsenin iddiasıdır. Böyle bir iddia ise küfrün tâ kendisidir. Çünkü şeriatın zahirden, hakikatin ise bâtından ibaret olduğu iddia ediliyor. Eğer zâhir ile bâtın arasında tenakuz ve ihtilâf yoksa o vakit bâtın, zahirin tâ kendisi demektir. Bu bakımdan ilmin, zâhir ve bâtın olarak taksim edilmesi keyfiyeti de ortadan kalkmış olur. Bu keyfiyet ortadan kalkınca da şeriatın ifşa edilmeyecek herhangi bir sırrı kalmaz. O vakit hafî ile celî (zâhir ile bâtın) aynı şey olur" dersen, bilmiş ol ki, bu sual büyük bir felâketi tahrik etmekte, dolayısıyla insanı, Mükâşefe ilimlerini inkâr etmeye sürüklemektedir. Bu da Muamele ilminin maksûdunun dışına çıkmaktır. Halbuki kitabımızın hedefi muamele ilminin dışına çıkmamaktadır. Çünkü daha önce zikrettiğimiz inanç ve akideler, kalbin vazifelerindendir. Biz bu inançları, kalben tasdik ve kabulle mükellefiz; hakikatlere varacak derecede incelemekle mükellef değiliz. Böyle bir mükellefiyet halkın umumuna yüklenmemiştir. Eğer zikredilen inançlar, amel kısmına dahil olmasaydı, onları bu kitaba dersetmezdik. Eğer onlar, kalbin zahiriyle ilgili amellerden olmayıp sadece bâtını ile alâkadar olsalardı, biz onları kitabımızın birinci kısmında irâd etmezdik. Hakîkî keşfe gelince: O, kalp sırrının sıfatı ve bâtınıdır. Fakat hayali, zâhir ile bâtının mütenakız olduklarına dair bu sualde olduğu gibi tahrik etmeye dalındığı zaman bu meseleyi hall u fasl edecek veciz bir kelâma ihtiyaç vardır.

'Hakîkat, şeriata muhaliftir veya bâtın zahire mün'akizdir' diyen bir kimse imandan çok küfre yakındır. Mukarreblerin özelliği bulunan sırlar ki bunları mukarreblerin dışında çoğu kimseler idrâk edemez ve işlemeye de yeltenmez.

Mukarrebler de onları, ehli olmayanlara ifşa etmekten men'edilmişlerdir beş kısma ayrılır:
Bir
Şey'in, haddi zâtında ince bir mevzu olup idrâkından birçok anlayışların âciz kalmasıdır. İşte böyle bir 'şey'in idrâk edilmesi ancak havassın özelliğidir ve onlara düşen vazife de bu inceliği ehli olmayan kimselere ifşa etmemektir. Aksi takdirde onu idrâk etmekten âciz oldukları için fitneye sürüklenirler.

Ruhun sırrını gizlemek ve Hz. Peygamber'in (s.a) ruhun hakikatini beyandan çekinmesi bu kısma dâhildir. Çünkü ruhun hakîkati, idrâkin ötesindedir. Ehl-i idrâk'ın anlayışları hâriç, hiçbir idrâk onun hakikatini tasavvur edemez...

'Sakın ruhun sırrı Hz. Peygambere mâlûm olmamıştır' zanna kapılma. Çünkü ruhu bilmeyen nefsini bilmez. Nefsini bilmeyen de rabbini nasıl bilebilir? Ruhun sırrının bir kısım velî ve âlimlere de mâlûm olması keyfiyeti uzak bir ihtimal değildir.

Bu velî ve âlimler, her ne kadar peygamber değilseler de, şeriat nerede sükût etmiş ve neyi beyan etmemişse onu aynen takip ederler.

Allah'ın sıfatlarında o kadar gizli hikmetler vardır ki, cumhûr-u nâs'ın insanların çoğunun, zihinleri onları idrâktan âcizdir. Hz. Peygamber bu hikmetlerin ancak halk tabakasının zihnine yerleşebilecek zâhir kısımlarını zikretmiştir: İlim, kudret ve benzerleri gibi...

Bunlar da halkın ilim ve kudretiyle bir nevi münasebetleri ve aşinalıkları olduğu için zikredilmiştir. Çünkü halkın, ilim ve kudret denilen birtakım sıfatları vardır. İşte bu ilâhî sıfatları, hiç olmazsa bir nev'i mukayese ile vehmederler.

Eğer Allah Teâlâ, halkta bulunmayan ve onların sıfatlarıyla herhangi bir münasebeti olmayan vasıfları zikretmiş olsaydı şüphesiz ki halk, bunları idrâktan tamamen aciz ve uzak kalacaktı. Çünkü cima'ı bilmeyen bir çocuk veya cima'dan âciz olan (anin) kişi, bu lezzetten bahsedildiği zaman, ancak diğer met'urnatm (yiyecekler) lezzetine nisbet ederek birşeyler anlayabilir. Böyle bir anlayış elbette ki tahkikî ve kâfi bir anlayış değildir.

Allah'ın ilim ve kudretiyle mahlûkâtın ilim ve kudreti arasındaki mesafe ve fark, cima lezzetiyle yemek lezzeti arasındaki farktan çok fazladır.

Kısacası insan, ancak nefsini ve hâl-i hazırda nefsinde bulunan sıfatlarını idrâk edebilir veya daha evvelce nefsinde peyda olmuş sıfatları bilebilir. Sonra bunlara kıyas ederek başkasına ait bulunan bu tip sıfatları da anlar. Bilâhare bu sıfatlar arasında, şeref ve kemal yönünden ayrılık ve farklılık olduğunu da tasdik eder.

Bu bakımdan, beşer için Allah'a, ancak kendi nefsinde sabit olan fiil, ilim, kudret ve benzeri sıfatları isbat etmek imkânı vardır. Bunları isbat etmekle beraber, Allah'ın bu tip sıfatlarının daha kâmil ve daha şerefli olduğunu da tesbit eder. O vakit daha ziyade, Allah Teâlâya mahsus olan celâl sıfatlarına değil, nefsinde nüvesi sabit olan sıfatlara yönelir.

Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Sana, senin kendi zât-ı ulûhiyyetine yapmış olduğun gibi senâ edemem.24

Bunun mânâsı; 'Ben idrâk ettiğimi izahtan âcizim' demek değildir. Aksine zât-ı ulûhiyyetin hakikatini idrâktan gelen aczi itiraf etmektir. Bu sırra binâen bazı âlimler 'Allah'tan başkası, O'nun hakikatini bilemez, (veya Allah'ı hakkıyla kendisinden başkası bilemez) demişlerdir.

Hz, Ebubekir es-Sıddîk şöyle buyurmuştur: 'Hamd o Allah'a mahsustur ki, marifetinden âciz olunduğu gibi, halk için marifetine götürücü bir yolda açmamıştır'.
Biz, şimdilik bu tarz konuşmaları bir tarafa bırakarak hedefimiz olan o beş kısmın birincisine dönelim ve zihinlerin idrâkından âciz kaldığı şeyden bahsedelim.
Birinci kısma ruhla birlikte Allah'ın birtakım sıfatları da dâhildir.

Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ'nın nur'dan yetmiş perdesi vardır. Eğer onları aralasa O'nun yüzünün (cemâlinin) parıltıları, ulaştığı herşeyi yakacaktır.25

İki
Peygamberlerin ve sıddîkların ifşa etmekten menolundukları hususlar arasında bilinip anlatılması zor olmayan bir sır vardır. Fakat onun izah edilmesi peygamberlerin ve sıddîkların dışnda dinleyenlerin birçoğuna zarar verir. Ehl-i İlmin ifşa etmekten men'olundukları kaza ve kader sırrı da bu kısma dâhildir.

Bir kısım hakikatlerin zikredilmesinin bir kısım insanlara zarar verdiği inkâr edilemez bir gerçektir. Güneş ışığının yarasaların gözlerine, gül kokusunun da pislikleri seven böceklere zarar verdiği gibi... Böyle bir ihtimal nasıl uzak görülebilir? Şöyle ki, bizim 'Küfür, zina, günah ve kötülüklerin tamamı Allah'ın kaza, irade ve meşiyetiyledir' sözümüz haddi zâtında hak bir sözdür. Fakat bunu söylemek bir kavme zarar vermektedir. Çünkü bu sözü dinleyen o kavim 'Sefahata götüren, hikmetin zıddını yaptırtan, zulüm ve kabîha rıza gösteren Allah'tır' kanaatına varıyor. İbn
Râvendî26 ve Allah'ın rahmetinden mahrum olan bir taife bu sözden ötürü ilhada sapmışlardır.

İşte kaza ve kader sırrı da eğer ifşa edilirse birçok kimsede birtakım vehimlerin doğmasına yol açacaktır. Çünkü halkın zihinleri, kader sırrının ifşasından doğan vehimleri silıîıeye derman olacak ilaçları idrâka müsait değildir.

Şu söz doğru ise zikrettiğimiz ikinci kısma misâl olabilir: Kıyametin zamanı zikredilse, yani kıyâmet bin sene veya daha fazla veya daha az bir zaman sonra vâki olacaktır denilse anlaşılacaktır. Fakat kıyametin vakti, kulların maslahatı sebebiyle ve onları zarardan korumak dolayısıyla zikredilmemiştir.

Bu bakımdan kıyametin vakti tâyin edilseydi, o müddetin uzak olduğunu ümit ederek günaha sapma ihtimali olabilirdi. Çünkü nefisler ceza zamanını uzak görürlerse günah işlemekten çekinmezler. Allah'ın ilminde yakın olması muhtemel olan kıyametin yakınlığı zikredildiği zaman da korku büyür; halkın 'Nasılsa yakında kıyâmet kopacaktır' deyip çalışmaktan vazgeçmesine ve dünyanın harap olmasına vesile olur.

Üç
Şcy, eğer sarih bir şekilde zikredilirse hem anlaşılır, hem de hiçbir zarara vesile olamaz. Fakat buna rağmen dinleyicinin kalbinde daha iyi yerleşsin çiiye istiare, mecaz ve işaret yolu ile zikredilir. Çünkü dinleyicinin kalbinde yerleşince daha faydalı olur. Meselâ biri Talanı gördüm. İncileri domuzların boynuna takardı' dese, bu sözüyle de ilmi ve hikmeti, ehli olmayan kimselere ifşa etmeyi kasdetse, dinleyenin zihnine, herşeyden evvel, ibarenin zahiri mânâsı yerleşir. Müdekkik insan düşünür ve o insanda inci olmadığını ve bulunduğu yerde de domuz bulunmadığını öğrenince sırrın ve bâtının hakikatini derhal idrâk ederek meseleye vâkıf olur.
İnsanlar, bu mevzuda birçok gruba ayrılmaktadır. Kimisi seri' intikallidir, kimisinin ise idrâki kıttır.

İşte bu kısmı terennüm için şair şöyle demiştir:
İki kişi vardır: Birisi terzi, diğeri dokumacı...
A'zul adlı yıldızda yüzyüzedirler; (veya birinci semada karşı karşıyadırlar).

Birisi daimi şekilde gidenin elbisesini dokuyor; Öbürü ise gelenin elbisesini dikiyor.
Şair, gelme ve gitmeye tesir eden semavî sebebi, terzilik ve dokumacılık sanatıyla meşgul olan iki kişi olarak tâbir etmiştir. Bu çeşit konuşma, mânâyı madde ile tâbir etmek kabilindendir. Hem de aynı mânâyı veya benzerini tazammun eden madde ile tâbir edilmektedir.

Hz. Peygamberin şu sözü de bu kabildendir; zira içine atılan balgam ile mescidin buruşmayacağı açık birşeydir:
Mescid, içine atılan balgamdan ötürü ateş üzerinde buruşan deri gibi buruşup dürülür.27

Yani mescidin rûhen ve mânen büyüklüğü, tazime lâyıktır. Balgam, mescidi tahkir olduğu için onun mescidlik mânâsına zıt düşer. Tıpkı ateşin, derinin cüzlerinin birleşmesine zıt düştüğü gibi...

Hz. Peygamberin şu hadîsi de bu kabildendir:
Başını imamdan evvel (rükû ve secdeden) kaldıran bir kişi, başının Allah tarafından merkep başına dönüştürülmesinden korkmaz mı?28

Bu keyfiyet, suret bakımından hiçbir zaman tahakkuk etmemiştir ve etmeyecektirde. Fakat mânâ bakımından daima vardır. Çünkü namazda imama tâbi olmayı gözetmeyenin kafası, hakikati, oluşu ve şekli bakımından merkep kafası olamaz. Merkebin özelliği hamâkat (ahmaklık) ve belâhettir. Bu bakımdan imamdan evvel başını kaldıran bir kimsenin kafası, ahmaklık mânâsında, merkebin başına benzetilmiştir. Hz. Peygamberin gayesi de budur. Yoksa burada, mânânın kalıbı olan uzuv kastedilmemiştir. Hem imama uymak, hem de ondan evvel davranmak iki zıt hareket olduğu için ahmaklığın en üst perdesidir.

Bu gibi sözlerin zahir manalarında olmadıkları ya akli,veya şer'i delillerle bilinir.

Aklî delil, mânânın zahire hamledilmesinin mümkün olmadığıdır. Tıpkı Hz. Peygamberin şu mübârek sözünde olduğu gibi:
Mü'minin kalbi, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.29

Müslümanların kalbini açıp baktığımızda orada herhangi bir parmağa rastlamayız. Öyleyse parmağın zikri, burada sır ve gizli ruhu bulunan kudret-i ilâhiyye'den kinayedir. Kudret yerine parmak tâbirinin kullanılması, Allah Teâlâ'nın kudretinin tam olarak anlaşılması hususunda dinleyenin kalbinde daha fazla bir iz bırakır.

Şu ayet-i celîle kudret yerine, parmağın kullanılması kabilindendir:
Biz birşeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece 'Ol!' dememizdir; o da hemen oluverir. (Nahl/40)

Bu ayetin zahiri mânâsı gayr-ı mümkündür. Çünkü 'ol!' kelimesi eğer var olmayan birşeye hitap ise muhaldir, Zira mevcut olmayan birşeye nasıl hitap edilebilir? Olmayan birşey yok olduğu için ne hitabı anlar ve ne de emri yerine getirebilir.

Eğer o şeyin var olmasından sonraysa, o zaman da var olan birşeye 'Var ol!' denilmesi lüzumsuz olur. Fakat kudretinin sonsuzluğunu anlatmak cihetinde nefislerde daha fazla tesir yaptığı için Allah Teâlâ açık tâbiri bırakıp bu kinaye tâbiri kullanmıştır.

Şeriatla bilinen delile gelince, o delil de şudur: Söylenilen hükmün zahire ircâ ve hamledilmesi mümkündür. Fakat rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ burada zahirin hilafını irade buyurmuştur. Nitekim şu ayetin tefsirinde de bu hüküm varit olmuştur:

Allah gökten bir yağmur indirdi ve vadiler kendi miktarınca sel olup aktı. Sel de üzerine çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs eşyası veya âlet yapmak için ateşte erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. İşte Allah hak ile bâtılı böyle misâllendirir. Köpüğe gelince, o atılır gider. İnsanlara faydası olan ise yerde kalır. (Hak buna benzer). Allah işte böyle misaller verir. (Ra'd/17)

Âyet-i celîledeki 'su' mânâsına gelen ma tâbiri Kur'an'dan kinayedir. Vadilerden maksat da kalplerdir. Kalplerin bir kısmı çok, bir kısmı ise az şey yüklenmiştir. Bir kısmı da hiçbir şey yüklenmemiştir. Köpük ise küfür ve nifak misalidir. Zira köpük her ne kadar su yüzünde görünürse de, hakikatte bir balondan başka birşey olmadığı için sönüp gider. İnsanlara yararlı olan hidayete gelince, o istikrar bulur ve yerleşir.
Bir cemaat bu kısımda, oldukça derine dalmış; âhirette varit mizan, sırat ve benzerlerini te'vil etmişlerdir. Bu te'vil bid'attır. Çünkü böyle bir tevil rivayet yoluyla nakledilmiş değildir. Kaldı ki bu ayet-i celîleyi zahirî mânâya hamletmekte hiçbir mahzur yoktur. Bu bakımdan zahirinde bırakılması ve te'vil edilmemesi vacibdir.

Dört
İnsanoğlu önce mücmel (kısa ve öz bir şekilde) idrâk eder, daha sonra tedkik ve zevkiyle tafsile girişir. Böylece o şey, insanın ayrılmaz parçası haline gelir. İnsanoğlunun bu iki ilim ve anlayışı farklıdır. Birincisi kabuk ve posa gibi, ikincisi ise öz gibidir. Birincisi zâhir, ikincisi bâtın gibidir. Bunu bir misalle açıklayalım: Karanlıkta veya uzakta insanın gözüne bir karartı ilişir ve az bir malumat sahibi olur. Fakat o şahsı yakından veya karanlığın kalkmasından sonra gördüğü zaman iki görüşün arasındaki farkı idrâk eder. İkinci görüşü, birinci görüşüne zıt değil, aksine onun kemâle ermiş şeklidir. İlim, iman ve tasdik de böyledir. İnsanoğlu, karşılaşmadan da ölüm, hastalık ve aşkın varlığını tasdik eder. Fakat bu hakikatlere, karşılaştığı zaman, karşılaşmadan önceki inancından daha kâmil bir inançla inanır. İnsanoğlunun, şehvet, aşk ve diğer haller hususunda üç ayrı durum ve görüşü vardır.
1- Olmadan önce varlığına inanmak
2- Olduğu anda varlığına inanmak
3- Olup geçtikten sonra varlığına inanmak
Geçmişte karşılaştığın açlık hakkındaki bilgin, açlık çekmezden önceki bilgine muhaliftir.

İşte bunun gibi, din ilimlerinde de insanoğluna zevk veren bir kısım vardır. Bu kısım gittikçe tekâmül eder. Daha evvelki halinde, tahkiksiz elde edilen bâtın gibi olur. O halde hastanın sıhhat anlayışıyla sağlamın sıhhat anlayışı arasında fark vardır. Bu dört kısımda da, halkın anlayışı farklılık arzeder. Halbuki bütün bu kısımlarla, zahire zıt düşecek bir bâtın da mevcut değildir. Bilakis bu kısımlardaki bâtın, zahiri tamamlar ve onu özün kabuğu tamamlaması gibi kemâle erdirir. Hepsi bu kadar vesselâm...

Beş
Kal diliyle hâl dilini belirtmektir. Anlayışı kıt olan bir kişi, zahirde kalır ve zahiri, hakikî bir konuşma olarak kabul eder. Hakîkatleri basiretle çözen kişi ise, zahirdeki sırra vâkıf olur ve onu çözer. Bu tıpkı "Duvarın kendisine çakılan kazığa 'Neden bana güçlük verip beni yaralıyorsun?" diye sorması; kazığın da 'Bunu bana değil beni dövüp rahat bırakmayana ve arkamdaki taşa sor' demesi" gibidir... Kişi burada hâl dili yerine kal dili kullanmaktadır.
Kur'a'nı Kerîm'in şu ayeti de bu kabildendir: Sonra (Allah) buhar hâlinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. Onlar da 'Biz isteyerek geldik' dediler, (Fussilet/11)

Anlayışı kıt olan bir kimseye bu ayeti anlatabilmek için yer ile göğe hayat ve akıl takdir etmek; bunların Allah'ın hitabını anladıklarını ve o hitabın gök ile yerin duyabileceği ses ve harflerden mürekkep olduğunu ve onların da harfle, sesle cevap verdiklerini ve 'Biz isteyerek geldik' dediklerini söylemek gerekir. Basîret sahibi ise bilir ki, burada dil ile konuşmak irade edilmemiştir. Bu haber, göklerin ve yerlerin ister istemez Allah'ın emrine musahhar olduklarını ilân eder.

Nitekim 'Hiçbir şey yoktur ki Allah'ın hamdiyle O'nu tesbih etmesin. Fakat siz insan olarak onların teşbihini anlayamazsınız' (İsrâ/14) ayeti de bu kabildendir. Basiretsiz kimse, cansızlar için de hayat, akıl, sesli ve harfli konuşmayı tak-dir eder ki tesbih ettiklerinin tahakkuku için 'sübhanallah' diye-bilsinler. Basîret sahibi ise, bilir ki buradaki tesbihle, dille yapılan tesbih değil, aksine O'nun varlığını halk diliyle ilân etmeleri, zâtının kudsiyyetini mânen haykırmaları ve varlıklarıyla O'nun birliğine şehâdet etmeleri kasdolunmuştur.

Nitekim 'Herşeyde O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden bir alâmet vardır' denilmiştir.
Yine 'Bu muhkem sanat, ustasının güzel tedbirine ve kâmil ilmine şehâdet eder' denilmiştir. Bu ayet-i celîlenin mânâsı; gökler ve yer diliyle 'Biz şehâdet ederiz ki, sen varsın' demek değildir. Fakat bu varlıklar zat ve halleriyle mûcidlerinin varlığına şehâdet ederler, işte böylece, hiçbir şey yoktur ki, kendisini yoktan var eden, devam ettiren, sıfatlarında ve durumlarında evirip çeviren bir var ediciye muhtaç olmasın. Böylece var olan herşey, bir var ediciye muhtaç olmak hasebiyle, o kendisini var edenin kudsiyyetine şehâdet eder. Onun şehâdetini de, sadece eşyanın zahirine bakarak yapışıp kalanlar değil, ancak basîret sahipleri idrâk ederler. Bu sır ve hikmete binâen Allah Teâlâ Takat siz onların teşbihlerini idrâk edemezsiniz' (İsra/44) buyurmuştur.
Kasır ve âcizlere gelince, onlar hiçbir zaman eşyanın, var edicisi hakkındaki tesbih ve takdisini anlayamazlar. Mukarreb ve ilimde râsih olan (derinleşen) âlimlere gelince; Allah Teâlâ'nın künhünü ve mutlak kemâlini idrâktan onlar da âcizdirler. Zira herşeyde, Allah'ın takdis ve teşbihine delâlet eden çeşitli şahitlikler vardır ve her insan, bu şahitliklere ancak akıl ve basireti nisbetinde vâkıf olabilir. Bu şahitlikleri, teker teker saymak muamele ilmine uygun düşmez. Çünkü böyle bir inceleme ancak mükâşefe ilmine dâhildir. Mükâşefe ilmi gibi, muamele ilminde de zahirîlerle basîret sahiplerinin dereceleri ayrı ayrıdır. Bu beşinci kısımla, zâhir ile bâtının ayırımı yapılır.

Bu makamda, derece sahiplerinden bazıları haddi tecavüz ederek ifrata varmıştır, bazıları da mutedil hareket etmiştir. Zahiri kaldırmak hususunda bazıları o derece ifrata kaçmıştır ki, bütün zahirleri ve delilleri veya çoğunu bozup şu ayetlerde olduğu gibî te'vile girişmişlerdir.
Bugün onların ağızlarını mühürleriz de elleri ne yapıyor idiyseler bize söyler ve ayaklarıda şahitlik eder.
(Yâsin/65)

O kâfirler, derilerine 'Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?' derler. Onlar da 'Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa o yarattı. (Öldükten sonra da) yine O'na götürülürsünüz' (karşılığını verirler). (Fussilet/21).

Bu ayetleri, Nekir ve Münker'den varit olan konuşmaları, mizanı, sıratı, hesabı, cennet ve cehennem ehlinin münazaralarını tamamen te'vil etmişlerdir. Bazıları da te'vil kapısını tamamen kapatmak suretiyle ifrata kaçmışlardır. Ahmed b. Hanbel (r.a) bunlardandır. Hatta İmam Ahmed "Allah Teâlâ birşeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece "Ol" iler, o da oluverir" (Yâsin/82) ayetinin son cümlesi olan 'Kün feyekûn' ibaresinin te'vilini bile menetmiş ve şöyle demiştir: 'Bu lafız Allah'ın harf ve ses ile olan hitâb-ı ilâhîsidir. Bu hitap Allah Teâlâ dan her lahzada olanların adedince sudûr eder'.
Hatta İmam Ahmed'in bazı arkadaşlarından dinledim, şöyle diyorlardı: Te'vil kapısı, şu üç hadîsin lafızlarını te'vil etmek hariç kapanmıştır:

Hacer-ül-Esved (siyah taş), Allah'ın yeryüzünde sağ elidir.30

Mü'minin kalbi Rahman olan Allah'ın parmaklarından ikisinin arasındadır.31

Ben Rahman'ın nefesini Yemen tarafından hissediyorum.32

Zahirîler de, te'vil kapısının kapanmasına taraftardır. İmam Ahmed'in yüce makamı ve yüksek ilminin bize telkin ettiği hüsn-ü zan, onun hakkında şunu bilmektir: Kendileri ayet-i celîledeki istivâ'nın kürsü üzerinde oturup istikrar etmek gibi olmadığını, Allah'ın gecenin sonunda, birinci semaya inişinin, bayağı bir insanın bir yerden başka bir yere intikal etmesi gibi olmadığını elbette biliyordu. Fakat te'vil kapısını kötülüklerin yüzüne kapatmak için, te'vili men'etmiştir ve bu men'edişinde müslüman halkın salâhını gözetmiştir. Çünkü te'vil kapısı açıldı mı, yırtık büyür, yarak imkânı kalmaz. İşler kontroldan çıkar ve normal hududu tecavüz eder. Hududu tecavüz eden birşeyin zapt u rapt altına alınması ise imkânsızdır. Bu bakımdan, te'vil kapısını böyle iyi bir niyetle kapatmakta herhangi bir beis yoktur. İmam Ahmed hazretlerini, selef-i sâlihînin gidişatı da destekler.

Zira selef aynen şöyle söylü-yordu: 'Allah'ın Kitabı'nda ve Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesinde geçen lâfızları olduğu gibi geçiştirin'.

İmam Mâlik'e istivâ'nın mânâsı sorulduğu zaman şöyle buyurdular: İstivâ malûmdur; keyfiyeti ise meçhuldür. İstivâ'ya inanmak vacip, keyfiyetini sormaksa bid'attır'.
Bâzı âlimler de, mûtedil hareket etmeye taraftar olmuşlardır.

Allah'ın sıfatlarıyla ilgili ve te'vile muhtaç ayet ve hadîsleri zahirî mânâsı üzerine olduğu gibi terkedip te'vilini men'etmişlerdi. Bunlar Eş'arî mektebine mensup âlimlerdir.
"Mutezile, te'vil bakımından, Eş'arîlerden daha ileri giderek Allah'ın sıfatlarından olan Basîr kelimesini te'vil etmişlerdir. Allah'ın Semî ve Basîr olmasını te'vil ettikleri gibi, mi'racı da te'vil ederek bedenen olmadığını iddia etmişlerdir. Kabir azabını, mizan, sırat ve âhiret ahkâmının bir kısmını da te'vil etmişlerdir. Bununla birlikte Mutezile insanların cesetleriyle haşrolunacaklarını; cenneti ve buradaki yiyecek, güzel koku, evlilik gibi nimetleri; ateşi ve onun derileri yakıp yağları eriteceğini te'vil etmeksizin olduğu gibi kabul etmişlerdir.

Felsefeciler, Mu'tezile'nin bu derece ve hududunu da geçerek, âhiret hakkında vârid olan herşeyi te'vil ve âhiretteki azap ve elemlerin tamamının aklî ve ruhî olduğunu iddia etmişlerdir. Orada lezzetin de aklî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Cesetlerin haşrini inkâr, nefislerin hâdis değil, bâkî olduğunu iddia etmişlerdir. Görülecek cennet nimetlerinin ya da cehennem azaplarının görülür tarafı bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. İşte bunlar, te'vil hususunda aşırı gidenlerin tâ kendileridir...

Bu başıboşluk ile Hanbelîlerin katılığı arasındaki ifrat ve tefrite kaçmayan normal hareket gayet ince ve derindir. Buna, dinleyenler değil, ancak emirleri Allah'ın nuruyla idrâk edip onlara Allah tarafından muvaffak olanlar erişebilirler.

Allah'ın tevfîkine mazhar olan bu grup, söylenen sözlere ve vârid olan kelimelere emirlerin sır ve incelikleri kendilerine olduğu gibi keşfolunduğu zaman bakarlar. Bu söz ve kelimelerden, yakîn nuruyla buldukları hakikate mutabık olanları olduğu gibi kabul, muhalif düşenleri ise te'vil ederler. Bu emirleri sadece kulaktan dolma anlamaya çalışanlara gelince, onların istikrarlı bir adımları olmadığı gibi bu emirlere karşı muayyen bir yerleri ve mertebeleri de yoktur. Sadece dinlemekle iktifa eden bir kimseye İmam Ahmed b. Hanbel'in makamı en güzel ve uygun bir makamdır.

Şu halde normal hududunun üzerindeki perdeleri kaldırmak, Mükâşefe ilmine dâhildir. Bu konuda söz uzadığı için, biz burada o ilme dalamayacağız. Çünkü bizim gayemiz bâtının zahire mutabık ve muvafık olduğunu ve aralarında herhangi bir muhalefetin bulunmadığını beyan etmektir.

Bu bakımdan şu zikrettiğimiz beş kısımda birçok şeylerin hakikati keşfolundu. Halk tabakasını, daha önce yazdığımız inancın izahında bırakmak istediğimiz, onların birinci derecede inançlarla mükellef olup, başka herhangi birşeyle
mükellef olmadıklarını, ancak şayi olan bid'atların teşvişlerinden korkulursa ikinci dereceye terakki edebileceklerini ve orada derinliğe dalmadan, kısaca, pırıl pırıl parlayan delillerle takviye edilmiş bir inanca yükselmelerini kabul ettiğimiz zaman, bu kitapta o delilleri zikredelim; misafir olarak Kudüs şehrinde bu-lunduğumuz bir dönemde, oradaki ahaliye yazıp da er-Risalet'ül-Kudsiyye f1 Kav âid'il-Akaid adlı eserimizde vârid olan miktar ile iktifa edelim. Bu eser, gelecek bölümde dercedilmiş bulunmaktadır.

13) Künyerci Yakub b. İbrahim'dir. İmam-i A'zam'in ileri gelen talebelerindendir
14) Müslim, (İbn Müsud)
15) Müslim (Selmân-ı Fârisî'den)
16) Bkz. İlim bölümü; İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den); Tirmizî, (Enes'ten)
17) îtimâd şu demektir: Ağır bir cismin yere.düşüşü, hareketten değil, dengeyi kaybetmesi sebebiyledir. Bir cevherin daha üstün bir cevhere dönüşmesine kevn (oluş), daha âdi bir cevhere dönüşmesine de fesâd (bozulma) denir, Ehl-i Sünnet' göre insanoğlunun bütün idrâki Allah'ın fiilidir. İnsanın bir dahli yoktur. İnsanın fiili olmadığı gibi, kesbi de değildir.
18) İbn Hibban, Sahih, (İbn Mes'ud'dan)
19) Bu hadîs daha önce geçmişti.
20) İlim bölümünde geçmişti.
21) İlim bölümünde geçmişti.
22) Buhârî ve Müslim, (Hz. Âişe ve Enes'ten)
23) İlim bölümünde geçmişti.
24) Müslim, (Hz. Aişe'den). Âişevalidemiz Hz. Peygamberin bu hadîsi secde halinde söylediğini belirtmiştir.
25) Bu hadîs, müellif tarafından Mişkât'ül-Envar adlı eserinde de zikre-dilmiştir.
26) Meşhur bir mülhiddir. Mutezile inancı hakkında küfür ve ilhâd dolu bir kitabı vardır. İsfahan'ın Ravâııd köyünde doğmuştur ve aslında Gulât-ı Şia'dandır. (Zebîdî)
27) Irâkî, bu hadîsin merfû hadîsler içinde yeri olmadığını söylemiştir. Krş.
İbn Ebi Şeybe, (Ebû Hüreyre'den); Abdürrezzak, (Ebû Hüreyre'den mevkuf
olarak)
28) Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce
29) Müslim, (Abdullah.b. Amr'dan)
30) Hâkim, (Abdullah b. Amr'daıı; sahih olduğunu söyleyerek)
31) Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)
32) İmam Ahmed, (Ebû Hüreyre'den)

İman, İslâm ve Bu İki Terim Arasındaki Birleşme ve Ayrılma, İman ile İlgili Artma ve Eksilme

Bu bölümde üç mesele vardır:
I. Mesele
Alimler İslâm, imanın aynısı mıdır, gayrisi mıdır? Gayrisi ise imandan ayrılıp tek başına var olabilir mi? Yoksa imana bağlı ve ondan ayrılmaz mı? hususlarında ihtilâfa düşmüşlerdir.
Kimisi, iman ile İslâm'ın birşey olduğunu ve aynı anlama geldiğini söylemiştir. Başka bir kavle göre de iman ve İslâm, birleşmeyen, ayrı ayrı iki şeydir. Her birisi müstakildir ve kendi başına var olabilir. Diğer bir kavle göre ise iman ve İslâm ayrı şeylerdir, fakat her ikisi de birbirine bağlıdır.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Kut'ul-Kulûb adlı eserinde bu konudaki uzun ve ihtilaflı beyanları nakletmektedir. Biz ise, süratle, dedikodulara bakmaksızın hakkı beyan etmeye başlayalım.
Bu konuda üç bahis vardır:
a Lugavî anlamları
b. Şer'î anlamları
c. Dünya ve âhiretteki hükümleri

Birincisi lugatla, ikincisi tefsirle, üçüncüsü de fıkıh ve şeriatla ilgilidir.
a. iman ve islâm kelimelerinin lûgat yönünden izahı hakkındadır.
İmanın, tasdikten ibaret olduğu bir gerçektir.

Şimdi ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın!
(Yusuf/17)

Buradaki mü'min kelimesi 'tasdik edici' mânâsına gelmektedir, îslâm kelimesi ise inat ve temerrüdü terkedip iz'an ve inkıyatla teslim olmak demektir. Tasdik'in özel mekânı kalptir. Dil, kalpteki tasdikin tercümanıdır. Teslim ise, ister kalpte, isterse de lisan ve azalarda olsun, umumî bir mânâ arzeder. Binaenaleyh, ne zaman kalp ile tasdik varsa, teslim de vardır; bu durumda inat ve temerrüt terkedilmiş demektir. Dil ile itiraf da, kalp ile tasdik etmek gibi, teslim olmak, inat ve temerrüdü terketmek mânâsına gelmektedir. Azalarla inkıyat ve itâat da aynı mânâyı ihtiva eder. Binaenaleyh, lûgat yönünden İslâm kelimesi âmdır; yani umumî mânâyı ifade eder. İmansa hastır; hususî bir mânâ için kullanılır. O halde iman İslâm'ın en şerefli cüz'ü demektir. Oysa imanın mânâsı olan 'kalp tasdiki3 mevcutsa, İslâm'ın mânâsı olan 'teslimiyet' de mevcut demektir. Fakat bunun zıddı düşünülemez. (Yani, "Nerede 'teslimiyet' varsa orada tasdik'i de vardır" denilemez),

B- İman ve İslâm kelimelerinin şer'î yönden tahlili hakkındadır.
Şeriat dilinde, İman ve İslâm'ın, iki eşanlamlı kelime olarak aynı mânâda kullanıldıkları bir gerçektir. Bu iki kelime bazen ayrı mânâları ifade etmek için de istimâl edilmiştir. Bazen da tedâhül, (aynı mefhumun anlaşılması) için ortaklaşa kullanılmışlardır.

'İman ve İslâm' kelimelerinin müteradif (eş anlamlı) olarak kullanıldıkları yerlerden biri şu ayettir:
Nihayet Lüt'un memleketinde bulunan müzminleri (oradan) çıkardık (ki kalan kâfirleri helâk edelim.) Fakat orada bir evden başka müslüman bulamadık. (Zâriyât/35-36)

Bütün müfessirler, Lût'un memleketinde, bir evden (ki o da Lût ve kızlarının eviydi) başka ev bulunmadığında müttefiktir. (Âyet-i celîlede 'mü'min' ile 'müslim' tâbirleri aynı mânâyı ifade etmek-tedir).

Başka bir ayet:
Musa, kavmine şöyle dedi: 'Ey kavmim! Siz gerçekten Allah'a iman etmişseniz ve O'nun birliğine ihlâs ile teslim olmuş müslümanlarsanız yalnızca O'na dayanıp güvenin'.40
(Yûnus/84)

Hz. Peygamber ise şöyle buyurmuştur:
İslâm (dini) beş temel üzerine bina edilmiştir: a) Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, b) Namaz kılmak, c) Zekât vermek, d) Hacca gitmek, e) Ramazan orucunu tutmak.41

Bir ara Hz. Peygambere imanın mahiyeti sorulmuş; o da imanın yukarıda sayılan beş unsurdan ibaret olduğu cevabını vermişlerdi. (Böylece İman ve İslâm kelimelerinin aynı mânâyı ifade ettiğini beyan buyurmuşlardır.)

İman ve İslâm kelimelerinin ayrı anlamlar ihtiva ettiği hususuna gelince, bunun misâli şu ayettir:
(Ganimet hevesiyle, görünüşte İslâm'ı kabul eden bazı) bedevîler 'Biz gerçekten iman ettik' dediler. De ki: "Siz kalplerinizle iman etmediniz. Ancak, 'Biz, (kılıç korkusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) müslüman olduk' deyin! İman henüz kalplerinize girmemiştir." (Hucurât/14)

u ayetteki "Biz müslüman olduk, deyiniz!" cümlesinin mânâsı 'Zahirde teslim olduk' demektir. Binaenaleyh ayette 'iman' kelimesinden sadece 'tasdik' murâd edilmiştir. 'İslâm'dan ise 'Dil ve azalarla zahirde teslim olmak' mânâsı murâd edilmiştir. Cibril hadîsi olarak bilinen hadîste, Cebrâil iman'ı sorduğu zaman, Hz, Peygamber şöyle cevap vermiştir:
İman Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, son güne, ölümden sonraki dirilmeye, hesaba ve kaderin hayrına ve şerrine inanıp bunları tasdik etmen demektir.

İslâm, Allah'ın birliğine ve varlığına ve O'ndan başka hak mabud olmadığına ve Muhammed'in de O'nun rasûlü olduğuna şahitlik etmen, namaz kılman, zekât vermen, hacca gitmen ve oruç tutmandır.

Hz. Peygamber bu cevaplarıyla İslâm'ın zahirde, söz ve amelle teslim olmaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.

Sa'd'dan42 gelen bir hadîs de şöyledir:
Hz. Peygamber adamın birine birşeyler verdi; fakat orada bulunan başka birisine hiçbir şey vermedi. Bunun üzerine Sa'd (r.a) 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'min olmasına rağmen filân adama birşey vermedin?' dedi. Hz. Peygamber de 'yoksa müslim midir?' buyurdu.
Sa'd, aynı suali bir kere daha tekrar etti ve Rasûlullah da yine yukardaki cevabı verdi.43

(Bu muhavereden anlaşılıyor ki, mü'min kelimesinin ifade ettiği mânâ ile 'müslim' kelimesinin mânâsı ayrı ayrıdır.)
Tedahüle gelince, bu konuda da şöyle bir hadîs vardır:
Hz. Peygamber 'Amellerin hangisi daha üstündür?' soru-suna 'İslâm'; 'İslâm'ın hangisi efdaldir?' sorusuna da 'İman' cevabını verdiler.44

İşte bu hadîs-i şerif, İslâm ve İman kelimelerinin ayrı ayrı mânâlara geldiğine ve birinin diğerine girişik, yani mütedâhil olduğuna delildir. Lugatta kullanılan en muvafık vecih budur. Çünkü iman, amellerden birisi ve hatta en üstünüdür.

Teslimiyet mânâsına gelen İslâm' ise ya kalple veya dille veyahut da azalarla gerçekleşir. Bunların en üstünü kalple olan teslimiyetle, 'iman' diye adlandırılan tasdikten ibarettir.

İman ve İslâm kelimelerinin ayrı ayrı mânâlarda veya teradüf cihetiyle kullanılması, yerinde birer hakikattirler. Herhangi bir mecaz mevzuubahis değildir. (Yâni Arap lügati geniş imkânlara sahip olduğu için, bu terimler bütün bu mânâları ifade etmektedir ve hepsi de bu mânâlarda kullanılmıştır.)
Farklı mânâlarda kullanılmalarına gelince, 'iman', sadece kalp ile yapılan tasdikten ibarettir ve imanın bu mânâda kullanılması lûgata da uygundur. İslâm' ise, sadece zahirî teslimiyet manasınadır. Bu da lûgata muvafıktır; çünkü teslim edilmesi gereken şeylerin bir kısmının yerine getirilmesine 'teslim' ismi verilir. Bu şekilde isimlendirmek için umumî mânânın, yani teslim olunması gereken şeylerin tamamının bulunmasına lüzum yoktur. Çünkü bir başkasına bedeninin tümüyle değil yalnızca bir cüzüyle temas eden bir kimseye 'temas edici' denilmektedir. Binaenaleyh 'İslâm' kelimesinin bâtınî teslimiyet olmaksızın yalnızca zahirî teslimiyete ıtlak olunması, dile ve lûgata uygundur.
Göçebeler, 'iman ettik' dediler. De ki: "İman etmediniz; fakat 'Müslüman olduk' deyiniz!" (Hucurât/14)

Hz. Peygambcr'in, Sa'd'ın rivayet ettiği hadîsindeki 'Yoksa müslim midir?' sözleri, bu mânâya hamledilmiştir. Görülüyor ki Hz. Peygamber, 'iman'ı 'İslâm'dan üstün tutmuş; ayrı ayrı mânâ lara gelmeleriyle, mü'minin derece ve makam bakımından müslimden üstünlüğünü ifade buyurmuştur.

Tedahüle gelince, iman hususunda, bu keyfiyet de lugata mutabık ve uygundur. Bu defa İslâm' terimi kalp, söz ve amelin tümüyle teslim olmaktan ibaret bir mânâ genişliği kazanır. İman teriminin mânâsı ise, İslâm'ın umumî tarifinde bulunan kalbin tasdikinden ibaret olur. İşte tedahülden bunu kastediyoruz. Bu, İmann hususî ve İslâm'ın da umumî oluşu bakımından lugata uygundur. İşte Rasûlullah'ın, İslâm'ın hangisi efdaldir?' soru-suna, îmandır' şeklindeki cevabı...

Çünkü Rasûlullah İmanı, İslâm'ın umumî mânâsından özel bir parça olarak kabul etmiş ve böylece İmanı, İslâm'ın umumî mânâsına dâhil etmiştir.

Eşanlamlı kullanımına gelince, İslâm tâbiri, hem kalbî ve hem de zahirî teslimiyet demektir. Çünkü her ikisi de netice itibariyle teslimiyettir. İman da böyledir. Kalbin tasdiki olan 'iman'ı, hususî mânâsında tasarruf yaparak umumîleştirmek ve zahirî teslimi-yeti imanın mânâsına idhâl etmek caizdir.

Çünkü söz ve amelle, zahirde teslim olmak, iç âlemdeki tasdikin meyvesi ve neticesidir. Bazı ibarelerde ağaç kelimesi geçer. Fakat bu tâbirden, müsamaha yoluyla, 'ağaçla birlikte 'meyvesi' de kastedilmektedir. İşte bu kadarcık umumîleştirmek ile 'iman' tâbiri 'İslâm'ın müteradifi olmakta ve birbirine mutabık ve uygun düşmektedir. Böylelikle 'iman', 'İslâm' dan ne bir santim eksik ne de bir santim fazladır. Allah Teâlâ'nın 'Fakat bir evden başka, orada müslüman da bul-madık' ayeti 'İman' ve 'İslâm'ın eşanlamlı kelimeler olduğunu göstermektedir.

c. İman ve İslâm'ın şer'î hükümleri hakkındadır. İman ve İslâm'ın dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki hükmü vardır. Uhrevî hükümleri şunlardır:

Mü'min ve müslümanların ateşten çıkarılması ve orada ebedî bırakılmaması... Çünkü Hz. Peygamber 'Kalbinde zerre kadar iman bulunan bir kişi cehennemden çıkar'45 buyurmuştur. Bu hükmün hangi mânâya geldiği hususunda ulema ihtilâf etmiş ve bu hükme vesile olan 'iman'ın ne olduğu hakkında şunları söylemişlerdir:
1- îman, kalbin mücerret tasdikidir.
2- Kalbin tasdiki ve dilin ikrarıdır.
3- Kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve zahirî azaların amelidir.
Biz bu girift meselenin üzerindeki perdeyi kaldırarak deriz ki; imanın yukarıda zikredilen üç tarifine uygun olarak hareket eden bir müslümanın yeri, şeksiz şüphesiz cennettir, İşte birinci derece budur.

İkinci derece ise bu üç tariften ikisinin tamamını ve üçüncüsünün de bir kısmını ihtiva eder. Mü'min, diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik eder, bir kısım amelleri de yapar. Fakat bununla beraber, büyük bir günahı veya büyük günahlardan bir kısmını işler. İşte böyle bir kimse hakkında Mutezile şöyle der:

Kişi, amellerin bir kısmını terkettiğinden dolayı 'iman'dan çıkar ve aynı zamanda küfre de girmez. Zira diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmiştir. Böyle bir insan 'fâsık'tır. Bu kişi 'iman' ile 'küfür' arasında bir mertebededir ve cehennemde ebedî kalacaktır.
İleride de zikredeceğimiz gibi, Mu'tezile'nin bu inancı bâtıldır.

Üçüncü dereceye gelince, kalp ile tasdik, dil ile ikrar bulunduğu halde, azalara ait amellerin mevcut olmamasıdır. Böyle bir kimsenin (veya imanın) hükmünde âlimler ihtilâfa düşmüştür.

Ebû Tâlib el-Mekkî, 'Azalarla amel etmek imandandır ve iman ancak amel ile tamamlanır' demiş ve bu hükümde ulemânın icmâl olduğunu iddia etmiştir. Bunu söylerken de görüşün aksini isbat eden birçok delilleri de zikretmiştir. Şöyle ki:
İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetleri vardır. Kehf/107)

Bu ayet, amelin imandan sonra geldiğini ve imanın aynı olmadığını bildirir. Eğer ayet bu mânâda olmasaydı 'iman edip' dedikten sonra 'sâlih amel işleyenler' tâbirini kullanmak fazla olurdu.

Daha garibi, Ebû Tâlib el-Mekkî, bu meselede icmâ bulunduğunu iddia etmekle beraber Hz. Peygamberin 'Kişi ikrar ettiği hakikati inkâr etmedikçe küfre girmez'46 hadîsini de nakleder. Diğer taraftan Mu'tezile'nin, 'Mü'min büyük günahları işlediği için cehennemde ebedî kalır' şeklindeki hükmünü de inkâr etmektedir. Halbuki 'Amel-i sâlih imandandır' diyen bir kişi, kılı kılına Mutezile mezhebini kabul etmiş olur. Çünkü ameli imandan sayan kişinin 'Kalbi ile tasdik, diliyle ikrar eden ve bunları yaptıktan sonra da derhal ölen bir kimse cennette midir?' sorusuna elbette ki 'Evet' demesi icap eder. Bunu söylediğinde de amelsiz bir imanın varlığına hükmetmiş olur.

Biz daha da ileri giderek kendisinden şunu soruyoruz: 'Kalbiyle tasdik ve diliyle ikrarda bulunan kişi. hemen ölmeyip de bir namaz vakti girinceye kadar yaşasa ve o namazı terkettikten veya zina ettikten sonra ölse acaba cehennemde ebedî kalır mı?'

Eğer 'Evet' derse Mu'tezile'nin iddiasını tasdik etmiş olur. 'Hayır' dediğindeyse amelin, 'imanın' rüknü olmadığını ve iman ile cenneti kazanmada amelin herhangi bir rolü bulunmadığını açık bir şekilde ikrar etmiş olur.

'Uzun bir zaman yaşayıp namaz kılmayan ve şer'î amellerin hiçbirisini yapmaya yönelmeyen bir kimseyi kastediyorum' dese, biz de şöyle deriz: Bu uzun zamanın bir hududu yok mudur? İmanın iptal olabilmesi için tâatların kaç adedinin terki lâzımdır? İmanın bozabilmesi için büyük günahların kaç tane olması gerekir?

İşte bunun takdiri mümkün değildir ve hiç kimse böyle bir takdir ve tahdide kalkışamaz.

Dördüncü derece, kalben tasdik ettikten sonra, henüz dil ile ikrar ve amellerle meşgul olmazdan evvel ölmesidir. Acaba böyle bir insan 'mü'min' olarak mı ölmüştür? İşte ulemâ burada ihtilâf etmiştir. 'İmanın tamam olması için dil ile ikrar şarttır' diyenler, böyle bir insanın 'imandan evvel öldüğüne' hükmederler. Oysa bu hüküm fasittir; çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kalbinde zerre kadar iman olan bir kimse? cehennemden çıkar.
Kalbi 'imanla dolup taşan böyle bir kişi nasıl olur da cehen-nemde ebedî kalır?

Cibril hadîsinde de, 'iman' etmek için, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve son günü tasdik etmek şartı ileri sürülmüştür. Nitekim bu hakîkat daha önce izah edilmişti.

Beşinci derece, kişinin, kalp ile tasdik ettiği halde; ömrü şehâdet kelimelerini dille söylemesine müsait olmasına ve bunun kendisine vâcib olduğunu bilmesine rağmen dil ile ikrarda bulunmamasıdır. Binaenaleyh dil ile ikrar etmemesi şu ihtimal dâhilinde bahis mevzuudur: İnkâr etmemekle beraber namaz kılmakta gevşeklik gösterdiği gibi, bunda da ihmalkâr olabilir. Böyle bir kimsenin mü'min olduğunu ve ebediyyen cehennemde kalmayacağını sanıyoruz. Çünkü iman, mücerret tasdikten ibarettir. Dil ise, imanın tercümanıdır.

Binaenaleyh iman, dilden evvel var olmalı ki, dil, var olan o şeyin tercümanı olabilsin. İşte bu, en açık hükümdür. Çünkü burada dayanılacak senet, ancak, kelimelerin icaplarına tâbi olmaktır. Halbuki Arap dilinde iman kalbin tasdikinden ibarettir ve Hz. Peygamber de 'Kalbinde zerre kadar iman olan ateşten çıkar' buyurmuştur. Şu halde vacip bir fiilin sü-kût ile ortadan kalkmadığı gibi, vacip olan ikrarı terketmek de kalbden imanı silmeye vesile olamaz.

Bazı âlimler 'Dilin ikrarı, imanın rüknüdür çünkü şehâdet kelimeleri, kalplerdeki imanı haber vermek için değil aksine ayrı bir akid ve ayrı bir şehâdetin başlangıcı ve iltizamıdır' derler. Fakat birinci hüküm daha açıktır.

Kalp ile tasdik imkânı olduğu halde dil ile ikrardan imtinâ edenler hakkında Mürcie çok ileri gider ve 'Böyle bir kimse asla ateşe girmez' derler ve sonra da şöyle devam ederler: 'Mü'min kişi isyan etse dahi cehenneme girmez'.

Biz bu hükmün çürüklüğünü ilerideki bahislerde isbat edeceğiz.
Altıncı derece, diliyle 'Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah' dediği halde kalbi ile tasdik etmemektir.

Bizim şüphemiz yoktur ki, böyle bir kimse âhiret hükmüne göre kâfirdir ve ebediyyen cehennemde kalacaktır. Yine şüphe etmiyoruz ki, idare ile ilgili olan dünyevî hükümlere nazaran böyle bir kimse müslümandır; çünkü kalbe, Allah'tan başka hiç kimse, muttalî olamaz. Biz müslümanlara düşen vazife, 'Diliyle söylediği şey kalbinde de vardır zannıdır. Fakat bu kişi ile Allah arasında, dünya hükümlerinden plan üçüncü bir emirde şüpheye düşüyoruz. Şöyle ki: Böyle bir kimse müslüman bir akrabasının ölümünden sonra, kalbi ile de İslâm dinini tasdik ederek, fetva istemek üzere 'Akrabam öldüğü sırada ben kalben İslâm dinini tasdik etmiyordum. Şu anda ise onun mirası benim yanımdadır. Acaba bu miras bana helâl midir?' dese veya böyle bir kimse kalben İslâmiyet'e inanmadığı sırada müslüman bir kadınla evlense ve sonra da kalben İslâmiyet'e inansa nikâhının yenilenmesi lâzım gelir mi? İşte bu, düşünülecek bir noktadır. Şöyle demek de mümkündür: İster zâhir isterse de bâtın olsun dünya hükümleri, zahirî söze bağlıdır'.

Şöyle de denebilir: 'Dünya hükümleri, o şahıs hakkında değil, onunla ilgili olan başkaları hakkındaki zahirî söze bağlıdır. Çünkü insanın, Allah ile kendi arasında bulunan iç âlemi başkasına ka-ranlık, kendisine ise aydınlıktır'.

Hakikî ilmin Allah'a mahsus olduğunu ikrar etmekle beraber o kişi hakkında en açık fetva şudur: 'Almış olduğu miras kendisine haramdır ve nikâhını da yenilemelidir'.

İşte bu sırra binâen Huzeyfe b. Yeman (r.a), münafıkların cenaze namazına iştirak etmezdi. Hz. Ömer de (r.a) bu hususta Huzeyfe'yi izler, onun katılmadığı cenazelere katılmazdı.
Helâli aramak ve elde edilmesi için çaba sarfetmek, farîza üstüne farizadır.

Namaz, her ne kadar ibadetlerden ise de dünyanın görünür fîillerindendir. Allah'a kulluk bakımından yapılması vacip şeylerden olan haramlardan sakınarak kaçmak da her mü'minin vecibesidir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu hadîs, "Vâris olmak islâm'ın hükmüdür. İslâm ise zahirî hükümlere teslim olmaktır' sözümüze zıt düşmez. Çünkü tam teslimiyet, zâhir ve bâtını kapsayan teslimiyettir.

Bütün bu incelikler zahirî ibareler, umumlar ve kıyaslar üzerine bina edilen fıkhî ve zannî bahislerdir. Binaenaleyh ilimlerde kusurlu olan bir kimse, 'Kesinlik ve katiyet ifade eden kelâm ilminde vârid olması âdetten olan bu meseleler kesindir zannına kapılmamalıdır. Zira ilimlerde zahirî merasim ve âdetlere bakan kimseler hiçbir zaman felâh bulmamışlardır.
Eğer 'Mutezile ve Mürcie'nin şüphesi nedir ve onların sözlerini iptal edecek deliller hangileridir? dersen şöyle cevap veririz: Onların şüpheleri Kur'ân'ın umumî hükümlerindendir.

Mürcie şöyle der: 'Bir mü'min, bütün günahları işlese bile ateşe girmez; çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten biz o Kur'an'ı işittiğimiz zaman ona iman ettik. Kim rabbine iman ederse artık ne mükâfatının azalacağından ve ne de bir haksızlığa uğrayacağından korkmaz.(Cin/13)

Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, rabbleri katında (imanları hususunda) tıpkı çok sâdık olanlarla (Allah yolunda cân veren) şehidler (gibi)dirler. Onların hem sevap-arı ve hem de nurları vardır... Hadîd/19)

(Cehennem), neredeyse öfkesinden çatlayacak (hale gelir). (Kâfirlerden) her topluluk onun içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere sorarlar: 'Size, azap ile 'korkutan bir peygamber gelmedi mi?' Onlar da "Evet, doğrusu, bize, azap ile korkutan bir peygamber geldi; fakat biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak. büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik" derler. Mülk/8-9)

Ayetteki 'Kafirlerden her topluluk onun içine atıldıkça' hükmü umum ifade eder. Binaenaleyh ateşe atılanlarda peygamberleri tekzip etme sıfatının bulunması şart koşulmuştur'.

Mürcie, sözkonusu hükümleri şu ayete dayandırmaktadır:
O ateşe ancak (peygamberleri) inkâr eden ve (imandan) yüz çeviren kafirler girer.(Leyl/15-16)

İşte bu ayette 'hasr', 'isbat ve 'nefy vardır. Şöyle ki, Allah; cehenneme girmeyi, peygamberleri yalanlayan ve imandan yüz çevirenlere hasreder, onların dışında kalanları bu hükmün hâricinde bırakır (nefy) ve bu azabı ancak onlar için isbat eder.

Kim (kıyamet gününde) hasene ile (ihlâslı bir tevhidle) gelirse bundan dolayı ona bir hayır verilir. Onlar, o kıyamet azabının korkusundan emin kalırlar. Neml/89)

Nasıl ki kötülüklerin başı küfürse) iyiliklerin başı da imandır. Allah Teâlâ ihsan edenleri sever. (Al-i İmran/148)
Gerçekten iman edip sâlih amel işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz.
(Kehf/30)

Delil olarak gösterdikleri ayetlerde Mürcie'yi destekleyen, işlerine yarayan hiçbir hüküm yoktur. Çünkü sözkonusu ayetlerde zikredilen iman kelimesinden amel ile birlikte olan iman kastedilmektedir. Zira biz daha önce 'iman' zikrolunduğu zaman, bundan 'İslâm' kastedilir demiştik. Kalp, söz ve amel ile tarif edilen imana muvafık ve uygun olanı da budur. Bizim bu te'vilimizin delili, âsilerin cezalandırılması ve bu cezanın takdiri hakkında gelen birçok hadîslerdir.

Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.

Binaenaleyh Mürcie'ye soruyoruz: 'Ateşe girmeyen bir insan nasıl olur da ateşten çıkar? (Ateşten çıkmak, daha önce ateşe girmeyi gerektirmez mi?)'. Kur'an-ı Kerîm'de bizim te'vilimizi destekleyen ayet şudur:

Muhakkak ki Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını, dilediğine bağışlar. Kim Allah'a eş koşarsa doğrusu çok uzak bir sapıklığa düşmüştür.
(Nisâ/116)

Bu ayetteki, 'dilediğini bağışlar' kaydı, azâbın taksimine delâlet eder; yani dilediğini affeder, dilediğine de azap eder.

Bizi destekleyen bir diğer ayet de şudur:
Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır.(Cin/23)

Bu ayetteki hükmü 'küfre' bağlamak zoraki bir te'vilden başka birşey değildir.

İşte bizi destekleyen başka bir ayet:
İyi bilin ki doğrusu zâlimler sürekli bir azaptadırlar.
(Şûrâ/45)

Kim fenalıkla gelirse yüzükoyun ateşe atılır.
(Neml/90)

İşte naklettiğimiz bu ayetlerdeki umum, Mürcie'nin delil olarak gösterdiği umumun muârız ve nâkızıdır. Binaenaleyh iki tarafın da 'umum'unu tahsis ve te'vil etmek gerekmektedir.

Çünkü hadîs-i şeriflerde âsi kimselerin azap görecekleri hususu açıkça belirtilmiştir.47

Allah Teâlâ'nın İçinizden oraya (cehennem) uğramayacak kimse yoktur. Bu, rabbinizin katında kesinleşmiş bir hükümdür' (Meryem/71) ayeti herkesin mutlaka ateşe varacağına sarih bir delildir. Çünkü hiç bir mü'min, günah irtikâbından hali değildir. Allah Teâlâ'nın Leyl suresinde 'O ateşe ancak (peygamberleri) in-kâr eden ve (imandan) yüzçeviren kafirler girer' buyurması ise, ateşe giren hususî bir topluluğu murâd içindir. Veya eşkâ tabiriyle en şakî kimseler kastedilmiştir.

Mülk suresinin 9-10. ayetlerindeki fevc kelimesiyle de kâfirlerden bir grup kastedilmiştir.

Umumî hükümlerin tahsis edilmesi görülmemiş şeylerden değildir, Bu olabilir ve inkâr da edilemez, Bu ayetten ötürü, İmam Eş'arî ile kelâmcılardan bir grup 'umum' sigalarını inkâr etmişler ve bu lafızların, sadece mânâlarına delâlet eden bir kari-nenin belirmesine bağlı olduğunu söylemişlerdir.
Mu'tezile'ye gelince, onları şüpheye sürükleyen ve mezheplerinin tesisine vesile olan ayetler şunlardır:

Bununla beraber şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip, sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

And olsun asra ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.(Asr suresi)

İçinizden oraya (cehenneme) uğramayacak kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.
Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtaracağız ve zâlimleri de toptan cehennemde bırakacağız.(Meryem/71-72)

Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır.(Cin/23)

Kim bir mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Nisâ/93)

Bu ayetlerde olduğu gibi, İman' ile birlikte 'amel-i sâlih' ten bahseden bütün ayetler Mu'tezile'ye göre böyledir. Fakat bu 'umumlar, Mürcie'nin delili olan 'umum'larda olduğu gibi, 'hususî'dirler.

Çünkü Allah, şöyle buyurmuştur:
Bu günahtan başkasını dilediğine bağışlar.(Nisa/116)

Binaenaleyh 'şirk'in dışında kalan günahlarda Allah'ın dilediğini affetme vasfına dokunmamak daha uygundur.

Rasûlullah'ın şu hadîsi de Mutezile mezhebini iptal etmektedir:
Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse, ateşten çıkar. Mu'tezile'yi iptal eden delillerden bâzıları da şu ayetlerdir:
Gerçekten iman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. Kehf/30)

Doğrusu Allah, güzel amel işleyenlerin mükâfatını zayi etmez.
(Tevbe/120)

Binaenaleyh nasıl olur da Allah, bir tek günah ile, iman'ın esasını ve bütün tâatların ecrini zayi eder?

Nisâ süresindeki 'Kim bir mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir' mealindeki ayet de mü'mini, 'mü'min' olduğu için öldüren kimse hakkında nâzil olmuştur. Nitekim ayetin sebeb-i nüzulü bu hakikati apaçık bildirmektedir.

Eğer "Sen bu te'villerinle 'Amel olmasa da imanın esası vardır' demek istiyorsun. Halbuki selef-i Sâlihîn İman, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve azaların amelidir' şeklinde hüküm vermiştir. Binaenaleyh selefinkine muhalif bir görüş sence nasıl daha kuvvetli ve daha râcih (mûteber) olabilir?" dersen, buna şöyle cevap veririz: İmanın mütemmimi (tamamlayıcısı) olmak hasebiyle amelin imandan sayılması imkânsız değildir. Nitekim 'Baş ve eller insandandır' denilir; çünkü başsız bir cesedin insanlıktan çıktığı malûmdur. Fakat eli kesik bir iskelet, sırf bu sebeple, insan olmaktan çıkmaz. İşte böylece 'Tesbih ve tekbirler namazdandır denilmektedir.

Halbuki tahrim tekbiri hariç, diğer tekbir ve teşbihleri getirmesen de (Şafiî mezhebine göre) namazın bozulmaz. Binaenaleyh kalp ile tasdik etmek 'iman'ın başıdır. Bu, tıpkı başın, insan varlığındaki Önemi gibidir; tasdiksiz iman yok demektir. Diğer ibadetlere gelince, bunlar insanın öbür azalarına benzer, birbirinden yüksek olabilir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sahâbe-i kirâm (r.a) Mu'tezile'nin 'insan zina edince imandan çıkar' şeklindeki inancına itibar etmemişlerdir. Hadîsin mânâsı şudur: 'Kişi zina ettiği anda tam ve kâmil bir imana sahip olamaz'. Nitekim, kötürüm, eli ve ayağı kesik, âciz bir insan için 'Bu, insan değildir' denilebilir. Bununla da "İnsanlık hakikatinin peşinden gelen 'kemâl' sıfatından mahrumdur" demek istenir.

II Mesele
Şayet "Selef ulemâsı 'iman'ın eksik ve fazla olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. (Selefe göre 'iman', 'ibadet'le fazlalaşmadığı gibi 'günah' ile de eksilmiş olmaz. 'İman, tasdikten ibarettir' hükmü kabul edildiği takdirde eksiklik ve fazlalık tasavvur edilemez)" diyecek olursan, cevaben derim ki: Selef, şeriat sahibini gören âdil insanlardır. Onların sözlerinden hiç bir ehl-i iman dönemez. Onlar neyi zikretmişse 'hak' odur. İhtilâf, selefin sözünü anlamak hususundan neş'et etmektedir. Bu sözde, amel-i sâlihin, îmanın cüzlerinden ve varlığının rükünlerinden olmadığına dair delil vardır. Aksine sâlih amel, iman esasına eklenen bir fazlalıktır. Bu fazlalık mevcut olduğu zaman 'iman' artar; olmadığı takdirde de eksilir. Artan da mevcut, eksilen de mevcuttur. Birşeyin kendi nefsinde bulunan şeylerle artmadığı da muhakkaktir. Binaenaleyh 'İnsan, başıyla artar' denilemez, fakat 'İnsan, sakalıyla, yağıyla (şişmanlığıyla) artar' denilebilir, 'Namaz rükû ve sücudla artar' demek doğru değildir. Ancak 'Namaz, âdâb ve sünnetlerle artar' denilebilir. İşte selef âlimlerinin bu hükmü 'imanın' sâlih amellerden önce var olduğunu açıkça belirtmektedir. İman' var olduktan sonra, sâlih amellerle artar ve aksiyle de eksilir.
Şayet 'Kalbin tasdiki bir hakîkat olduğuna göre, nasıl olur da artmayı ve eksilmeyi kabul eder?' dersen, cevaben derim ki: Biz müdâheneyi (dalkavukluğu) terkettiğimizden, şerlilerin şerrine kulak asmadığımızdan ve gayenin üzerine gerilen perdeyi kaldırdığımızdan, şüpheler kendiliğinden zâil olmaktadır. Bu sebeple de deriz ki:
'İman' kelimesi, müşterek mânâlı bir kelimedir ve üç anlamda kullanılmıştır:
1. Delilsiz olarak, sadece taklid ve telkin yoluyla, kalbin tasdikine ıtlak olunur ki bu, avamın imanıdır. Hatta havâss hâriç, bütün halkın imanı da böyledir. Bu inanç kalbe vurulan bir düğümdür; bazen şiddetlenir ve kuvvetlenir, bazen de zayıflar ve gevşer; tıpkı ipteki düğümler gibi. Halk tabakasının imanının böyle olmasını uzak bir ihtimal sanma. Bunu yahudi ve onun korku, hayal, va'z, tahkik ve burhan ile sökülemeyen ve sökülmesi mümkün olmayan imanı ile kıyaslayabilirsiniz. Aynı şekilde hıristiyan ve bid'atçının imanı ile de mukayese edebilirsin. Hristiyan ve bid'atçılardan bazı kimseler vardır ki, az bir konuşma ile şüpheye düşürülmesi mümkündür. Az bir hayal ve korku ile inancının doğruluğundan caydırılması da imkansız değildir. Halbuki bu hristiyan veya bid'atçı, tıpkı yahudi gibi, ilk inandığı zaman bu hususta şek ve şüphede değildi. Fakat bu iki grup (yani yahudi ile hristiyan ve bid'atçılar) arasındaki fark, inançtaki şiddetten neş'et etmektedir. İşte bu durum, ]aak olan inançta da mevcuttur. Sâlih amel, bu şiddetin gelişmesine ve ziyadeleşmesine yardımcıdır; suyun, ağaçların gelişmesindeki tesiri gibi müessirdir. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Mü'minlere gelince, her inen sûre onların imanını artırmıştır ve onlar (o sûre) ile sevinirler.
(Tevbe/124)

Allah imanlarını kat kat artırmaları için müzminlerin kal-bine manevî huzur indirdi.(Fetih/4)

Hz. Peygamber, bazı hadîslerde vârid olduğu gibi İman artar ve eksilir buyurmuştur. İmanın artışı, tâatların kalpteki tesirinden doğar. Taatların kalpteki tesiri, aneak ibadetlere devam edildiği ve onlara kalp huzuru ile dönüldüğü zaman, nefsini murâkabe eden bir kimse tarafından hissedilir. İbadete kalp huzuru ile daldığı zaman, kalbinin iman prensiplerine nasıl yöneldiğini ve nasıl sükûnet bulduğunu, imanını şek ve şüphelerle sökmeye çalışan kimseye karşı nasıl isyan bayrağını çektiğini idrâk eder.

Yetim hakkındaki merhametin mânâsına inanan insan, bu inancın sâikiyle, onun başını sıvazlar ve ona iltifat ederse, iç âleminde rahmetin kabardığını ve bu sıvazlamadan ötürü galeyana geldiğini idrâk eder. Tevâzuun iyi bir ahlâk olduğuna inanan bir kişi de, tevâzu icabı, başkasına hürmet eder, ta'zim gösterir ve o kimseye bizzat hizmet ederse kalbindeki tevâzunun engin mânâsını hisseder. İşte kalbin, zahirî amellerin çıkış noktaları olan bütün sıfatları böyledir. Zâhirî amellerin tesiri, çıkış noktaları olan kalp sıfatlarına dönerek onları kuvvetlendirir ve artırır. Bu durum, Münciyât ve Mühlikât bahsinde, bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan alâkası beyan edildiği zaman, tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir. Çünkü bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan bağlantısı, hadiselerle idrâk edilen bu kâinatın, basiretle idrâk edilen melekût âlemine bağlantısı cinsindendir. Kalp, melekût âlemindendir.

Azalar ve amelleri ise, mülk ve şuhûd âlemindendir. Bu iki âlem arasındaki ince bağ ve bağlantı, öyle bir hadde varmıştır ki, bazı insanların, iki âlemin birliğine hükmetmesine vesile olmuştur. Diğer bir grup da, şuhûd âleminden başka bir âlemin olmadığına kani olmuşlar ve şu görünen cisimlerin dışında herhangi bir varlığın mevcut olmadığına hükmetmişlerdir. Fakat iki âlemi idrâk ve ayrılıklarını müşâhede eden, aralarında bağlantı olduğuna inanan bir kimse, bu bağlantıyı şöyle tasvir etmiştir:

Hem şarap, hem de kadeh inceldi; Birbirine benzedi de mesele zorlaştı. Sanki bâde var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var da bâde yok!
Ne ise biz bu incelikleri bırakarak esas maksada dönelim. Çünkü melekût âlemi, muamele ilminin dışında kalan bir âlemdir. Şu kadar ki, iki âlem arasında ittisal ve irtibat mevcuttur, işte bu sebeple, mükâşefe ilminin muamele ilmine tırmandığını her zaman görebilirsin. Bu durum, şiddetli ve ciddî bir çalışma neticesinde vuzuha kavuşuncaya kadar böyle devam eder. İşte imanın taat ile fazlalaşmasının gereği bu mânâya göre bundan ibarettir.

Hz. Ali İman evvelâ beyaz bir nokta olarak görünür. Kul, sâlih amel işlediği zaman, bu nokta gelişir, büyür ve bütün kalbi istilâ eder. Böylece kalp, bembeyaz kesilir. Nifak da, evvelâ siyah bir nokta halinde bulunur. Allah'ın yasakları irtikâp edildikçe bu siyahlık gelişir, büyür ve sonunda bütün kalbi kaplar. Bu şekilde kalp simsiyah kesilir ve üzerine adeta mühür vurulur. İşte mânevî mühürleme budur diyerek şu ayeti okumuştur:
Hayır, (zannettikleri gibi değil), doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır.
(Mutaffifîn/14)
İman yetmiş küsûr babdır.49

2. İmandan, kalbin tasdiki ile birlikte azaların amelini murâd etmektir.

Nitekim, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Zâni, imanlı olduğu halde zina etmez.
Sâlih amel, iman kavramının muhtevâsına dâhil olduğu zaman, artması ve eksilmesi, artık, gizlenemez bir hakîkat olarak görünür. Fakat 'Sâlih amel, mücerred tasdikten ibaret olan imanın artmasına tesir eder mi etmez mi?' meselesi tedkike değer. Biz daha önce 'tesir ettiğine' işaret etmiştik.

3. İman kavramından keşif, delil ve basîret nuruyla müşâhede edilen yakînî tasdik kastolunmaktadır. Bu üç kısmın, ziyadeleşmeyi kabul etmek hususunda imkânsız görüneni işte budur. Fakat ben derim ki: Şüphe götürmeyen yakînî emirde de nefsin İtminânı değişir. Şöyle ki her ikisinde de şek ve şüphe olmamasına rağmen, nefsin, ikinin birden fazla olduğuna dair mutmain olması, âlemin sonradan yaratıldığına dair olan itminanı gibi değildir. Çünkü yakînî meseleler vuzuh derecelerine göre değişmektedir. Nefsin onlara karşı olan İtminânı da bizzarure değişir. Biz bu keyfiyeti Ahiret Âlimlerinin Alâmetleri bölümü ile Kitab 'ul-İlm'in Yakîn bölümünde izah etmiştik. Burada ikinci defa tafsilâta lüzum görmüyoruz.

îman, bu üç mânâdan hangisi için kullanılırsa kullanılsın, âlimlerin İman, ziyade ve noksanlığı kabul eder hükmü haktır. Bu hükmün, hak olması şüphe götürmez; çünkü hadîsi şerifte 'Kalbinde zerre miktarı iman olan kişi ateşten çıkar' beyânı vârid olmuştur. Başka bir hadîste de 'zerretün min îmânin' yerine 'zerretün min dînârin' tâbiri kullanılmıştır. Eğer kalpteki tasdikler arasında fark yoksa, bu miktarların değişmesine ne mânâ vermek lâzımdır?

III. Mesele:
Selefin 'Allah dilerse ben mü'minim' sözünün mânâsı nedir? Çünkü istisna şüpheyi; imanda şüphe ise küfrü iktiza eder. Bütün selef âlimleri 'Kesinlikle imanım vardır' şeklindeki cevabı menetmiş ve bu ifadeden sakınmışlardır.

Süfyân-ı Sevri "Ben Allah'ın nezdinde mü'minim diyen, yalancılardan; 'Hakikat nokta-i nazarında ben mü'minim' diyen de bid'atçılardandır" buyurmuştur. Bununla birlikte kişi, nefsinde mü'min olduğunu bildiği halde böyle derse nasıl yalancı olabilir? Çünkü nefsinde mü'min olan bir kimse, Allah nezdinde de mü'mindir. Nasıl ki bir kişi, esasında uzun boylu ve cömert ise ve bunları da biliyorsa, bu keyfiyet Allah nezdinde de aynıdır. Aynı şekilde mesrur veya mahzun, işiten veya gören de böyledir.

Eğer bir insan 'Sen hayat sahibi misin?' sualine 'Eğer Allah dilerse hayat sahibiyim' şeklinde mukabele etse, bu doğru bir cevap olmaz.

Süfyan es-Sevrî, yukarıda geçen hükmü verdiği zaman kendisine 'O halde biz ne demeliyiz?' denildi, O da 'Allah'a iman ettik ve indirdiği hükme inandık deyiniz!5 dedi.
Acaba 'Biz Allah'a ve indirdiği hükme iman ettik' ile 'Ben mü'minim' arasında ne fark vardır?

Hasan Basrî'ye 'Sen mü'min misin?' diye sorulur. İnşâallah' der. 'Niçin iman'da istisna yaptın?' diye sorulduğunda da şöyle cevap verir: "Peki ya bunun üzerine Allah bana 'Yalan söyledin ya Hasan!' derse? Bu yüzden de azaba müstahak olmaktan korktuğum için böyle söyledim".

Hasan Basrî bir keresinde de şöyle demiştir: "Allah'ın bende bulunan ve malumatım dâhilinde olmayan birtakım kötülüklere muttali olması ve bundan dolayı bana buğzederek cEy kulum! Git! Senin hiçbir amelini kabul etmedim' demeyeceğinden ve yaptıklarımı boşa çıkarmayacağından emin değilim".

İbrahim b. Edhem de "Sana 'Sen mü'min misin?' denildiği zaman, 'Lâ ilahe illâllah' ile cevap ver" derdi.
Bazen de "Ben imanımdan şüphe etmiyorum. Fakat bana 'Sen mü'min misin?' diye sual sorman bid'attır" buyururdu.
Küfe fakihi Alkame b. Kays'a 'Sen mü'min misin?' diye sorulduğunda 'Eğer Allah dilerse, öyle ümit ediyorum' cevabını vermiştir.

Süfyan-ı Sevrî şöyle demiştir: 'Bizler Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine iman: eden kimseleriz. Allah nezdinde ne olduğumuzu bilmiyoruz'.
Bütün bunlardan sonra, şu zevatın sözlerinde görülen istisnaların mânâsının ne olduğunu soracak olursan, bilmiş ol ki bu kabil istisnâ doğrudur. Bu istisnanın dört mânâsı vardır:
Bunlardan ikisi, imanın aslındaki değil, sonu ve kemâli hakkındaki şüphelere istinad eder. Diğer ikisi ise, şüphe ile hiçbir yönde alâkası olmayan mânâlardır.

Şimdi bu dört mânânın tafsilâtına geçelim!
Birinci Anlam
Nefsi tezkiye etmemek için 'Ben kesinlikle mü'minim' demek-ten kaçınarak 'inşâallah' istisnasını muhakkak kullanmaktır.
Nefislerinizi temize çıkarmayın. O, kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32)

Şu kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? (Hayır iş) öyle değildir. Ancak Allah dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez. (Nisâ/49)

Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu yanlış inançları onlara açık bir günah olarak yeter. (Nisâ/50)

Bir hakîme 'Kötü doğruluk nedir?' diye sorulduğunda, 'Kişinin nefsini övmesidir' diye cevap vermiştir.

İman, övülmenin en üstünüdür. 'Kesinlikle benim imanım vardır' demek mutlak surette nefsi tezkiye etmektir. 'İstisnâ sîgası' (inşâallah) insanı tezkiyeden uzaklaştırır.

Nitekim bir insan, 'Sen doktor musun? Fakih veya müfessir misin?' denildiği zaman; doktorluğundan, fakih veya müfessirliğinden şüphe ettiğinden değil, belki bir çeşit alışkanlıkla 'Evet, Allah dilerse...' der. Bu istisnâ ile kendisini nefsinin tezkiyesi tehlikesinden kurtarır.

Binaenaleyh istisnâ, nefisle ilgili haberleri zayıf düşürme ve tereddüt uyandırma sîgasıdır (nefisle ilgili haberlerin lüzumlu neticelerinden birisi olan nefsin tezkiyesini zayıf düşürmek içindir). İmanın esasında şüphe edildiği zaman bu siga kullanılmaz. Bu te'vile binâen, kötü bir sıfatın mevcut olup olmadığı sorulduğunda istisna etmeksizin cevap vermelidir.

İkinci Anlam
Allah'ı, her hâlükârda zikretmeye çalışmak ve her emri Allah'ın dileğine ve meşiyetine havâle etmektir. Allah Teâlâ bu edebi Hz. Peygamberi Söyle öğretmektedir:

Hiçbir şey hakkında 'Bunu yarın yaparım' deme! Ancak 'Allah dilerse (yaparım)' de! Unuttuğun zaman da Allah'ı an ve 'Olur ki rabbim beni, bundan daha yakın bir zamanda dosdoğru bir muvaffakiyete ulaştırır' de! (Kehf:23-24)

Hz. Peygamber, Allah'tan bu edep dersini aldıktan sonra, yapabileceğine şeksiz şüphesiz emin olduğu hususlarda bile bu istisnayı kullanırdı. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin diliyle aynen şöyle buyuruyor:

Andolsun ki Allah gerçekten o rüyayı Râsûlü'ne hak olarak doğru gösterdi. (Ey mü'minler)! İnşâallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmaksızm Mescid-i Harama, girecek-siniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi ve Mekke'nin fethinden Önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)

Allah Teâlâ, ashabın Mekke'ye gireceğini ve onların şehre girmelerine müsaade edeceğini şeksiz ve şüphesiz biliyordu. Fakat Allah Teâlâ'nın kasd-ı ilâhîsi, peygamberine edebi öğretmekti. Binaenaleyh Hz. Peygamber, ister mâlûm, isterse de şüpheli olsun, Allah'tan naklettiği herşeyde 'inşâallah' demek suretiyle bu edebin en güzel örneğini veriyordu. Hattâ kabristanın yanından geçerken veya oraya girerken şöyle derdi:

Ey mü'minler evi(nin sakinleri)! Selâm size! İnşâallah biz de, sizlere iltihak edeceğiz.50

Ölülere iltihak etmekte şek ve şüphe var mıdır? Böyle olduğu halde, Hz. Peygamber edeb icabı Allah'ı zikretmiş ve herşeyi O'nun meşiyetine bağlamıştır. Bu siga, Allah'ın zikrine o derece delâlet eder ki, kullanılışta, rağbet ve temennî izhârından ibaret olarak kabul edilmiştir. Binaenaleyh sana 'Falan adam yakında ölecektir' denildiği zaman inşâallah diye mukabele ediyorsun. Senin bu sözünden, o kişinin ölümünü şüpheli karşıladığın değil, aksine ölmesini temenni ettiğin anlaşılmaktadır. Yine sana falan adamın hastalığı yakında zâil olacak ve sıhhata kavuşacaktır' denildiğinde, o hastalığın zâil olmasına taraftar olduğunu 'inşâallah' demek suretiyle izhâr etmektesin. Demek ki, İnşâallah' kelimesi teşkik (şüpheye düşürme) mânâsından rağbet ve temenni mânâsına geçmektedir. Böylece Allah'ı zikretmek edebini göstermek için. hüküm ne olursa olsun, bu kelimeyi kullanmaktasın.

Üçüncü Anlam
İstisnâ sîgasının dayandığı temel şe^'tir ve anlamı 'Eğer Allah dilerse ben hakîkî mü'minim' demektir. Çünkü Allah Teâlâ mü'minleri, hakîkî ve gayr-i hakîkî şeklinde, iki kısma ayırmış ve muayyen kimseleri kastederek 'İşte bunlar gerçek mü'minlerdir. Onlara rabbleri katında dereceler var, mağfiret ve cennette sayısız, tükenmez nimetler vardır. (Enfal/4) buyurmuştur.

İnşâallah' kelimesiyle ifade edilen şek ve şüphe imanın aslına değil, kemâline râcidir. Haddi zâtında her insan, imanının kemâlinde şüphecidir. Böyle bir şüphe küfür değildir.
İman'ın kemâlinden şüphe etmek iki cihetle haktır:
a.) Nifak, imanın kemâlini giderir. Halbuki bu, gizli bir haldir ve insan, bu halden, kesinlikle uzak olduğunu bilip kestiremez.
b) İman, sâlih amellerle kemâle erer; fakat sâlih amellerin varlığı tam olarak idrâk edilemez. îmanın amellerle kemâle ermesi meselesine gelince, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz ki mü'minler ancak Allah'a ve Peygamberi'ne iman eden ve sonra da (imanlarında) şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlardır. İşte böyle kimseler imanlarında sâdık olanlardır.
(Hucurât/15) Binaenaleyh şüphe, mü'minlerin doğru olup olmamasındadır.

Yüzlerinizi (namazda) doğu ve batı tarafına çevirmeniz hayır ve taat değildir. Hayır ve taat, Allah'a, âhirete, meleklere, O'nun indirdiği kitaplara ve gönderdiği peygamberlere iman edenin; Allah'ın rızası (nı kazanmak) için malı (fakir)
akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere (kurtulmaları için) harcayanın; namazı gereği gibi kılan ve zekâtı veren kimsenin; söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin, ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde, cihad ve savaşlarda sabredenlerin hayır ve tâatıdır. İşte bu vasıfları taşıyanlar hakka uyan sâdıklardır ve yine bunlar takvâ sahipleridir.(Bakara/177)

Allah Teâlâ, bu ayet ile imanın makbul olması için, yirmi sıfatın mevcudiyetini şart koşmuştur. Meselâ, ahde sadâkat göstermek, musibetlere karşı sabırlı olmak gibi...
Allah; iman edenlerinizi yükseltsin, Kendilerine ilim verilenleriniz için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)

Fetihten (Mekke'nin fethinden) evvel Allah yolunda (mal) harcayıp savaşanlarınız, diğerleriyle bir olmaz. Onlar, sonradan harcayıp savaşanlardan, fazilet ve derece yönünden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine cenneti va'detmiştir. O bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadîd/10)

Onlar, Allah katında derece derecedirler. Allah (emin veya hain, bütün insanların) yaptıklarını hakkıyla görmektedir.
(Al-i İmran/163) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

İman çıplaktır; elbisesi ise takvadır.
İman yetmiş küsur bab'dır. Bu yetmiş küsûr babın derece bakımından en aşağısı, yoldan süprüntüleri uzaklaştırmaktır.
İşte imandaki kemâlin amellere bağlılığını bildiren ayet ve hadîsler bunlardır.
İman'ın, nifak ve gizli şirkten berî olmaya bağlı olmasına gelince, bu hakikatı şu hadîsler beyan buyurmaktadır:

Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa, o kimse namaz da kılsa, oruç da tutsa, 'Ben mü'minin de dese, yine de katıksız münafıktır.

Bu hasletler şunlardır:
a) Konuştuğu zaman yalan söylemek,
b) Sözüne muhâlefet edip va'dinden dönmek,
c) Emânete hıyânet etmek,
d) Herhangi bir kimse ile muhâsame ettiğinde (davalaştığında) yalan deliller uydurmak.51

Bu son şık, bazı rivayetlerde 'Başkasıyla muâhede ettiği halde hileye kaçmak'şeklinde vârid olmuştur.

Kalpler dört çeşittir:
a) Her çeşit karanlıktan tecerrüd etmiş olan ve içinde pırıl pırıl parlayan bir lâmba bulunan kalptir. Bu, mü'minin kalbidir,
b) Örtülü kalptir. Bu kalpte iman ve nifak birlikte bulunmaktadır. Kalpteki iman baklaya benzer; ona ancak tatlı su yardım eder ve gelişmesini sağlar. Kalpteki nifaksa çıbana benzer. Çıbanın gelişmesi irin ve sarı suyun yardımıyladır. Binaenaleyh kalpte bu iki maddeden (tatlı su ile irinden) hangisi fazlaysa, hüküm, mezkûr maddeler vasıtasıyla gelişen sıfata göredir.52

Aynı hadîsin başka bir rivayetinde 'Bu iki maddeden hangisi galip gelirse kalbi o kaplar ve elde eder' buyurulmuştur.53

Bu ümmetin münafıklarının çoğu Kur'ân okuyucularıdır,54

Ümmetimdeki şirk, karıncanın taşlar üzerinde yürüyüp bıraktığı izden daha gizlidir.55

Huzeyfe b. Yeman (r.a) şöyle demiştir:
Rasûlullah zamanında, kişi, bir kelime konuşur ve ölünceye kadar da o kelime yüzünden münafık kalırdı. Fakat ben, bugün herhangi birinizden aynı kelimeyi günde on defa işitiyorum.56

Bir kısım âlimler 'Kendisini nifaktan uzak gören kimse, nifaka herkesten daha yakındır' buyurmuşlardır.

Huzeyfe b. Yeman (r.a) şöyle der: 'Bugün münafıklar, Rasûlullah'ın zamanından daha fazladır. O devirde münafıklar gizlenirdi. Bugünkü münafıklar ise, gizlenmeye ihtiyaç görmemekte ve açıkta kol gezmektedirler'.57

Gizli bir haslet olan nifak, imanın doğruluğuna ve kemâline zıttır. Kimde olduğu bilinmez. Fakat şu kadarı vardır ki, insanların, nifaktan en uzağı ondan en fazla korkanları; ona en yakını ise, nefsini ondan uzak bilenleridir.
Hasan Basriye 'Bugün nifakın mevcut olmadığını söylüyorlar. Ne dersiniz?' diye sorulduğunda şöyle demiştir: 'Ey kardeşim! Eğer münafıklar helâk olsaydı, inanın, yollardan nefret ederdiniz'.
Hasan Basrî (veya başka bir âlim) 'Eğer münafıkların kuyruğu bitseydi, toprağa ayaklarımızla basmaya muktedir olamazdık' buyurmuştur.

İbn Ömer (r.a), Haccâc-ı Zâlim'in aleyhine atıp tutan bir kimseye rastladığında, 'Eğer Haccâc burada olup da, senin bu konuşmalarını dinleseydi, yine böyle konuşabilir miydin?' diye sordu. Adam 'Hayır, konuşamazdım', deyince de 'İşte biz böyle bir hareketi Rasûlullah'ın devr-i saadetinde nifak sayardık' buyurdu.58

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ bu dünyada iki dil kullanan kimseyi, kıyamette iki dilli yapar.59

İnsanların en şerlisi, iki yüzlü olanlarıdır. Bunlar ona başka, buna ise daha başka bir yüzle gelir.60 (Yani münafıklık yapar, söz getirip götürür ve kovuculuk cinayetini irtikâb eder).

Hasan Basrî'ye Talan kimseler nifaktan korkmadıklarını söylüyorlar, ne dersin?' denildiği zaman 'Allah'a yemin ederim ki nifaktan beri olduğumu bilmem, bana dünya dolusu sarı altından daha sevimli gelirdi' demiş ve devamla da 'Dil ile kalbin, gizli ile açığın, giriş ile çıkışın aynı olmaması nifaktandır' buyurmuştur.

Adamın biri, Huzeyfe b. Yeman'a 'Ey Huzeyfe! Ben münafık olmaktan korkuyorum' der. Bunun üzerine Hz. Huzeyfe 'Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın; çünkü münafık, nifak hususunda herkesten daha emindir' buyurur.
İbn Ebi Müleyke de 'Yüzotuz başka bir rivayette yüzelli sahabîye yetiştim. Hepsi de nifaktan korkuyorlardı' demiştir.

Rasûlullah (s.a) bir grup ashabı ile oturuyordu. Ashâb bir kişiden çokça bahsederek onu övdüler. O esnada bahsini ettikleri kişi nalınları elinde olduğu halde çıkageldi. Yüzünden abdest suyu damlıyordu. Alnında ise çok secde etmekten hâsıl olmuş bir siyahlık bulunuyordu. Ashâb, Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! İşte bahsettiğimiz zat budur' dediler. Rasûlullah da 'Ben onun yüzünde şeytandan gelen siyah bir ben görüyorum' buyurdu. Adam gelip selâm verdi ve ashabın arasına oturdu. Hz. Peygamber ona dönerek "Allah aşkına söyle! Burada oturanları gördüğün zaman, kafandan 'Onların içinde benden daha hayırlısı yoktur' şeklinde bir düşünce geçirdin mi?" dedi. Bunun üzerine adam şöyle cevap verdi: 'Rabbim beni affetsin! Evet geçirdim'.61

Rasûlullah da şöyle dua etti:
'Ey Allahım! Bildiğim ve bilmediğim şeylerden dolayı senden affedilmemi talep ediyorum'. Bunun üzerine sahabîler Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi korkuyorsun? diye sordular. Rasûlullah da 'Kalpler, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği şekilde evirip çevirir. O halde beni Allah'ın azabından emin kılan ne olabilir?' buyurdu ve devamla şu ayeti okudu:
Eğer yeryüzünde bulunanların hepsi bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi. Çünkü (o gün) Allah tarafından (dünyada) hesaba katmadıkları şey kendilerine görünür. (Zümer/47)

Bu ayetin tefsirinde: 'Onlar dünyada, iyilik zannıyla birtakım çalışmalar yaptılar; fakat bu çalışmaları, Allah'ın huzurunda kötülükler kefesine konuldu' denilmiştir.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: "Eğer bir kişi, dünyanın bütün ağaçlarını bir yerde toplasa ve sonra da dallarında dünyanın bütün kuşlarının cıvıldaştığı bu bahçeye girse ve oradaki her mahlûk kendi diliyle o insana 'Ey Allah'ın velisi! Selâm sana!' deseler ve bunun üzerine nefsi velilik hevesine kapılsa, o kişi nefsinin elinde esirdir".

Sözü edilen hadîsler ile selef-i sâlihînden nakledilen rivayetlerin tamamı, sana, durumun ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu tehlikenin, nifakın inceliğinden ve şirkin gizliliğinden meydana geldiğini anlatmış bulunuyorlar. Yine sana, hiç kimsenin, hiçbir zaman nefis, nifak ve gizli şirkten emin olamayacağını da bildirmişlerdir. Hattâ ikinci halife Hz. Ömer dahi münafıkların alâmetlerini çok iyi bilen Huzeyfe b. Yeman'a kendi durumunu sorar ve 'Acaba ben de münafıklar arasında mıyım?' diye düşünürdü.

Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Bazı yöneticilerden, şeriata uygun olmayan birtakım sözler işittim ve bunları inkâr etmek istedim. Fakat o zâlim yöneticilerin beni öldürtebileceklerinden korkarak bu işten vazgeçtim. Ancak korkum öldürülmekten değil, can çekişirken halk tarafından süslü ve mücâhid görülmemden dolayı gurura kapılmaktandı' buyurmuştur.

Bu tür nifak, imanın hakîkatına, doğruluğuna, kemâl ve sefavetine zıt düşen münafıklıktır. Tma'ın aslına tesir etmez.

Nifak'ın Kısımları
Nifak iki kısma ayrılır:
1. İnsanı dinden çıkarır ve küfre sokar. Böylece insan ebediyyen cehennemde kalacak olanların zümresine dâhil olur.
2. Sahibini bir müddet için ateşe götürür veya onun illiyyîn deki derecesini eksiltir ya da onu sıddîklar rütbesinden düşürür. İşte müzminlerde bulunmasında şüphe edilen nifak bu ikinci kısma dâhildir.

Mü'minde böyle bir nifakın bulunması ihtimal dâhilinde olduğu için, imanda istisnâ yapmak, yani 'İnşâallah' demek en uygunudur. Bu ikinci kısım nifakın esası, insan oğlunun gizlisiyle açığı arasındaki ayrılıktır. Allah'ın azabından emin olmak ve nefsinin yaptıklarına güvenmekten ve bunlara benzer birtakım zararlı emirlerden ancak sâdıklar korunabilir.

Dördüncü Anlam
İman' da yapılan istisnanın şekke dayandığını söylemiştik. Bu şekildeki bir istisnâ, neticeden korkulmasından neş'et etmektedir. Çünkü mü'min kişi imanının ölüm ânında, yüzdeyüz sağlam kalıp kalmayacağını bilmemektedir. (Allah korusun) eğer sonuç küfür ile neticelenirse daha evvel yapılan bütün ameller yanıp kül olacaktır; çünkü amellerin geçerli olması sonucun selâmetine bağlıdır.

Eğer oruçlu birisine, kuşluk zamanı, orucunun sağlam ve doğru olup olmadığı sorulsa 'Ben kesinlikle oruçluyum' dediği halde, bilâhere gündüzün ortasında orucunu bozarsa yalan söylemiş olur. Çünkü orucun doğru olması, gündüzün sonuna, yani güneşin batışına kadar devam etmesine bağlıdır. Gündüzün, orucun tamam olmasının ve doğruluğunun mîkatı oluşu gibi, insan ömrü de imanın doğruluğunun mîkatıdır. Vakti tamamlanmadan önce imanı sıhhat ve doğrulukla tavsif etmek, ancak başlangıçta bulunmasının sonuca kadar devam etmesine bağlıdır. Böyle bir devam ise şüphelidir. Mü'minlerin çoğunun korkarak ağlaması, işte bu neticenin belli olmamasından ve bunun ezelî bir hükmün ve ezelî bir meşietin semeresi olmasından ileri gelmektedir. Bu ezelî hüküm de ancak başa geldiği zaman bilinebilmektedir. Beşerden hiçbir kimse bu hükme muttali olamamıştır. Binaenaleyh neticenin korkusu, başlangıcın korkusu gibidir.

Çoğu zaman, içinde bulunulan anda, geçmiş kelimenin zıttı belirir. O halde Allah tarafından kendilerine cennet takdir edilen kimselerden olduğunu kim iddia edebilir?
Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak (bil hakkı) gelmiştir. 'İşte (ey insanoğlu!) Bu senin kaçıp durduğun şeydir' (denilir).(Kaf/19)

Bi'l-hakkı kelimesi ezelî hüküm, anlamında tefsir edilmiştir; yani 'Ezelî hükümle takdir edilen ölüm sarhoşluğunu açığa vurdum...' demektir.

Seleften bazıları 'Çalışmaların gerçek neticeleri ancak kıyamette belli olur' buyurmuşlardır.
Ebû Derda (r.a) İmanının selbolunmayacağından emin olan kişinin imanı mutlaka selb olur' diye yemin ederdi.
'Birtakım günahlar vardır ki, onların cezası kötü netice ve imansızlıktır' denilmiştir ki böyle günahlardan Allah'a sığınırız.

Yine şöyle denilmiştir: 'İmansızlık ve su-i hatimeye vesile olan günahlar, yalan yere keramet ve velilik taslamak iddiasıdır'.

Bazı ârifler şöyle demişlerdir: 'Eğer evimin cümle kapısının yanında bana şehâdet mertebesi ve odanın kapısında da tevhid üzere ölüm arzedilse, tevhid üzere odanın kapısında ölmeyi, cümle kapısına giderek şehid olmaya tercih ederim. Çünkü odanın kapısından cümle kapısına varıncaya kadar kalbimde beni tevhidden ayıracak ne gibi hallerin meydana geleceğini bilmiyorum.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Eğer bir kişiyi elli sene muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak tanımış olsam; sonra aramıza bir direk girip de o direğin ötesinde vefat etse, onun kesin olarak, tevhid üzere öldüğünü söyleyemem.

Bir hadîsinde de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim 'Ben mü'minim, deyip (Allah'ın azabından emin olursa) o kâfirdir ve kimde 'Ben âlimim, derse, o da cahildir'.63
Rabbinin emir ve yasakları doğruluk ve adalet yönünden tamamlandı. O'nun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Allah onların dediklerini hakkıyla işitici, gizlediklerini de kemâliyle bilicidir. (En'am/115)

"Bu ayetteki, 'doğruluk' mânâsına gelen 'sıdkan' kelimesi, iman üzere ölenler içindir. Adalet mânâsına gelen' Adlen' kelimesi de şirk üzere ölenler içindir" denilmiştir..
Allah Teâlâ Hac suresinin 41. ayetinin son cümlesinde 'Bütün işlerin sonucu Allah'ındır' buyurmuştur. Binaenaleyh mademki mü'min bir kişi için şek ve şüphe ve sonuçtan emin olmamak bu raddeye kadar yükselmiştir, o halde imanda istisnâ; yani 'inşâallah' demek vâcibdir.

Oruç, insanın mükellef olduğu bir vazifeyi yerine getirmesinden ibaret bulunduğu gibi, iman da, cenneti icab ettiren durumdan ibarettir. Güneş batmadan evvel fesada uğrayan oruç ise, insanın zimmetini oruçsuzluk mesuliyetinden kurtaramaz oruçluktan çıkarak. Binaenaleyh insanın son nefesinden evvel ifsâd olunan iman da bidayette vardı diye insanı kurtaramaz. Hatta tutulmuş ve eda edilmiş bir oruçtan sonra bile 'Dün oruç tuttun mu?' sorusuna ancak 'Evet, eğer Allah dilerse' şeklinde cevap verilmesi gerekir; zira hakikî oruç Allah tarafından kabul edilen oruçtur. Allah tarafından kabul edilen oruç ise, O'ndan başka kimse tarafından bilinmemektedir. İşte neticenin karanlık oluşundan ötürü bütün gerçek amel ve ibadetlerde istisnâ, ancak ibadetlerin kabul olup olmamasının meçhul oluşundan doğar. Zirâ ibadetin sıhhatına, zahiren şart koşulan bütün şartların tahakkuku ile beraber bazen Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen gizli sebepler mâni olmaktadır. Binaenaleyh edebe uygun düşen, istisnayı getirmek (inşâallah demek) ve her ibadetin makbul olup olmamasına şüpheyle bakmaktır. İşte 'Sen mü'min misin?' sualinin cevabında 'Eğer Allah dilerse ben mü'minim' demeyi güzel kılan mânâlar bunlardan ibarettir. Böylece akaid kaidelerinin bahsini burada kapatıyoruz.

Allah'ın izniyle Kitabu Kavâid'il-Akaid sona erdi. Allah Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed'e ve tüm seçkin kullarına hayırlar ihsan eylesin! Âmin!

40) Bu ayette geçen 'iman ettinizse' mânâsına gelen 'in kuntum âmentüm' ibaresi, 'teslim olmuş müslümanlarsanız' mânâsında olan 'müslimîn' tâbiri ile aynı mânâya gelmektedir.
41) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den)
42) Sa'd b. Ebî Vakkas, cennet ile müjdelenen on kişiden biridir ve bunların en son ölenidir. H.. 57 yılında vefat etmiştir.
43) Krş. Buhârî ve Müslim
44) Ahmed b. Hanbel ve Taberâni, (Amr b. Anbese'den sahih bir isnadla)
45) Buhârî ve Müslim, (Ebû Said el-Hudrî'den)
46) Taberânî, Evsat, (Ebû Said'den)
47) Âsilerin azap görmeleri hakkında, İmam Buhârî, Hz. Enes'ten Tapmış oldukları günahlarından ötürü birtakım kimseler cehennemi boylayacak-lardır' hadîsini rivayet etmiştir.
48) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
49) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
50) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
51) Buhârî ve Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)
52) İmam Ahmed, (Ebû Said'den)
53) Metinde kalplerin üçüncü ve dördüncü kısımları zikredilmemiştir. Oysa başka bir hadîste şu taksim vardır: a) Kabuklu kalp (kâfirin kalbi), b) örtülü kalp (münafığın kalbi), c) Her kötülükten soyunmuş kalp (mü'minin kalbi), d) içinde hem iman, hem de nifak olan kalp.
54) îmam Ahmed ve Taberânî, (Ukbe b, Âmir'den)
55) Ebû Yala, İbn Adiy ve ibn Hibban (Ebubekirden); İmam Ahmed ve Taberânî, (Ebû Musa'dan)
56) İmam Ahmed, (Hâvisi meçhul bir senedle)
57) İmam Buhârî, bu hadîsi 'ok&@r' kelimesi yerine 'şer' kelimesiyle nâkletmiştir.
58) imam Ahmed ve Taberânî, (İbn Ömer'den)
59) Bu hadîs, Râsulüllah'ın müstakil bir hadîsi olmayıp, İbn Ömer'in bundan önce geçen konuşmasının devamıdır. Ancak dalgınlık sonucu müellif tarafından yanlışlıkla hadîs olarak gösterilmiştir. (Zebîdî, îthaf-us-Saade, 11/271)
60) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
61) İmam Ahmed , Bezzar ve Dârekutni, (Enes'ten)
62) Müslim, (Hz. Âişe'den)
63) Taberânî, Evsat, (İbn Ömer'den); Taberânî, Asgar; senedinde zaaf vardır.


TUNA KOÇ...
 
ADAMLIK KANUNNAMESİ

1-Her işin başı Bismillah, her niyet hayır olacak.
Nefsine, şeytana, uymayacaksın.

2-İlim, irfan, bilgi rehberin olacak,
Hz. Kuran’dan şaşmayacaksın.

3-Bir yol göstericin,mihmandarın olacak,
Şüpheye, vehime, düşmeyeceksin.

4-Meşveretin eksiksiz, d...anışman tam olacak,
Fikir de inat etmeyeceksin.

5-Hazırlığın tam, yol arkadaşın sağlam olacak,
Düşmanını gevşek sanmayacaksın.

6-Kalkışın varışın erken olacak,
Kendini geç kalmış bulmayacaksın.

7-İnancın,direncin kavi olacak,
Çer-çöp misali olmayacaksın.

8-Anneye, Babaya rızan olacak
Arkandan duasız kalmayacaksın

9-Bedenen halk için de olacak,
Ruhen Hak tan ayrılmayacaksın.

10-Her yer vatanın gibi olacak,
Gurbet i kat’a unutmayacaksın.

11-Etrafın çok kalabalık olacak,
O nu gerçek zannetmeyeceksin.

12-Hep zalimin karşısında olacak,
Mazlumdan asla vazgeçmeyeceksin.

13-Herkesle işin gücün olacak,
Dostlarını zinhar satmayacaksın.

14-Gözün namazda, kulağın ezan da olacak,
Hiçbir vakit gaflete düşmeyeceksin.

15-İyilik emretmek görevin olacak,

Zalimin karşısında susmayacaksın.

16-Kötülük savmak tavrın olacak,
Baskıdan, tehditten tırsmayacaksın.

17-En kutsal amacın davan olacak,
Davandan geriye dönmeyeceksin.

TUNA KOÇ

www.haberarz.com
 







Namaz Vakitleri
full the sorcerer’s apprentice movie to watch
Resimler | html kodları | web tasarım
 
bugün 33046 ziyaretçikişi burdaydı!
Site içi arama
Program Arama Motoru:


Türkiye
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol